๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ => Ders Notları ve Özetler => Konuyu başlatan: muallim üzerinde 26 Mart 2010, 02:09:02



Konu Başlığı: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: muallim üzerinde 26 Mart 2010, 02:09:02
İSLAM FELSEFESİ 7.HAFTA


İHVÂN-I SAFA
IV. (X.) yüzyılda Basra'da ortaya çıkmış, dinî, felsefî, siyasî ve ilmî amaçlan olan, faaliyetlerini gizli olarak sürdürmüş organize bir topluluğun adıdır. Abbasî Devleti'nin son zamanlarına rastlayan, dinî, felsefî ve siyasî çekişmelerin yaygın olduğu bir dönemde felsefî ve ilmî çalışmaları, dinî ve ahlâkî gayretleriyle birlik ve beraberlik, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışmayı Öne çıkararak İslâm toplumunu fikrî bakımdan yeniden derleyip toparlamayı hedefleyen bu topluluğun tam adı İhvânü's-Safâ ve Hullânü'l-Vefâve Ehlü'l-Adl ve Ebnâü'l- Hamd'dir. Bu isim topluluğa bizzat kendilerince verilmiştir.
İhvân-ı Safâ'nın risalelerinde bile topluluk mensuplarının isimlerinin zikredilmemesi, çalışmalarında gizliliği kendilerine İlke edinmeleri, bilimsel problemleri tartışmak üzere belirli zamanlarda düzenledikleri toplantılara kendilerinden olmayanların katılamaması bu topluluğun gizli bir örgüt olduğu görünümünü vermekte, onların kimlikleri ve dolayısıyla Risalelerin yazarı veya yazarları hakkındaki tartışmaların da kaynağını oluşturmaktadır.
Resâ'ilü İhvâni's-Şafâ, kendileri belirtmemiş olmasına rağmen klasik kaynaklarda bu topluluğun kurucuları ve risalelerin müellifi olarak beş isim zikredilmektedir. Bunlar Zeyd b. Rifâa,          Ebû Süleyman Muhammed b. Ma'şer el-Büstî el-Makdisî Mukaddesî ,            Ebü'l-Hasan Ali b. Hârûn ez-Zencânî,          Ebû Ahmed el-Mihri-cânî       ve Avfî'dir. Makdisî dışındaki dört ismin topluluktaki fonksiyonunun Makdisî'nin yazdığı risaleleri istinsah edip çeşitli bölgelere ulaştırmak, yazım için bilgi toplamak, periyodik olarak topluluğun kendine has faaliyetlerini konuşmak, düzenlenen toplantıları organize etmek vb. faaliyetler olabileceği akla gelmektedir. Ancak bunların her birinin geniş kültürlü birer âlim olduğu ve risalelerin dinden kozmolojiye, psikolojiden metafiziğe, astronomiden matematiğe kadar ansiklopedik bir mahiyet arzettiği düşünülürse risalelerin, konusunda uzman kişiler tarafından yazıldığı tezi kabul edilebilir. Buna göre konular uzmanları tarafından ele alınıp yazılmış, fakat risalelere son şeklini Makdisî vermiştir.
 İhvân-ı Safâ'nın, risâlelerdeki bâtını te'vil ve yorumları ile zaman zaman Ehl-i beyt'in üstünlüğünü vurgulamaları, kendi grupları hakkında "şîa, ehlü şîatinâ" gibi ifadeler kullanmaları onların Şiîliği konusundaki kanaatleri destekler mahiyettedir. Bazı araştırmacılar ve özellikle İsmâilî yazarlar, İhvân-ı Safa risalelerinin İsmâilî akide ile özdeş olduğunu ifade ederek onları "Kur'an'dan sonra Kur'an" ve "bilimin Kur'an'ı" olarak nitelendirmişlerdir. Bununla beraber İhvân-ı Safâ'nın Şiîliği ve İsmâilîliliği tartışmalıdır. Halbuki risalelerde Şiîlik zaman zaman eleştirilmiş. Şiîler'den bir kısmının bu mezhebin ne olduğunu bilmeden onu sadece bir geçim aracı yaptığı, ilim ve Kur'an öğrenmeyi terk ettiği, kabir ziyaretine gereğinden fazla önem verdiği ifade edilmiştir. Daha da önemlisi İhvân-ı Safa. Şiî mezhebinin temel esaslarından biri olan "imâm-ı muntazar" anlayışını da eleştirir.
İhvân-ı Safa düşüncelerini, dinî ve felsefî ilimler alanında yazdıkları toplam elli iki risaleden oluşan Resâ'ilü İhvâni's-Safa’da anlatmıştır. Risaleler, İslâm düşüncesinin X. yüzyıldaki ilmî ve felsefî düzeyini ansiklopedik bir yaklaşımla aksettirdiği için yazarları modern araştırmacılarca "İslâm ansiklopedistleri" şeklinde anılmıştır.  Dinî ve ahlâkî kaygılarla ortaya çıkan İhvân-ı Safa bağnazlığı, fikir ve mezhep çekişmelerini gidermeyi, kardeşlik ve yardımlaşma duygusunu yerleştirmeyi, kendilerine göre yanlış bilgiler ve bâtıl düşüncelerle kirletilmiş olan dini, felsefe ile yeniden temizlemeyi hedeflemiştir.
Onlar için düşüncelerine temel olmada Kur'an ne kadar öneme sahipse Tevrat ve İncil de o kadar önemlidir. Din bilgisinde Hz. Peygamber'in veya Hz. Ali'nin sözü ne kadar önem taşıyorsa felsefede Sokrat, Eflâtun ve Aristo'nun, matematik ve geometride Pisagor'un ve Öklid'in, coğrafyada Batlamyus'un sözünün de önemi o derece büyüktür. İhvân-ı Safâ'nın metafizik açıklamalarında Pisagor ve özellikle Yeni Eflâtunculuğun etkisini ayrıca vurgulamak gerekir. Ancak müslüman bir toplumda yaşamaları ve kendilerinin de müslüman olması sebebiyle Kur'an'a ve hadislere daha fazla önem vermişlerdir. Mezhep tutkusundan uzak ve doğru buldukları her düşünceyi kaynağı ne olursa olsun alma eğiliminde olduklarını şöyle belirtmişlerdir: "Kardeşlerimizin ilimlerden hiçbirine düşman olmamaları, hiçbir kitabı hor görmemeleri, mezheplerden hiçbirine ön yargı ile bakıp taassuba düşmemeleri gerekir. Çünkü bizim görüş ve mezhebimiz bütün mezheplerin görüşlerini kapsar ve bütün ilimleri kuşatır.
İhvân-ı Safa. düşüncelerinin eklektik yapıda olmasının zorunlu sonucu olarak dönemlerinde mevcut her tür bilgiyi derleyip değerlendirmiş ve bilgilerini başlıca dört kaynaktan aldıklarını ifade etmişlerdir,
a) Bilge ve filozoflar tarafından yazılmış matematik ve fiziğe dair kitaplar;
b) Tevrat, İncil ve Kur'an gibi kutsal kitaplar ve peygamberlere melekler aracılığıyla indirilen sahîfeler;
c) Yıldızların hareketleri, burçların kısımları ve mevcut varlıkların şekilleriyle maden, bitki ve hayvanlardan bahseden astronomi, jeoloji ve botaniğe dair eserler;
d) Temiz ve saf insanlara ALLAH'ın ilham yoluyla bildirdiği ilâhî kitaplar.
Felsefe Anlayısı. İhvân-ı Safâ, Pisagorcu-Eflâtuncu felsefe eğitimi anlayışına uygun olarak bilgi araştırmasına matematikle başlar.  Mantık ise felsefenin ölçüsü ve filozofun aleti konumundadır. Felsefe, peygamberlikten sonra insan uğraşlarının en üstünü olduğuna göre felsefenin Ölçüsü ve filozofun aleti olan mantığın da ölçü ve aletlerin en üstünü olması gerekir.  Matematiğin gayesi insanı duyulur şeylerden akledilirlere götürmek iken mantık fizikten metafiziğe geçişte bir vasıta rolündedir. Mantık bilimlerini "zihinde tasavvur edilen kavramların anlamlarını bilmek" şeklinde tanımlayan İhvân-ı Safâ'nın mantık birikimiyle ilgili ayrıntıya gidildiğinde bazı bilgi eksiklikleri taşıdığı görülür.
Felsefe anlayışını İhvân-ı Safa mistik ve ahlâkî bazı normlar üzerine inşa eder. Bu sebeple felsefeye yaklaşımları Peripatetik anlayıştan ziyade Pisagorcu ve Sokratik amaca daha yakın görünmektedir. İhvân-ı Safa, felsefeyi Eflâtuncu bir anlayışla "insanın gücü ölçüsünde Tanrı'ya benzemesi" şeklinde tanımlarken bununla hem zihinde bilgi planında- hem pratikte benzemeyi kasteder. Filozof ise "davranışları güzel, sanatı sağlam (işinin ehli), doğru sözlü, güzel ahlâklı, düşünceleri düzgün, amelleri temiz, bilgileri gerçekçi" olarak nitelenir. İhvân-ı Safâ'nın felsefesi dinî kayıtlardan arınmış bir felsefe değildir.
 İhvân-ı Safâ'nın felsefesi, en yüksek amaç olduğu vurgulanan ALLAH'ın ahlâkı ile ahlaklanmayı kendine temel prensip olarak almış, peygamberlik ve vahiy esasına dayanan bir felsefedir.
Bilgi Anlayışı. İhvân-ı Safâ'nın düşünce sistemi insanı merkez alan bir sistemdir. İnsanın var oluş gayesi kendini ve âlemi tanıması, yaratanını bilmesi, eşyanın hikmetini ve hakikatini kavramasıdır.İhvân-ı Safa, doğuşta insan zihnini üzerine henüz herhangi bir şey yazılmamış boş bir kâğıda benzetir. İhvân-ı Safa insanın doğuştan birtakım bilgilerle gelmediği, bilgilerin sonradan kazanıldığı kanaatindedir. Sonradan kazanılan bu bilgileri elde etme yollan ise şöyle açıklanmaktadır:
 Bilgi elde etmenin ilk yolu duyulardır. Sonra akıl, ardından da burhan gelir. Mâkul olmayan bir şey üzerine burhan inşa etmek mümkün değildir. Çünkü burhan yalnız aklın ilk bilgilerinden çıkarılmış zarurî öncüllerin üzerine kurulabilir. Ancak aklın ilk bilgilerinde mevcut şeyler duyular yoluyla tek tek nesnelerden elde edilmiş, cins ve nevilere ait küllî kavramlardır. On arşın boyundaki bir tahtanın altı arşın boyundakinden daha uzun olduğunu bilemeyen bir çocuğun bütünün parçadan daha büyük olduğunu bilmesine imkân olmaması bunun en açık kanıtıdır. İhvân-ı Safa vahiy ve ilhamı da bilgide önemli bir vasıta olarak görür. Nitekim risalelerde bu çeşit bilginin merkezi olan kalp ve kalp temizliği üzerinde önemle durulmuştur.
 İhvân-ı Safâ'nın bilgi öğretisinde belirlenen bu yollar, bilgi elde etme sürecinde bir bakıma biri diğerinin temelini oluşturmaktadır. Akledilirlerin bilinmesi duyulurların bilinmesini gerekli kılar. Bir şeyin kanıtlanması için onun akledilir olması şarttır. Duyulur şeyler tabii olarak duyularla, aklî kavramlar akılla bilinir ve burhan yöntemiyle kanıtlanır. Akılla is-patlanamayan metafizik hakikatler de vahiy ve ilhamla bilinir. Çünkü aklî kapasite, en azından ilmî ve ahlâkî anlamda eğitim öğretim süreçlerinden henüz geçmemiş olanlar için aynı değildir. Bu sebeple söz konusu aşamaları katederken her insan öğretmene ihtiyaç duyacaktır. Peygamberler ise bütün insanlığın öğretmenidir. Vahiy ve ilham sayesinde ise ruh arınma sonucunda olgunluğa ermiş, bir bakıma küllî nefisle (âlem ruhu) birleşme, Tanrı'dan bilgi alma durumundadır .
Metafizik ve Kozmoloji.
İhvân-ı Safâ'ya göre matematik bilimler tabiat bilimleri için bir basamak, tabiat bilimleri de metafiziğe geçiş için bir vasıtadır.Metafiziğin ilk derecesi insanın önce kendini bilmesi, tanımasıdır. Çünkü insanın kendini tanımadan rabbini bilmesine imkân yoktur. Rabbini bilme ise bir insan için en büyük gaye, en yüce mutluluk ve ulvî âlemle irtibatında ruhun yücelmesi için en büyük etkendir. Bundan dolayı İhvânı Safâ'nın metafiziğinde Tanrı'yı bilme önemli bir yer tutar. "Görünen" (zahir) ve "görünmeyen" (bâtın) diye ikiye ayırdığı bu âlemde İhvân-ı Safa önce görüneni tanımaya çalışır.
Görünmeyenin iyi kavranabilmesi için görünenin iyi bilinmesi gerekir. Böylece fizikî varlık bilgide onlar için ilk unsuru oluşturur. Görünür âlemde insana en yakın varlık, bir bakıma kavranması icap eden bu görünür âlemin küçük bir örneği (mikrokozmos) olan insandır. Düşünen ve bilen bir varlık olarak insan önce kendini tanıyacak, sonra evrene geçerek onu kavrayacak ve bütün bunlar onun  Tanrı'yı daha doğru anlamasını sağlayacaktır.
İhvân-ı Safâ'nın metafizik anlayışında eklektik bir sistem hâkimdir. Onlar varlık ve oluşu açıklarken büyük ölçüde Yeni Eflâtuncu'dur. Sudur teorisi bu açıklamanın ana eksenini oluşturur.
Onların metafiziğinde cevherler cismanî ve ruhanî olmak üzere iki grupta incelenir. Cismanî cevherler duyu organları ile algılanabilen, ruhanî olanları ise ancak zihinde tasavvur edilip akıl ve düşünme ile kavranabilen varlıklardır ki buna "makülât âlemi" de denir. Gök cisimleri, tabii unsurlar (dört unsur) ve bu unsurlardan meydana gelen varlıklar cismanî; var oluşta Tanrı'nın aracısız olarak yarattığı faal akıl, ondan feyezan eden küllî nefis ve nihayet ondan sâdır olan ilk madde ruhanî cevherlerdir.Tanrı ise ne cismanî ne de ruhanî olarak nitelenebilir. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur; faildir, edilgin değildir. İstediği zaman istediğini yapan ve yaratandır.
İhvân-ı Safâ'nın ilk sebep, ilk maşuk ve yaratan olarak nitelediği Tanrı'nın kendine has fiili yaratmadır. İhvân-ı Safa bununla, "Sizi topraktan yaratmış olması onun nişanlarındandır âyetinde olduğu gibi "mevcut bir şeyden bir şey var etme" anlamındaki "halk" değil, Ehl-i sünnet kelâmcıları gibi önceden herhangi bir şey olmaksızın ve herhangi bir şeyi örnek almaksızın "yoktan yaratma" ve "yokluktan varlık alanına çıkarma" mânasındaki "ihtira', ibda'" ve "îcâd"ı kasteder.  Tanrı kendine has yaratma fiiliyle faal aklı yaratmış, ardından aklın Tanrı'dan herhangi bir zaman diliminde olmaksızın ve bir defada aldığı varlık, beka. kemal ve mükemmellik, feyiz yoluyla güneşin ışığını havaya aksettirmesi gibi yine bir defada- küllî nefse, ondan ilk maddeye ve sonra da diğer varlıklara geçmiştir. Akıl Tanrı'nın bizzat işlediği fiil, aracısız olarak yarattığı, kendi kelimesi ve kudretiyle var ettiği ilk varlık, ruhanî, basit bir cevherdir.
Akıl varlıkların Tanrı'ya en yakın olanıdır. Tanrı ona kendi suretini verip onu kendinden bir güçle teyit edince Tanrı'nın emrine konum, kudretine mekân olmuştur. Sanat eserlerinin maddeye işlenmeden önce sanatkârın zihninde form halinde bulunması gibi bütün varlıkların suretleri de akılda mündemiçtir. Tanrı onları akla feyiz yoluyla vermiştir. Sudur vetiresinde akıl, diğer faziletlerle beraber bu suretleri de küllî nefse aktarır.
İhvân-ı Safâ'nın "münfail (edilgin) akıl" da dediği küllî nefis, âlem tasavvurlarındaki kuşatıcı felekten yeryüzünün merkezine kadar bütün âlemi içeren "küllî-mutlak cisimle bütünleşmiş âlem ruhu niteliğindedir. 0 aynen insan ruhunun bütün bedene nüfuz edip onu yönetmesi gibi güçleri bütün âleme nüfuz etmiş canlı, bilkuvve bilen, tabii olarak etkin, basit, ruhanî bir cevherdir. Tanrı onu akıldan sonra, fakat akıl aracılığıyla yaratmıştır. Akıldaki gizli suretler ve Tanrı'dan gelen feyiz ve faziletler ona intikal eder. İlk madde ve sonra nesneler dünyası ile irtibat onunla sağlanır. Eşya onunla var olur ve cisim kendine genel bir düzen kazandıracak olan hareketi ondan alır. Tanrı'dan akıl aracılığıyla meydana geldiğinden dolayı hem varlık hiyerarşisinde derecesi aklın altındadır hem de faziletleri kabulü akla göre daha eksiktir. Bir yandan akla yönelip hayır ve faziletle donanırken öte yandan ilk maddeye yönelerek bu hayır ve faziletlerin ona ve sonra da cismanî âleme geçişini sağlar. Küllî nefis Tanrı'dan gelen feyezanı akıl aracılığıyla alınca kendinden feyezan eden ilk şey ilk madde olur. İlk madde de nefisten gelen suretleri zamanla kabul edebilen, ruhanî, basit bir cevherdir.
İhvân-ı Safa cismanî âlemdeki oluş sırası ve düzenini açıklarken madenler, bitkiler, hayvanlar ve İnsandan ibaret dört varlık tabakası belirler. Anılan varlık türlerinin her birinin kendi içinde basitten mürekkebe doğru bir derecelenme olduğu gibi tabakalar arasında da bir yakınlık vardır. Meselâ hayvanlar âleminin en alt derecesi bitkilerin en üstününe, en üst derecesi de insan tabakasının en alt derecesine yakındır.
Ahlâk ve Siyaset Felsefesi.
İhvân-ı Safa ahlâk anlayışını risaleler boyunca çeşitli yerlerde, özellikle de ahlâka ayrılan IX. Risalede dile getirir. Kendi ifadelerine göre topluluğun kuruluş amacı ahlâkîdir. İnsanın özüne işlemiş, onda yerleşik meleke haline gelmiş ahlâkı İhvân-ı Safa, "insanın her organının potansiyel olarak sahip olduğu bir fiil veya davranışı ya da sanatı uzun uzun düşünmeden ortaya koyması" şeklinde tanımlar.
Meselâ cesur bir kimse korkulu anlarda bile hiç düşünmeden ortaya atılır. Çünkü cesaret artık bir huy olarak onda yerleşmiştir. Güzel huyların karakter yapısında henüz iyice yerleşmemiş olduğu kimseler ise bir şey yapacakları zaman uzun uzun düşünürler. Bunlar yapacakları işleri ancak bir emir ve yasak, müjdeleme ve korkutma, övgü ve yergi, teşvik ve sakındırma ile yaparlar. Nefsini terbiye edip dinin emrettiği gibi davranan, sonra da eşyanın hakikatlerini araştırmaya koyulan kimse artık meleklerin ilhamını kabule hazır duruma gelmiştir. Bu olgunluğa ulaşan insan onlara göre "bilkuvve melek" olmuştur. "Bilfiil melek" olabilmesi için ruhunun bedeninden ayrılmasını beklemesi gerekir. Ahlâkı kötü kimselerin nefsi ise "bilkuvve şeytan", nefisleri bedenlerinden ayrıldıktan sonra da "bilfiil şeytan" olur. Bunlar sürekli şeytanların vesveselerine mâruz kalırlar.
 İhvân-ı Safa salt anlamda siyaset felsefesiyle fazla ilgilenmemiş, ancak mevcut devlet yönetimine bakarak olması gerekeni ifade etmeye çalışmıştır. İnsanı toplumsal bir varlık olarak kabul eden İhvân-ı Safa toplumda huzur ve mutluluğun sağlanması, düzenin korunması için bir devlet başkanını zorunlu görür. Böyle bir toplumda herkesin itaat etmesi zorunlu olan başkanın ise sembolik bir yaklaşımla akıl olduğunu söyler. Riyaset tutkusunun insanda yaratılıştan mevcut olduğunu ifade eden İhvân-ı Safa insanın bu eğilimini siyaset felsefesi açısından önemli bulur. Onlara göre riyaset gerçekleşmeden siyasetin anlam kazanması mümkün değildir. Riyaset iktidara gelme olarak kabul edilirse her insanın öncelikle kendini, kendi arzu ve ihtiraslarını kontrol altına alması zorunludur.
İhvân-ı Safa erdemli devletin öncelikle aynı düşünce etrafında toplanan, aynı din ve mezhepte birleşen, kısır çekişmelerden kaçınan, birbirinin başarısı için yardımlaşan bilginler ve erdemli kimselerden oluştuğunu söyler.  Böyle bir devletin temelini takva, harcını doğruluk, çatısını vefa ve emanete riayetle ebedî nimetlere ulaşma amacı oluşturur. Fârâbî'nin ideal devlet başkanında yaratılıştan bulunması gerektiğini söylediği on iki özelliğin İhvân-ı Safâ'nın risalelerinde de aynen yer aldığı görülür.
Din Anlayısı.
İhvân-ı Safa dini ruhun arınması, toplumların huzur ve mutluluğu için zorunlu kabul etmektedir. Esasen din duygusu insanın fıtratında mevcuttur. Bilgi ve kültür düzeyleri ne olursa olsun bütün insanların bir tehlike veya musibet anında ALLAH'a sığınıp O'ndan yardım istemeleri bunun açık örneğidir. Dinin Arapça'da "bir cemaatin bir lidere itaat etmesi" olarak tanımlandığını ifade eden İhvân-ı Safa, itaatin ancak birtakım emir ve yasaklarla ortaya çıkacağını, emir ve yasağın da bazı hükümlerle bilineceğini belirtir. Bütün bunlar dinin şeriatı olarak adlandırılır. İnsan görünen (zahirî) bir bedenle görünmeyen (bâtınî) bir nefisten meydana geldiği için dinin hükümleri de zahirî ve bâtınî olmak üzere iki çeşittir. Dinin zahirî yönünü organlarla yapılan ameller, bâtını yönünü de kalplerde yer alan inançlar oluşturur ki dinde aslolan da budur.
 İhvân-ı Safa, insanları dinî anlayış ve yaşayış biçimleri açısından üç grup altında inceler,
a) Dinin zahiriyle yetinenler: peygamberi tasdik edip namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri güçleri ölçüsünde yerine getirenler. Bunları çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu avam teşkil eder.
b) Avamdan daha üstün olup orta tabakayı oluşturanlar ise dini derinlemesine anlama çabasında olanlardır. Bunlar taklitle yetinmeyip dinin hükümleri üzerine düşünen, tefsir ve te'ville ilgilenip Kur'an lafızlarının anlamlarını araştıranlardır. Dinin zahiriyle amel ederler, fakat bâtınını da anlamaya çalışırlar,
c) Hem ilim hem de amele önem veren havas. Bunlar ilimde yetkinleşmiş, hikmette belli bir düzeye ulaşmış, manevî seviyeleri meleklerden alınma ve ancak ruhu arınmış olanların ulaşabileceği bâtını sırlara vâkıf olanlardır.
Dinin ahlâkî hedefini sürekli ön plana çıkaran İhvân-ı Safa, peygamberlerin çabalarının hem din hem dünya işlerini düzeltmek, nihaî amaçlarının da insanları kötülüklerden ve dünyaya gereğinden fazla bağlanmaktan kurtarıp âhiret mutluluğuna ulaştırmak olduğunu ifade etmiştir. İhvân-ı Safa peygamberlerin dinlerinin adı, sünnetleri, ibadet zamanları, yer ve biçimleri farklı da olsa hepsinin gayelerinin aynı olduğunu söyler. Peygamberleri "gönül doktorları" olarak niteler; onların misyonunu, çeşitli zaman ve yerlerde bedenlere ârız olan hastalıkların farklılığına göre tedavi yöntemleri de farklı olan doktorların misyonuna benzetir.
Pisagorculuğun açık etkisiyle İhvân-ı Safa, peygamberlerin ümmet içindeki konumunu ondalık sayı dizisiyle açıklar; peygamberler 1 sayısı gibi, onlara tâbi olan ashap ve yardımcıları birler, onların yolundan gidenler onlar, onlardan sonra gelenler yüzler, daha sonrakiler binler, on binler... gibidir. İhvân-ı Safa, birazda mistik bir tavırla üyelerini Hz. Nuh'un yaptığı gemiye binip madde denizinin dalgalarından kurtulmaya, Hz. İbrahim gibi bir dizi şüphe ve araştırmadan sonra kesin inanca sahip olarak melekût âlemini seyre, ruhunu bütün manevî kirlerden arındırarak Hz. Muhammed gibi miraca yükselmeye davet ederek felsefî tavırlarını nebevi modellere paralel biçimde ifade eder.
Etkisi.
 Risaleler aynı yüzyılda İslâm coğrafyasının Avrupa yakasına (İspanya) Ebül' Kâsım Mesleme el-Mecrîtî tarafından taşınmış ve Ortaçağ Latin skolastisizmi üzerinde büyük etkileri olan İspanya filozoflarının yetişmesinde önemli payı olmuştur. İhvân-ı Safa risaleleri Doğu İslâm dünyasında da geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş, aydınlar üzerinde yüzyıllar boyunca etkili olmuştur. Risaleler İbn Sina'nın da dikkatini çekmiş olmalıdır. Nitekim Beyhaki, İbn Sînâ'nın babasının risaleleri elinden düşürmediğini, İbn Sina'nın da zaman zaman bu eseri incelediğini kaydetmektedir. Ancak bizzat İbn Sînâ, İsmâilî propagandacıların felsefî telkinlerine kapalı olduğunu belirtmiştir. Özellikle Bâtınîler ve İsmâilîler için risaleler önemli bir kaynak olmuş, risaleleri en fazla onlar sahiplenmiştir. Gazzâlî'nin de İhvân-ı Safâ'yı tanıdığı anlaşılmaktadır. Gazâlî el-Münkız’da İhvân'ın felsefî tavrını eleştirmekte, Ta'lîmiyye mezhebinin Pisagor'un bozuk felsefesinden etkilendiğini ve İhvân-ı Safâ'nın risalelerinde bu felsefenin anlatıldığını ifade etmektedir. İbn Hazm, İhvân-ı Safâ'yı yıldızların bu âleme etkisi konusundaki düşüncelerinden dolayı şirkle itham ederken onların ayrıca Molla Sadra üzerine etkileri de incelenmiştir.


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Mart 2010, 02:17:40
Allah c.c. razı olsun paylaşımınız için hoşgeldiniz değerli muallim kardeşimiz sitemize
Bu paylaşımlarınızın devamı dileğiyle...


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: muallim üzerinde 26 Mart 2010, 02:21:50
Yaptığım kısaltmayı renklendirmiştim.Neden istediğim şekilde yayınlayamıyorum.problem bendemi yoksa sizin kurallarınızmı böyle


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: Zehibe üzerinde 26 Mart 2010, 02:23:52
Hayır bizde bir problem yok değerli kardeşimiz aynen kopyalayıp yapıştırmışsınız renk kodlamaları yapılmamış yapılmış olsaydı renkli görünürdü ben renklendirdim kodlarla biraz, konunun üst tarafında değiştir bölümünden bakabilirsiniz


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: Mehmed üzerinde 26 Mart 2010, 02:39:52
Teşekkür ederiz kardeşim ALLAH razı olsun paylaşımınız için.ALLAH hizmetlerinizi daim eylesin inşaallah.


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: queen üzerinde 30 Mart 2010, 09:49:30
allah razı olsun. çok işe yarayacak.


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: selçuklö üzerinde 31 Mart 2010, 22:00:51
TEK KELİME İLE MÜKEMMEL
 ALLAH RAZI OLSUN


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: mebruka üzerinde 09 Nisan 2010, 12:59:49
allah razı olsun


Konu Başlığı: Ynt: İslam Felsefesi 7.Hafta
Gönderen: Asudecan üzerinde 26 Nisan 2010, 13:47:41
ALLAH RAZI OLSUN