> Forum > ๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ > Sakarya İlitam > Ders Notları ve Özetler > İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar  (Okunma Sayısı 7906 defa)
30 Aralık 2009, 17:12:13
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« : 30 Aralık 2009, 17:12:13 »



İSLAM HUKUK USULÜ DERS ÖZETİ

1.   HAFTA

I. İlim ve İlk Müslüman Toplumun Bilgi Birikimi
İlim Kur’an ve Hz. Peygamber’in dilinde ‘nihai ilahi gerçek’liğin bilgisi, âlim ise bu gerçekliğin bilgisine sahip
olan öznedir. Nihai‐ilahi gerçekliğe ilişkin bilgi oluşturmamızın Kur’an’a göre yegâne yolu vahiydir. Kur’an
bize, insanoğlunun dünya hayatını ebedi hayata hazırlık için bir ara durak, geçici olarak kalınan bir yer
olarak tanımlamaktadır. Bu ara durakta insan nihai gerçeği bulmakla imtihan edilmektedir.

A. Sünnetten Nakli İlimlere
Kur’an ve Hz. Muhammed’in sünnetinin temelini ve özünü oluşturduğu ilk Müslüman toplumun nihai
gerçekliğe dair bilgileri sistematik bir şekilde işlendi ve çıkan neticeye ‘naklî’, yani ‘geçmişten aktarılan’
ilimler adı verildi. Bununla yapılmak istenen İslam ilimlerinin temellerinin Hz. Peygamber tarafından
atıldığını vurgulamaktı. İslam’da nihai gerçekliğin bilgisi olan “ilim” vahiyle/Allah’ın sözüyle başlar ve
Peygamber Efendimizin İslam Yolunda insan hayatının bütününe somut rehberlik edecek modelini bulur.

Fıkıh. Arapçada bilmek, anlamak manasına gelen fıkıh, aynı manaya gelen ilim sözcüğünden farklı türden bir bilmeyi anlatmak için kullanılır: “Derinlemesine kavramak, birşeyin içyüzünü bilmek”. Bu sözlük anlamından hareketle fıkıh, Hz. Peygamber’in öğretisinin Müslüman bireyler tarafından yorumlanması, yeni ve değişen şartlar karşısında yeniden anlamlandırılması manasına kullanılmaya başlandı. Aslında fıkıh “Medine perspektifinin ya da “Nebevi perspektif”in evrensel bir dile aktarılmasıdır. Müslümanlar Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir zaman sonra kullandıkları yerel dilin yetersizliğini fark etmişlerdi. Dolayısıyla Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayat modelinde çözüm bulamadıkları sorunların çözümünde bir bakış açısı, bir yöntem geliştirdiler. Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve benzeri sahabe önderleri, “evrensel perspektif” diyebileceğimiz bu yöntemin ilk adımlarını atmışlardı.

Sırf Nakli İlimler: Tefsir, Siyer ve Hadis
Tefsir İbn Abbas (ö. 68/687) Mukatil b. Süleyman (ö. 150/767) Bu ilim dalının en eski ve en kapsamlı
örneklerinden biri ünlü müfessir İbn Cerir et‐Taberi’ye(ö. 310/933) diğeri ise Ehl‐i Sünnet kelamının öncü isimlerinden İmam Matüridi’ye aittir. Taberi özellikle ilk Müslüman nesillerin ve kendisine kadar oluşan Kur’an yorumlarının hemen hemen tamamını Camiu’l‐beyan an te’vili’l‐Kur’an (Kur’an’ın yorumuyla ilgili izahların derleyicisi) adını verdiği büyük eserinde toplamış, Matüridi ise, Te’vilatü’l‐Kur’an adlı çalışmasında buna ilave olarak kendi dönemindeki mevcut felsefi‐bilimsel bilgiler ışığında Kur’an’ın nasıl yorumlanacağına ilişkin çok değerli bir çaba ortaya koymuştur.

Siyer  bu ilmin kurucusu olarak göreceğimiz İbn İshak’ın (85‐150/704‐
767) Siyer’i bugün elimize ulaşmış en eski siyer çalışmasıdır. Bu çalışmayı geliştirerek genişleten İbn
Hişam’ın (218/833) Siyer’i de bu alandaki en kapsamlı kaynaklardan biridir. Siyer daha sonra İslam’da tarihyazıcılığının oluşmasına yol açacak ve Belazuri (287/893), az önce adı geçen Taberi (310/923), Mesudi(345/956), İbn Haldun (808/1406) ve benzeri pek çok büyük tarihçi bu gelenek üzerinde yetişecektir.

hadis
Tedvin Çağı’na kadar (İslam’ın 2.yüzyılının ortaları), Peygamberî öğretinin sözel aktarımda güvenilir bir biçimde tespitini yapmak. Diğer yandan da Müslümanlar arasındaki ayrılıkların doğurduğu ideolojik/tarafgir tutumların neden olabileceği uydurma faaliyetlerine karşı önlem almak. Her ne kadar sistematik ve yaygın şekli 2. yüzyılın ortalarına rastlasa da, yazınsal faaliyetlerin daha dar bir çerçevede erken dönemlerde de mevcut olduğunu unutmamak gerekir.

Aklı Nakille Buluşturan İlimler: Kelam, Tasavvuf ve Fıkıh
A. Kelam ve Tasavvuf
Böylece Müslümanların Allah’a, evrene ve kendisine bakışını anlamlandırmayı hedefleyen Kelam ilmi doğmuştur.
Efendimizin kendisi ilahi hakikatlerin bilincine varmak için ibadet ve Allah’ı zikir ile iç arınmaya büyük bir özen göstermiştir. Ayrıca arkadaşları arasından seçtiği bazı kişilere insanın iç dünyasını zenginleştirecek, onu manevi olarak olgunlaştıracak gizemli hakikatler (sırlar ve hikmetler) öğretmiştir. Aynı şekilde Müslümanlar farklı kültürler ve dinlerdeki mistik eğilimlerle karşılaştıklarında Peygamberimizden öğrenerek aktara geldikleri sahih İslami manevi hayatı yönlendiren ilkeleri önce zühd yahut zahidlik şeklinde disipline ettiler ve ardından tasavvuf adı verilen bir ilim olarak bunları geliştirdiler.   
İnsanın ilahi hakikatlere çağırılması salt bir bilme veya kuru bir inanma faaliyeti olmayıp insanın bu
hakikatleri bütün benliğiyle de hissetmesi gerekir. Hz. Peygamber’in Kur’an’ın ışığındaki İslam Yolu
(Sünnet) insanın deruni boyutunu anlamlandıran bu gerçekten hareketle insanı ilahi hakikatleri bizzat
kendi deneyiminde hissetmesinin örneklerini vermiştir. Efendimizin kendisi ilahi hakikatlerin bilincine
varmak için ibadet ve Allah’ı zikir ile iç arınmaya büyük bir özen göstermiştir. Ayrıca arkadaşları arasından
seçtiği bazı kişilere insanın iç dünyasını zenginleştirecek, onu manevi olarak olgunlaştıracak gizemli
hakikatler (sırlar ve hikmetler) öğretmiştir. Aynı şekilde Müslümanlar farklı kültürler ve dinlerdeki mistik
eğilimlerle karşılaştıklarında Peygamberimizden öğrenerek aktara geldikleri sahih İslami manevi hayatı
yönlendiren ilkeleri önce zühd yahut zahidlik şeklinde disipline ettiler ve ardından tasavvuf adı verilen bir
ilim olarak bunları geliştirdiler.

Fıkıh   insanın lehine ve aleyhine olanı bilmesi-imam ı azam- şer-i ameli kavramları bilmesi ,Başka bir ifadeyle fıkıh, sünnetin pratiknörneklerini ortaya koyduğu ana İslami ilkelerin çıkarılması ve başka yerel ortamlarda bunların realize edilmesi faaliyetidir. Fıkıh bunu, doğumundan ölümüne insanın eylemlerini/fiillerini listeleyerek bu eylemlerin tabi olduğu dini kuralları (ahkmam‐ı şer‘iyye) tespitle yapar.

Fıkıh Usulü
Fıkıh ise bu ilmin kurucusu büyük imam (İmam‐ı Azam) tarafından şöyle tanımlamıştır  yani fıkıh kişinin hak ve yükümlülüklerini ya da avantajına ve dezavantajına olan şeyleri bilmesidir.
Fıkhın daha teknik bir tanımı ise şu şekildedir:
Yani fıkıh, ayrıntılı delillerinden elde edilmiş şer‘i ameli hükümleri bilmektir.

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar
« Posted on: 26 Nisan 2024, 18:53:32 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar rüya tabiri,İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar mekke canlı, İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar kabe canlı yayın, İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar Üç boyutlu kuran oku İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar kuran ı kerim, İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar peygamber kıssaları,İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalar ilitam ders soruları, İslam Hukuk Usulü 1-8. haftalarönlisans arapça,
Logged
30 Aralık 2009, 17:13:31
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #1 : 30 Aralık 2009, 17:13:31 »

2.HAFTA
Bölümün Ana Hatları

Bölüm II: Fıkıh Usulü İlminin Doğuşu 2
A. Tarihsel ve Düşünsel Arka Plan 2
A. Mezhepler ve Fıkıh Usulü 3
B. Kelam‐Fıkıh Usulü İlişkisi 5
C. Hanefi Mezhebi ve Kelami Yöntem 6
D. Matüridilik 8
E. Memzuc Yöntem 10

A. Tarihsel ve Düşünsel Arka Plan
Fıkıh usulü ilminin ortaya çıkışı her ne kadar Sünni mezheplerden birinin kurucusu sayılan ünlü Ebu
Abdullah Muhammed b. İdris eş‐Şafii (v. 204/820) ile başlatılsa da, elimize ulaşan ilk örneklerinden
hareketle bu ilmin kavram, iç düzenleme ve konularıyla oturmuş bir edebi tür olarak aslında 4./10. yüzyılın
başlarında ortaya çıktığını söyleyebiliyoruz.

B. Mezhepler ve Fıkıh Usulü
Aslında fıkıh usulü tarihini, mezheplerin İslam toplumlarının sivil kurumları olarak ortaya çıkışlarından
bağımsız değerlendiremeyiz. Yakın zamanlarda Batı’da yapılan mezheplerin teşekkül tarihiyle ilgili
Oryantalist bir tezin de ortaya koyduğu gibi, eğitim kurumlarıyla, bunları destekleyen vakıflarıyla, formel
hoca‐öğrenci ilişkileriyle ve bir görüşler bütünü teşkil eden doktrinleriyle İslam’da mezheplerin
kurumsallaşması ancak 4./10. yüzyılın başında meydana gelmiştir. Bu tezin en önemli temsilcisi C.
Melchert, biyografi kitapları ve fıkıh metinlerinin ortaya çıkış tarihine ilişkin yaptığı bir çalışmada, bir fıkhi
görüşler bütününü benimsemiş bir baş‐hoca etrafında toplanan öğrencilerin oluşturduğu lonca kurumu
olarak tanımladığı mezhebi, sanıldığı gibi onlara adlarını veren kurucu imamların değil de, mesela Şafii
mezhebini İbn Süreyc’in (ö. 306/918), Hanbeli mezhebini Hallal’ın (ö. 321/923), Hanefi mezhebini ise
Kerhi’nin (ö. 340/952) ve son olarak Maliki mezhebini ise el‐Ebheri’nin (ö. 375/986) önderliğinde
kurumsallaştığını iddia eder. Melchert en eski iki mezhebin, Hanefi ve Maliki, kurumsallaşmalarını
nispeten daha yeni olan Şafii ve Hanbeli mezheplerinkinden sonra tamamlamalarını hadis taraftarlarıyla
bu son iki mezhebin erken dönemde uzlaşmış olmalarına bağlamaktadır.



fıkıh usulü ilmi, Kitab‐Sünnet‐icma‐kıyas şeklinde formüle edilen bir teorik çerçevede hükümlerin nasıl ortaya çıktıklarını açıklamayı hedeflemektedir.

furu‐ı fıkıh tan (fıkıh kurallarının ayrıntılarının  işlendiği disiplin/fıkıh denince asıl kastedilen)
Fıkıh usulü fur‐ı fıkıhtan daha sonra ortaya çıkmıştır; bunun nedeni fıkıh usulünün mahiyetinde
aranmalıdır. Fıkıh usulü furu‐ı fıkıh üzerinde tefekkür eden, ona külli bir bakış yapmaya çalışan bir ilimdir. İlla bir benzetme yapmak gerekirse fıkıh usulü bugünkü hukuk ilimleri arasında hukuk teorisi veya felsefesi adı verilen disipline karşılık gelir.
fıkhın kurucusu olan Ebu Hanife’nin öğrencisi Şeybani’nin öğrencisi olan Şafii’nin elinde ortaya çıkmıştır.
eğitim kurumlarıyla, bunları destekleyen vakıflarıyla, formel hoca‐öğrenci ilişkileriyle ve bir görüşler bütünü teşkil eden doktrinleriyle İslam’da mezheplerin kurumsallaşması ancak 4./10. yüzyılın başında meydana gelmiştir.
baş‐hoca etrafında toplanan öğrencilerin oluşturduğu lonca kurumu olarak tanımladığı mezhebi, sanıldığı gibi onlara adlarını veren kurucu imamların değil de, mesela Şafii mezhebini İbn Süreyc’in (ö. 306/918), Hanbeli mezhebini Hallal’ın (ö. 321/923), Hanefi mezhebini ise Kerhi’nin (ö. 340/952) ve son olarak Maliki mezhebini ise el‐Ebheri’nin (ö. 375/986) önderliğinde kurumsallaştığını iddia eder.

İslam’ın ilk üç yüzyılı ile son iki yüzyılını bir tarafa bırakacak olursak yaklaşık 1000 yıl boyunca –ki bu, İslam medeniyetinin en özgün ve en başarılı eserlerinin verildiği ve bir yerde bugün İslam’ın klasikleri
diyebileceğimiz ürünlerin ortaya çıktığı dönemdir.

Kelam‐Fıkıh Usulü İlişkisi

Elimizdeki mevcut metinler Mutezili ve Eş’ari kelamcıların 4./10. yüzyılın sonu ve 5./11. yüzyılın başından itibaren fıkıh usulünü kelamla uyumlu kılma yönünde çaba gösterdiklerini gösteriyor. Kadı Abdülcebbar (ö. 415/1025) ve Ebü’l‐ Hüseyin el‐Basri’nin (ö. 426/1004) eserleri usul‐i fıkıh ilminin temel dayanaklarının Mutezili ilkelerle inşası yönünde önemli örneklerdir. Aynı şekilde Bakıllani (403/1013), İbn Furek (ö. 406/1015) ve Bağdadi’nin (ö. 429/1037) ve daha sonraları el‐Cüveyni (478/1085) ve el‐Gazali’nin (ö. 505/1111) eserleri de Eş‘ari prensiplerinin usul ilkeleriyle uyumlu hale getirilmesi yönünde ilk örnekler olarak kaydedilmişlerdir.
Nitekim Sonraki literatürde özellikle bu kelam‐usul ilişkisine dair referanslarda Kadı Abdülcebbar Mutezili, Bakıllani ise Eş‘ari yazarların ‘kadı’sı olarak otorite rolünde çokça karşımıza çıkarlar.

Hanefi Mezhebi ve Kelami Yöntem

Bağdat Hanefilerinin usul birikimini bize ulaştıran iki usul yazarı, Cessas ve Saymeri’nin
Mutezile ile ilişkisi bilinmektedir. İşte Semerkandi Bağdat kaynaklı Hanefiler arasında yaygın olan usul
geleneğinin Orta Asya’da geliştirilen Semerkand okulunun kelam ilkeleri doğrultusunda gözden
geçirilmesini teklif eder. Muhaliflerimiz dediği iki gruptan Mutezile ile ana‐ilkelerde ayrıldıklarını, Ehl‐i
hadis kelamcıları dediği Eş‘arilik ve Hanbelik’le ise furuda (ayrıntıda) farklılaştıklarını söyleyerek aslında bir uyarı da yapmak istemektedir. Bağdat kaynaklı Hanefliler arasında hakim usul geleneği ana‐ilkelerde yanlışa düşme riski taşıyor; ayrıntıda yanlış affedilebilir ama ana‐ilkelerde hatanın bedeli ağırdır.

E. Matüridilik
4. yüzyılın ortalarına doğru Eş‘ari ekolünün önce Horasan ve başkenti Nişapur’da genellikle Mutezile ile ilişkilendirilen Hanefi mezhebinin hem entelektüel hem de siyasal rakibi olan Şafii çevrelerce benimsenmesi ve bunun doğurduğu siyasal çekişmeler ve ideolojik polemiklerin etkisiyle Hanefiler’in Mutezile’den tam manasıyla kopuşunu simgeleyen bir figür etrafında toplanma ihtiyacı duydukları anlaşılıyor.

Hanefi ekolünün kurucusu Ebu Hanife zaten Ehl‐i hadis ve diğer bazı Sünni çevrelerce heretik fikirlere sahip olduğu suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı. Sünniliğin hukuki alandaki parametreleri arasından hadislere gereken değeri vermediği ve aklını sınırsızca kullandığı suçlamasına çok sık maruz kalmıştı.
Irak’ta Cessâs ve hocası Ebü’l‐Hasan el‐Kerhî’nin öncülüğünde geliştirilen bu yöntem ardından Debûsî
aracılığıyla Mâverâünnehir’e taşınmış Hanefî usûlünün iki dev ismi olan Serahsî (ö. 483/1090) ve
Pezdevî’nin (ö. 482/1089) ellerinde olgun şeklini almıştır. Özellikle Pezdevî’nin eseri, hem form hem de muhteva bakımından Cessâs‐Debûsî‐Serahsî hattında yürüyen Hanefî usûlünün son zirvesidir; artık
Pezdevî’nin usûl metninin Hanefî usûlünün tartışmasız “klasiği” olduğunu söyleyebiliyoruz.
Bu iddianın dayanağı şudur: 6./12. yüzyıldan sonra tüm Hanefî usûl metinleri Pezdevî’nin metniyle bir biçimde ilişki içindedir. Örneğin adına muhtasar dediğimiz mezhebin fıkıh teorisinin ilmihalini didaktik bir biçimde ele alan evrensel el‐kitaplarının neredeyse tamamı bu metnin bir özeti mahiyetindedir. Bunların en meşhur örneği Nesefî’nin (ö. 710/1310) el‐Menar adıyla meşhur usûl metnidir. Hatta üçüncü bir usûl yöntemi olarak adlandırılan eklektik (memzûc) yönteme göre yazılmış üç Hanefî metninden ikisi (İbnü’s‐Saatî’nin (ö. 694/ Bediu’n‐Nizâm’ı ve Sadruşşeria’nın (ö. 747/ et‐Tenkih’i), mezcin Hanefi cephesine Pezdevî’nin metnini yerleştirmişlerdir.

Kelamcı yöntemin en önemli eserleri/klasikleri arasında ilk olarak Mutezili Kadı Abdülcebbar ve öğrencisi Ebü’l‐Hüeyin el‐Basri’nin eserleri ve özellikle ikincisinin el‐Mutemed Şerhu’l‐‘Umed’i sayabiliriz. Yine onlarla çağdaş olan Eş’ari‐Maliki Bakıllani’nin günümüze kısmen ulaşan el‐İrşad ve’t‐Takrib’ini ekleyebiliriz. Ama bu alanda klasik olan iki eserden özellikle söz etmek gerekir: Gazzali’nin el‐Müstesfa’sı ile onun hocası Cüveyni’nin el‐Burhan’ı. Müteahhirin döneminde iki önemli isim Eş’ari‐Mutezili alimlerce mütekaddimin döneminde kaleme alınan kelamcı usul eserlerinin çizgisini devam ettirdiler; bunlar Fahreddin er‐Razi ve el‐Mahsul isimli eseriyle el‐Amidi ve el‐İhkam fi Usuli’l‐Ahkam’ıdır. Kelamcı yöntemin ders kitabı özelliği taşıyan iki eseri ise Kadı Beyzavi’nin el‐Minhac’ı ile İbnü’l‐Hacib’in el‐Muhtasar’ıdır. Bu iki eser ve başka muhtasarlar üzerine müteaahirin döneminde çokça şerh ve haşiye yazılmıştır; bunların amacı bir ders kitabı niteliğindeki bu eserler üzerinden bir eğitim faaliyeti yürütmektir.

Memzuc Yöntem
Ancak bir süre sonra bu arayış daha somut bir hal alarak farklı mezheplere mensup alimlerle Hanefi
alimlerin yazdıklarını uzlaştırma ya da bunlardan yeni bir sentez denemesine dönüşmüştür. Baskın Hanefi geleneğin en yetkin metni olan Pezdevi’nin usulü ile ünlü Şafii alimi el‐Amidi’nin (ö. 631/1234) el‐İhkam’ını temel alarak eserini kaleme alan İbnü’s‐Saati’nin (ö. 694/1294) Bediu’n‐Nizam el‐Cami’ Beyne Kitabeyi’l‐ Pezdevi ve’l‐İhkam’ı yanında İbn Hümam’ın (ö. 861/1457) Şafii ve Hanefi terminolojisini birleştiren et‐ Tahrir fi Usuli’l‐Fıkh al‐Cami’ bey İstılaheyi’l‐Hanefiyye ve’ş‐Şafiiyye bu türün en ilginç örnekleridir. Sadrüşşeria’nın et‐Tenkih’i de Pezdevi’nin usulü yanında Razi’nin (ö. 606/1209) el‐Mahsul’ü ve İbn Hacib’in (ö. 646/1249) Muhtasar’ından faydalanmıştır.


[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 17:14:40
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #2 : 30 Aralık 2009, 17:14:40 »

3. HAFTA

Hüküm Kavramı
Fıkıhta hüküm ve ahkâm, gerek vahiy gerekse içtihat kaynaklı olsun bir konudaki fıkhî/hukukî değer
yargısını, kuralı, ilişkilendirmeyi ve nitelendirmeyi belirtmede kullanılır ve bu açılardan çeşitli ayırımlara tâbi tutulur. Ancak Fıkıh Usulü ilmi, “şer’î delillerden şer’î hükümler elde edilmesi”ni, Fürûu Fıkıh da bu
“hükümlerin bilinmesini ve uygulanmasını” konu edindiğinden hüküm kavramı her iki ilim dalında da
merkezî bir önem ve yere sahip olmuş ve klasik literatürde genelde bu bağlamda terim anlamı
kazanmıştır.
Hanefîler, hükmü mükellefin fiilinin vasfı olarak görmekte, Şafiî/Eş‘arîler ise Allah’ın kelam‐ı
nefsîsi olarak değerlendirmektedir. Bu yüzden Hanefî usulcüler hükmü tanımlarken hükmün ilişkili olduğu mahalli, yani mükelleflerin fiillerini, Şafiîler ise hükmün kaynağını merkeze almışlardır.

İktiza/talep: Mükelleften bir fiilin yapılmasını veya yapılmamasını istemektir. Bu fiil farz, vacip veya
mendup olur. Yapılmaması istenen fiil ise haram veya mekruh olur. Bunlara “teklifî hüküm” denir.
Tahyîr/ibâha: Bir şeyi yapma veya yapmama konusunda serbest bırakmaktır. Bu şekilde serbest
bırakılan fiile mubah adı verilir. Bunlar da tağlîb/genelleme ilkesine göre teklîfî hükme girer.
Hükmün Kısımları
Fıkıh usulünde şer’î hükümler başlıca iki kısma ayrılarak incelenir: 1) Teklifî hükümler, 2) Vaz`î
hükümler. Aşağıda bu iki grup hükümle ilgili kısa bilgiler verilecektir.

1-Teklifî Hükümler (Mükellefin Fiilleri)

Osmanlı alimlerinden Molla Hüsrev teklîfî hükümleri iki kısımda incelemiştir,
a) Mükellefin fiillerinin eseri olan hükümler. Mükellefin dünyevî maksatla yaptığı bir işin sonucu bu
kısmı teşkil eder. Örneğin bir alışveriş akdi yapıldığı zaman müşteri mala, satıcı da o malın bedeli olan
paraya sahip olur. Yani satın alınan malın mülkiyeti müşteriye geçmiş olur. Bu mülkiyet alışveriş akdinin bir eseri (sonucu) kabul edilir. Çünkü bu akid mükellefin bir fiilidir,
b) Mükellefin fiillerinin sıfatı (vasfı) olan hükümler. Mükellefin namaz kılmak, oruç tutmak gibi uhrevî;
kiralama, satın alma gibi dünyevî maksatlı birtakım fiillerinin tamamı bu kısımda mütalaa edilebilir. Zira bu fiillerin hepsinin şer’î hükmünü bildiren bir vasfı vardır. Meselâ mükellefin bir fiili olan namaz ya da oruç farz veya mendup olarak nitelenirken aynı mükellefin kiralama veya alışveriş tarzındaki fiili sahih, bâtıl veya fâsid olarak nitelenmektedir. Buna göre mükellefin fiillerinin sıfatı olan hükümler işleniş maksatlarına göre dünyevî ve uhrevî kısımlarına ayrılır. Sıhhat, butlan, fesat, nefaz, lüzum gibi hükümler dünyevi; vücup, nedb, hürmet, kerahet, ibahe gibi hükümler de uhrevi hükümleri oluşturur.

Öte yandan “azimet” ve “ruhsat” adlarıyla ayrı bir hüküm kategorisi vardır ki, bunu Hanefî usulcüler
teklifî, Hanefîler'in dışında kalan usulcüler ise vaz’i hükümler içerisinde incelemişlerdir.

Usulcülerin çoğunluğu teklifî hükmü Şâri‘in hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibâha, kerâhe ve
tahrîm şeklinde beş kısma ayırmışlardır. Bunlar usul literatüründe “ahkâm‐ı hamse” (beş hüküm) olarak bilinmektedir. Hanefîler ise bunu farz, vâcip, mendup, mubah, tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh, haram şeklinde yedi kısma ayırarak incelemişlerdir. Bu kavramlar aynı zamanda “ef`âl‐i mükellefînin” de bölümlerini oluşturur. Vâcibin ve mekruhun bu şekilde ikiye ayrılması Hanefîler'e ait bir özelliktir. Şimdi bu beş temel teklîfî hükmü kısaca tanıyalım.

Vâcip/Farz
Vacip “Allah ve Resûlü’nün mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiildir.”
Hanefîler dışındaki fakihler çoğunluğuna göre vacip farz ile aynı anlamdadır. Hanefîler ise bunu farz ve
vâcip şeklinde iki kademede ele alırlar.
Bununla birlikte Hanefîler de çoğu yerde vâcip kavramını farzı da içine alacak şekilde kullanırlar ve amelî yönden bağlayıcı oluşunu dikkate alarak vâcip için “amelî farz”, farz için de “amelî ve itikadî farz” ayırım ve adlandırmasını yaparlar.

Bir Şeyin Vacip/Farz Olduğunu Gösteren Deliller
Bir fiilin vacip/farz olduğunu gösteren delillerin başlıcaları şunlardır:
1) Şâri‘in bir fiilin yapılmasını emir sigası ile istemesi ve aksine delâlet eden bir karînenin
bulunmaması. Meselâ “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin” (el‐Bakara 2/43), “Akidleri yerine getiriniz”(el‐Mâide 5/1) âyetleri böyledir.
2) Şâri‘in bir fiilin yapılmasını “farz oldu”, “emrolundu” gibi bağlayıcılık bildiren bir ifade ile istemesi.
Orucun farz kılındığını (el‐Bakara 2/183), Allah'ın adaleti, iyiliği, akrabaya yardımı emrettiğini bildiren
âyetler (en‐Nahl 16/90) böyledir.
3) Haber verme değil, emir kastedilen bazı haber cümleleri de farz hükmü ifade eder. Kocası ölen
kadının dört ay on gün, boşanmış kadının üç ay hali bekleyeceğini bildiren âyetler (el‐Bakara 2/228, 234)böyledir.
4) Bir hükmün belirli bir zümreye veya bütün insanlara yüklendiğini haber veren naslar da farz
hükmü ifade eder. Meselâ, “Gücü yetenlerin o evi (Kâbe'yi) haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır” (Âl‐i İmrân 3/97) âyeti haccın farziyetinin, “Onların (annelerin) dinen ve örfen mâkul ölçüler
içinde yiyeceğini ve giyeceğini sağlamak çocuğun babasına aittir” (el‐Bakara 2/280) âyeti de karısının
nafakasını sağlamanın koca için farz olduğunun delilidir.
5) Şâri‘in bir fiilin yapılmasına sevap ve güzel karşılık, terk edilmesine ise ağır ceza verileceğini
bildirmesi de o fiilin farz olduğunun delilidir.

Vacip/farz eda edileceği vakit açısından da “mutlak” ve “mukayyet” kısımlarına ayrılır.
Mutlak vacip/farz, “Şâri’in eda edilmesi için belirli bir vakit tayin etmediği vacip/farz”dır. Keffâretler,
zamanı belirtilmeden yapılmış adaklar gibi.
Mukayyet vacip/farz ise farz namazlar gibi “Şâri’in eda edilmesi için belirli bir vakit tayin ettiği
vacip/farz”dır. Bunun edası için bir başlangıç ve bitiş vakti vardır. Bu yükümlülüğün vaktinde tam olarak yerine getirilmesine “eda”, vakti içinde eksik bir şekilde ifa edilip, sonra vakti içinde tam olarak tekrar yerine getirilmesine “iâde”, vakti geçtikten sonra ifa edilmesine de “kaza” adı verilir. Mukayyet vacibin geniş ve dar zamanlı oluşuna göre de farklı ayırımları ve hükümleri vardır.

Vacip/farz istenen fiilin belirli olup olmaması açısından da farklı ayırımlara tabi tutulmuştur. Buna
göre namaz, oruç, gasbedilen malın iadesi, kira bedelinin ödenmesi gibi Şâri’in değişik işler arasında
seçim hakkı tanımaksızın yapılacak işi aynen belirleyerek istediği şeye “muayyen vacip/farz” adı verilir.
Şâri’in bir tek işi aynen belirlemeden, birkaç işten birini yapmakta serbest bırakarak talep ettiği şeye de “muhayyer vacip/farz” denilmektedir. Yemin kefâreti böyledir.

Mendup
Mendup, teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani farz ve vâcip olmayan
davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve vâcip dışında yapılması uygun görülen davranışlar ‐
kuvvetliden zayıfa doğru olmak üzere‐; sünnet, müstehap (mendup) ve âdâb şeklinde sıralanır. Diğer
mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması istenen şey olarak tanımlanır. Bu mezheplerin mendup anlayışı, Hanefîler'in sünnet anlayışına oldukça yakındır. Burada fıkıh ilmindekikullanımıyla sünnet ve müstehap kavramları ele alınacaktır.

Sünnet
Sünnet kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr‐i müekked sünnet, zevâid sünnet.
Bu iki sünnet (müekked ve gayr‐ı müekked) çeşidine “hüdâ sünneti” (sünnet‐i hüdâ) da denir.
Hz. Peygamber'in, Allah katından bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan
olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara ise zevâid sünnet veya âdet sünneti denilir.
Farz namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için, Şâfiî mezhebinde ayrıca vitir
namazı ve şevvalde tutulan altı gün oruç için revâtib sünnet tabiri kullanılır. Fakihlerin çoğunluğuna göre teravih namazları da revâtib sünnetler arasındadır.

Müstehap
Sözlükte, “sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş” demektir. Dini terminolojide Hz.
Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden beri yapageldikleri ve
tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara müstehap adı verilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir. Meselâ sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle namazının serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve güzel olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile, tatavvu, âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve yapılması terkinden evlâ olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder. Bundan sonra yapılması ile terkedilmesi müsâvi olan mubah fiiller gelmektedir.

Mubah Bir fiilin mubah olduğu şu şekillerde sabit olur:
1) Şâri‘’in o fiilin helâl ve mubah olduğunu bildirmesiyle (meselâ bk. Bakara 2/187, Mâide 5/5).
2) Şâri’in o fiilin işlenmesi halinde bir vebal ve günahın, dinî bir sakıncanın bulunmadığını
belirtmesiyle (meselâ bk. el‐Bakara 2/173, 235).
3) Herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (meselâ bk. el‐Mâide 5/2, el‐Cuma 62/10)
4) O konuda hiçbir dinî yasaklama ve kısıtlamanın bulunmamasıyla.
Usulcüler ilk üç madde ile sabit olan mubaha şer`î mubah, son madde ile sabit olana ise aklî mubah
adını verirler. Aklî mubah, berâat‐i asliyye veya istishâbü'l‐asl terimleriyle de açıklanır. Bu da bir fiilin
dinî‐şer`î hükmü konusunda herha...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 17:15:10
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #3 : 30 Aralık 2009, 17:15:10 »

4. HAFTA
Usul‐i Fıkhın Mevzusu Deliller ve Ahkam‐ı Şer‘iyyedir
Sadruşşeria ve Molla Hüsrev gibi bir çok müdekkik usulcü de edille ve ahkamın her ikisinin de usul‐i fıkhın konusu olduğunu söylerler. Bu fikir mevzunun mahiyet ve tarifine daha muvafık olduğu cihetle biz de bu fikri tercih eyledik.
Edille‐i Şer‘iyye Dörttür
Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas‐ fukahadır. Bunlardan başka geçmiş şeriatlar, taharri, örf, teamül, itishab,
ihtiyatla hareket etmek, sahabe mezhebi, tabiin büyüklerinin mezhebi, istihsan, umum‐ı belva gibi fukaha nezdinde huccet olarak kullanılan bir takım deliller daha varsa da bunlar başlı başına müstakil bir delil olmayıp her biri zikr olunan edille‐i erbaadan birine racidir.

şer‘i bilginin birinci ve öncelikli kaynağı Kitab yani Kur’an‐ı Kerim’dir. Hz. Peygamber’in yaşayan Kur’an olmasının bir gereği olarak onun  sünneti şer‘i bilgi kaynağının ikincisini teşkil eder.
İcma ise ümmeti temsil eden alimlerin şer‘i bilgi alanında ortak kanaat serdetmeleridir ki, bu manada İslam’ın kıyamete kadar baki, bozulmadan ve tahrif edilmeden yaşamasının bir garantisi olan, İslam’ın mutlak hakikat iddiasını temin eden bir delildir. İcma olmaksızın biz Kur’an’ın ve sünnetin manasından emin olamazdık, İslam ahkamının bugün bizim bildiğimiz şekilde yaşaması mümkün olmayacaktı. Bu sayededir ki, İslam kıyamete kadar bozulmaksızın devam nedecektir.

Kıyas Medine yolunun asli kaynakları olan Kitab ve sünnete yakınlaştırıcı, onlara benzetici bir yol olması gerekir. Bu sebeple kıyas  kaçınılmaz bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Kıyas olmasaydı faiz hadiste sayılan altı maddeyle sınırlı olur; sadece hamr adı verilen üzümden yapılan alkollü içkiler haram, diğerleri ise helal olurdu. Mantık kıyası olarak belirtmek gerekirse, naslarda hakkında haram hükmü verilen x ile aynı özelliği taşıyan y eğer kıyas yapılmazsa haram kabul edilemez; bunun bir tutarsızlığa yol açtığı açıktır. Kıyas İslam’ın evrensel ve rasyonel mantığının bir gereğidir.

İlk Üç Delille Kıyasın Farkı
Bu dört delilden ilk üçü yani Kitab, sünnet ve icma konum ve statü bakımından farklı olsalar da
üçü her açıdan asıl ve ispat edici delil sayılırlar. Yani bunların her biri kendi başına şer’i hüküm koyabilir. Dördüncü olan kıyas ise hükmün kendisine dayanması sebebiyle bir açıdan asıl ve delildir ama kendisi de Kitab, sünnet ve icmadan elde edilmiş olan illete dayanıyor olması bakımından diğer açıdan asıl değildir. Bunun içindir ki, kıyas ile sabit olan hüküm hakikatte üç delilden birine müstenittir.

Delillerin Kesinlik‐İhtimal Açısından Dereceleri
Doğruluğu kesin olan deliller:
1. Tevile açık olmayan Kur’an ayetleri (muhkem ayetler)
2. Mütevatir sünnet
3. icma
Doğruluğu konusunda kesin kanaat oluşmayan ama doğruluk ihtimali %50’nin üzerinde olan deliller:
1. Tevile (farklı anlaşılmaya) açık ayetler
2. Meşhur ve ahad haberler
3. Kıyas

Delillere Bakışta Değişim
İmam Azam
Ebu Hanife istihsan, İmam Malik ise maslahat adını verdikleri kıyasa ek ve zaman zaman ona alternatif
yöntemlerin İslam hukuk tarihinde yeşermesine zemin hazırladır. 19. yüzyılda Mecelle’nin 99 külli kaidesi (hukuk ilkeleri) arasında önemli bir yer tutacak olan “ezmanın tgayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamaz” ilkesinde tezahür eden örf kavramı zamanla İslami kurallarda değişimi meşrulaştıran önemli bir rol oynayacaktır, özellikle Osmanlı Devleti’nde örf çok ciddi bir yöntem olarak benimsenmiştir. Yine maslahat kavramı İslam hukuk düşüncesinde değişim baskılarını göğüslemeye hizmet edecek önemli bir yöntem olarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda özellikle İmam Şatıbi’nin maslahat teorisine dikkat çekmek gerekir.


[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

30 Aralık 2009, 17:15:47
Zehibe

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 31.681



Site
« Yanıtla #4 : 30 Aralık 2009, 17:15:47 »

5. HAFTA

Kur’an‐ı Kerim: Şer’î Hükümlerin Birincil Delili
Bunlardan birinci sırada yer alan Kur’an‐ı kerim şer’î bir hükmün vaz’ edilişinde diğer aslî ve ferî
delillerin ya da kaynakların temel referans çerçevesini oluşturmaktadır. Bu meşruiyet kaynağı (Kur’an),
“Yüce Allah tarafından Hz. Peygambere vahiy kanalıyla Arapça olarak indirilen ve insanlığa tevatür yoluyla nakledilmiş ve mushaflarda yazılı olan Fatiha suresi ile başlayıp Nâs suresi ile nihayete eren ilahi kelâm” olarak tanımlanmaktadır.
 Bu ilahi kelam, Şârî Teâlâ’nın son umûmî hitabı olarak vahyederek, Hz. Peygamber aracılığıyla insanlığa tebliğ ettiği semavî beyândır.
Bu semavî beyanın tecessüm etmiş olduğu metin olarak, Kur'an’ın inanç, ahlak ve hukuka ilişkin
öğretilerini anlama ve yorumlama işlevi, İslâm tarihi boyunca ilim adamlarınca farklı ilmi disiplinler
çerçevesinde konu edilmiştir. Bunlardan ilahi vahyi anlama konusunda bize temel bir mekanizma ya da yöntem bilgisi sunmakta fıkıh usulü, ıstılahta “Müctehidin, şer’î amelî hükümleri tafsîlî delillerinden çıkarabilmesi için gerekli olan kural ve prensipler” şeklinde tarif edilmiştir.

Kur’an tevatür yoluyla nakledilmiştir. Tevatür, normalde yalan üzerinde birleşmesi aklen mümkün
olmayan bir topluluğun aynı özellikteki bir topluluktan yaptığı rivayettir. Kur’an inzal olduğu andan
itibaren her dönemde hem sözlü hem de yazılı olarak tevatüren sabit olmuş bir metin olup, tevatüren
nakledilmemiş olan bir metin Kur’an olarak adlandırılamaz.

Tedrici olarak yirmi üç yıllık bir peygamberlik sürecinde inzal olunan bu ilahi kelâmın içerdiği
kurallar bütünü için şer’î hükümler (ahkâm‐ı şeriyye) ifadesi kullanılmaktadır. Şer’î hükümler de
düzenleme alanlarına göre itikadî hükümler (ahkâm‐ı i'tikâdiyye), amelî hükümler (ahkâm‐ı ameliye) ve ahlaki hükümler (ahkâm‐ı ahlâkiye) şeklinde türlere ayrılmaktadır.

İlahi kelâmın şer’î hükümler kapsamındaki düzenlemeleri ahkâm ayetleri olarak
nitelendirilmektedir. Bunların sayısal değerleri ve tasnifi konusunda farklı görüşler yer almaktadır. Bu
meyanda ahkâm ayetlerinin sayısını iki yüz, beş yüz ve sekiz yüz olarak belirleyenler fıkıh ve tefsir bilginleri bulunmaktadır. Farklı tasnifler söz konusu olmakla birlikte, içerdiği hükümler açısından ahkâm ayetlerinin yaklaşık olarak yüz kırkı ibadetlere, yetmişi aile hukukuna, yetmişi medenî hukuka, otuzu ceza hukukuna, yirmi ikisi savaş ve barış hukukuna, on üç veya yirmisi muhakeme usûlüne, onu da iktisadî ve mali konulara ilişkindir.

Kur’an’da hükümler genellikle icmalî tarzda (toplu biçimde) ifade edilmiş, ayrıntılara girilmemiştir
(tafsilî değildir). Aynı zamanda bu hükümler çoğunlukla küllî olup cüz’î değildir. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi pek çok konu böyledir. Bu ibadetlerin ahkamına ya da uygulanmasına ilişkin tafsili hükümler Hz. Peygamberin sünnetinde yer almaktadır.
Bununla birlikte, miras ve aile hukuku ile ilgili bazı konularda hükümler ayrıntıları ya da tafsilatı ile verilmiştir. Kur’an’ın ayrıntılara inmeden genel ve kapsayıcı hukuk prensipleriyle yetinmesi İslam hukukunun kıyamete kadar her devirde ve her şart altında insanların ihtiyaçlarına çözüm üretebilecek nitelikte olmasının garantisidir.

Dil Unsuru ve Lafız‐Mana İlişkisi
İslam hukuk usûlü ilminin beslendiği üç temel disiplin bulunmaktadır. Bunlar, kelâm, dilbilim ve
şer’î hükümlerdir.
fıkıh usûlü literatüründe dilbilime ilişkin olarak bazı meseleler konu edilmiştir.

Dilin Kökeni
Antik dönemden itibaren dilin kökenine ilişkin teorilerin dil ile varlık arasında ya da sözcüklerle nesneler arasındaki ilişkinin mahiyetini sorguladığı görülmektedir. Bu meyanda filozoflar, sözcük ile nesne arasındaki ilişki meselesini tartışırlar. Buna göre kimisi bu ilişkinin
doğal/doğuştan olduğunu, kimileri de bu ilişkinin ıstılahî (uylaşımsal) olduğunu öne sürerler. Bu teorik tartışmalar İslâm düşüncesini temsil eden disiplinlerden yalnızca birinin alanında değil, dil, kelâm ve fıkıh usûlü gibi birden çok disiplinin tartışma konusu olarak gündeme gelmiştir. Nitekim disipliner anlamda fıkıh usûlü bağlamında da bu teoriler ele alınmıştır.

Dilin Vahiy/Tevkîf Yoluyla Konulduğu Görüşü
İbn Hazm dili, “isimlendirilenler (müsemmeyât) ve anlaşılması murâd edilen anlamların (meânî)
kendisiyle ifade edildiği lafızlar” olarak tanımlar. Her ümmetin bir dili olduğunu ve bunun ayette (İbrahim, 4) geçtiği üzere Allah’ın iradesi olduğu konusunda ihtilafın olmadığını ifade eder.

Dilin Istılah Yoluyla Konulduğu Görüşü
Dilin köken açısından ıstılahî ya da uylaşımsal olduğu görüşünü ilk olarak Ebû Hâşim el‐Cübbâî ileri
sürmüştür. Bu konudaki tartışmanın bir tarafını dilin tevkîfî olduğunu öne süren Eşarî, diğer tarafını da Ebû Hâşim temsil etmektedir. Âmidî de dilin kökeni tartışmasında Ebû Hâşim el‐Cübbâî ve bir grup kelâm bilgininin dilin ıstılah ya da uylaşım yoluyla insanlar tarafından oluşturulduğunu öne sürdüklerini belirtir.
“Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri) şeyleri açıklasın” (İbrahim, 34) ayetinin bi’set ve tevkîf karşısında dilin önceliğini vurguladığını belirterek kendi yaklaşımlarını delillendirme yoluna giderler.
Ayrıca ona göre Allah’ın meleklere hitap etmesi de daha önceden bir dilin varlığının kanıtıdır.

Dilin Tevkîf ve Istılah Yoluyla Konulduğu Görüşü
Dilin kökenine ilişkin temel yaklaşımlardan bir diğeri de, dilin bir kısmının tevkîfî yolla geri kalan
kısmının ise ıstılah yoluyla ortaya çıktığı şeklindedir. Bu yaklaşımın da kendi içerisinde ikiye ayrılması söz konusudur. Bunlardan ilkine göre, dilin başlangıcı tevkîfî kökenli, daha sonra oluşan dil ise ıstılahîdir ki, bu görüş Ebû İshak el‐İsferâînî’ye nispet edilir. İkinci eğilim ise, dilin başlangıçta ıstılahî olduğu daha sonra üstbildirim yoluyla tamamlandığı doğrultusundaki yaklaşımdır.

Gazzâlî, belirtildiği üzere, dilin kökenine ilişkin bu üç temel yaklaşımın olduğunu ifade eder. Daha
sonra her bir yaklaşımın olabilirliğini belirtir. Bu yaklaşımlardan hangisinin doğru olduğunun
belirlenebilmesi için akli bir delilin ya da mütevâtir bir haberin varlığının zorunlu olduğuna işaret eder.
Ancak böyle bir delil bulunmadığı için bir tercihte bulunmanın imkansızlığını ve böyle bir tartışmanın
pratiğe dönük bir yararı olmadığı için gereksiz olduğunu belirtir. “Allah Adem’e isimleri öğretti” (Bakara, 31) ayetinin dilin tevkîfî kökenli olduğunu öne süren yaklaşımı delillendiren kesin bir nas olmadığını, farklı bir yorum içerdiğini belirtir.
Sonuçta doğruluk ihtimali ağır basan yorum, dillerin çoğunun Adem’den sonra meydana geldiği
doğrultusundadır. Bu yaklaşımların her birinin doğru olmasının mümkün olduğunu, hiç birisinin kesin ve tek doğru olmadığını savunan bir diğer görüş yer almaktadır ki, bu da cumhurun yaklaşımıdır.

[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes