๑۩۞۩๑ Açık Öğretim & İlitam Dunyasi ๑۩۞۩๑ => Ders Notları ve Özetler => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 28 Nisan 2010, 16:30:48



Konu Başlığı: Hukuk Usulü 8.Hafta
Gönderen: Zehibe üzerinde 28 Nisan 2010, 16:30:48
HUKUK 8.HAFTA

I. SEDD-İ ZERÂİ‘

Tarifi  “sed” kelimesi sözlükte önünü tıkama, kapama, set ve engel teşkil etme; zerî‘a da sebep, vesile ve bahane anlamlarına gelir. Bir usul terimi olarak sedd-i zerî‘a ise “Şer‘an sakıncalı sonuçlara götürmesi kesin veya kuvvetle muhtemel olduğunda mubah fiillerin yasaklanması” anlamına gelir.

Meşruiyeti/hücciyeti     Kur’ân ve Sünnet sadece bazı tutum ve davranışları emretme ve yasaklamakla yetinmemiş, bunlara götüren davranışları da hesaba katmıştır. Mesela Kur’ân’da Cuma namazıyla mükellef olan kişilere cuma ezanı okunduğunda hemen namaz mahalline yönelmeleri ve alış-verişi terk etmeleri de emredilmiştir (el-Cum‘a 62/ 9). Burada aslında helal olan alış-veriş, namaza gitmekten alıkoyabilecek mahiyette değerlendirilerek yasaklanmıştır. Kur'an'da "(Kâfirlerin) Allah'ın hâricinde tapmış oldukları(putları)na dil uzatmayın ki, sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah'a dil uzatmasınlar!" mealindeki âyette (el-En‘âm 6/108) Müşriklerin putları hakkında hakaret sözcüklerinin kullanılması, onların da Allah hakkında kötü sözler söylemesine yol açabileceğinden, bu davranış yasaklanmıştır.

Mahiyeti   Fıkıh usulünde hem kaynaklar ve hem de metotlar için ortak başlık olarak kullanılan “deliller” kapsamında ele alınan sedd-i zerî‘a, fer‘î deliller içerisinde değerlendirilir ve kaynaklardan hüküm çıkarılırken kendisinden istifade edilen bir metot olma özelliği taşır.

Önemi   Kaynaklardan usulüne uygun bir şekilde hüküm çıkarmak anlamındaki “istinbat” teknik bir işlem olup, bu işlem yardımıyla ulaşılan neticenin yol açabileceği olumsuz durumları daha baştan fark ederek hareket etmek, kuşatıcı bir fıkhî yaklaşım açısından son derece önemlidir. Fıkhî istinbat sürecinde bu metodun takip edilmesi sayesinde, bir ilacın yan tesirleri mahiyetindeki dolaylı zararlardan korunulmuş olur. Bu sayede meseleler parçacı bakışın dar ve kısır perspektifi yerine daha bütüncül bir yaklaşımla değerlendirilmiş; hükümler arasındaki iç uyum ve denge gözetilmiş olur.

Kaynak değeri ve deliller hiyerarşisi içerisindeki yeri Sedd-i zerî‘a daha çok Mâlikiler tarafından kullanılmakla birlikte, diğer mezhepler de fitne, bid‘at gibi kavramları kullanarak veya ihtiyatlı olanı tercih etme gibi uygulamalarla farklı isimlendirmeler altında, bu tür bir bakış açısı sergilemişlerdir. Fıkıhta Sedd-i zerî‘a konusundaki yaklaşımları andıran bazı başlıklar görmek mümkündür. Mesela “Fesâd-butlân” ayrımı bunlardan birisidir. Aynı şekilde “Haram ligayrihî” de, bizatihi yasak olmamakla birlikte kendisini çevreleyen olumsuzluklar yüzünden yasaklanan fiiller için kullanılan bir terimdir.

Türleri    Sedd-i zerî‘a, bizâtihî yasak olmayan bir fiilin Şer‘an mefsedet (kötülük) olarak nitelenecek bir sonuca veya böyle sonuç içeren gayri meşru bir fiile vasıta olmasının kesin veya kuvvetle muhtemel bulunması dolayısıyla yasaklanmasını ifade eder. İyiliğe götüren yolların açılmasını ifade eden terim de feth-i zerî‘a olup, Sedd-i zerî‘anın bir türünü oluşturur.

Sedd-i zerî‘a/ zerâi‘ kavramında yer alan zerâi‘ (vasıtalar) üç grupta ele alınabilir:

a)  Engellenmesi gerektiği hususunda fikir birliği bulunan vasıtalar. Kamuya ait yolun ortasına kuyu kazmak gibi, başkalarının hayatı için tehlike oluşturduğunda tereddüt edilmeyecek eylemler bu gruba girer.

b)  Engellenmemesi gerektiği hususunda fikir birliği bulunan vasıtalar. Şarap imalinde kullanılabileceği ihtimaline binaen bağcılık yapma ve üzüm yetiştirme yasaklanmamıştır.

c) Engellenmesi gerekip gerekmediği hususunda âlimlerin ihtilâf ettiği vasıtalar.Meselâ kişinin bir malı başkasına altı ay vade tanıyıp 100'e sattıktan sonra peşin olarak seksene geri alması gibi şekillerde yapılan ve faize vasıta kılınması muhtemel vadeli satışlar (büyûu'l-âcâl) bu grupta yer alır.

Bu ayırımın yanı sıra zerâi‘ (vasıtalar), Şer‘î değerlendirme itibariyle özünde mefsedete götürme niteliğinin bulunup bulunmaması, işleyenden başkasına zararının dokunup dokunmaması, mefsedet amacına araç kılınıp kılınmaması, mefsedete götürmesinin kuvvetle muhtemel olup olmaması gibi açılardan ayırımlara tâbi tutulmuş ve bu ayırımlar için de değişik türlerden söz edilmiştir.

Şartları/unsurları

a)  Vasıta konumunda olan meşru fiil         

b) Meşru olmayan sonuç veya bu sonucu içeren fiil       

c) Vasıta konumundaki meşru fiilin meşru olmayan sonuca veya bu sonucu içeren fiile götürmesinin kuvvetle muhtemel olması Meselâ “hediye kabul etme” meşru bir fiil iken, âdil olmayan bir karar vermesine yol açacağına kuvvetle muhtemel nazarıyla bakıldığından, hâkimin hediye kabul etmesi yasak sayılmıştır.

Uygulama alanı ve içtihatlar üzerindeki etkisi

Sedd-i zerî‘a nassların anlaşılıp tatbik edilmesinde yoğun bir şekilde tatbik edilmiştir. Buna örnek olarak Hz. Ömer'in, Kur'an'da Ehli Kitap’tan olan kadınlarla evlenme müsaadesi yer aldığı halde tespit ettiği bazı sakıncalı sonuçlardan dolayı bu konuda yasak koyması; hayvan sahibinin verdiği zarardan sorumlu tutulmaması gerektiği yönünde hadis bulunduğu halde  belirli haller dışında hayvan sahibini tazminle yükümlü sayması

Fıkıh mezheplerinin sedd-i zerî‘a konusundaki tavırları, vasıtaların mefsedete götürme ihtimalinin kuvvet derecesine göre bir ayırıma tâbi tutularak şöylece özetlenebilir:

a)  Kesin olarak mefsedete götüren vasıtalar Bunların önlenmesi gerektiği hususunda fikir birliği vardır.

b) Mefsedete götüreceği hakkında zann-ı gâlip bulunan vasıtalar Genelde bunların önlenmesi gerektiği kanaati ağır basmıştır.

c)  Nadiren mefsedete götüren vasıtalar Bunların önlenmemesi ve asıl hükmü üzere kalması gerektiği noktasında fikir birliği vardır.

d)  Çoğu zaman veya nadiren grubuna girmeyen, mefsedete götürdüğüne sıkça rastlanan vasıtalar Sedd-i zerî‘anın asıl tartışma konusu olan türü budur.

Uygulamadan örnekler

Şahitlik yapma meşru bir fiil olmakla birlikte haksız yere hüküm vermeye yol açma endişesi güçlü olduğu için kişinin hasmı olduğu davacı veya davalı hakkında tanıklığının kabul edilmesi caiz görülmemiştir.

Erkeğin oruçlu iken karısını öpmesi yasaklanmış bir fiil olmamakla birlikte orucunu bozmasına yol açabilecek şartlarda işlenmesi mekruh, hatta bazı fakihlerce haram sayılmıştır.

Ölüm hastalığı (marazu’l-mevt) sırasında karısını bâin talâkla boşayan ve ardından vefat eden kişinin bu tasarrufu geçersiz sayılmış ve karısını mirastan mahrum bırakma amacıyla yaptığı kabul edilerek kadının

mirasçı olması gerektiğine hükmedilmiştir.

Mûrisini öldüren kişi mirastan mahrum edilmiştir; zira bu yolun kapatılmaması halinde birçok kişinin miras payını bir an önce alabilmek için murisinin hayat hakkını ihlâl etmesi kuvvetle muhtemeldir.

Suçlunun düşmana iltihak etmesine yol açabileceği için, savaş esnasında bazı ağır cezaların infazı yasaklanmıştır.

İki kişi arasındaki akit görüşmesi devam ederken araya girip yeni bir teklifte bulunulması husumete yol açacağı için yasaklanmıştır.

Üç kişi bir arada iken ikisinin aralarında gizlice konuşmaları, üçüncü kişiyi rahatsız edeceği için yasaklanmıştır.

II. İSTISLÂH

Tarifi     Bir usul terimi olarak, aslî delillerden yararlanmak suretiyle çözümlenemeyen fıkhî bir meselenin hükmünü, İslâm’ın ruhuna uygun olan maslahatlara ve İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemidir.

Meşruiyeti/Hücciyeti     Şer‘î hükümlerin gayeleri bağlamında maslahatı gözetme ilkesinin dayanaklarını doğrudan nasslar oluşturur. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok hükmün peşinden -açıkça veya işaret yoluyla- bununla güdülen gayeyi belirtmesi maslahatı gözetmenin fiilî örneklerini teşkil ettiği gibi, genel prensiplere ağırlık veren bir üslûbu benimsemesi ve teşrîî düzenleme konusunda olabildiğince ana noktalarla yetinip yeni durumların düzenlenmesi için sünnete ve içtihada geniş bir alan bırakması da, maslahat ilkesinin önemine yapılan bir vurgu anlamı taşır. Sünnetin bu konudaki yaklaşımının da ana çizgileri itibariyle Kur'an'daki gibi olduğu görülür.

Tatbikattaki dayanakları açısından bakıldığında, Sahabe dönemindeki içtihatlarda maslahat düşüncesine ve buna vurgu yapan sözlere de sıkça rastlanır. Meselâ Yemâme savaşında çok sayıda hâfızın şehit düşmesi üzerine Kur'an'ın cem'i konusu müzakere edilirken Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Zeyd b. Sabit arasında geçen konuşmalarda birkaç defa tekrar edilen "Bu, vallâhi hayırlı bir iş!" ifadesi, farklı düşünen tarafı ikna hususunda etkileyici bir role sahip olmuştu ve buradaki anahtar sözcük olan “hayr” ile planlanan işin Müslümanlar için yarar (maslahat) sağlayacağı ifade edilmek isteniyordu.

Öte yandan İslâm âlimlerinin pek çok şer'î delil ve hükmün ortak noktasını oluşturduğunu ittifakla kabul ettiği bazı temel kaideler de “maslahatı gözetme” ilkesinin dayanakları arasında zikredilir. Meselâ Şâri‘in yasakladığı eylemlerin küçük günahlar (sagâir) ve büyük günahlar (kebâir) şeklinde bir ayrıma tâbi tutulması ve bunlara farklı sonuçlar bağlanması, söz konusu eylemlerin içerdiği zararın (“mefsedet”in) derece farklılığından kaynaklanmaktadır.

Mahiyeti ve Önemi   Fıkıh usulünde hem kaynaklar ve hem de metotlar için ortak başlık olarak kullanılan “deliller” kapsamında ele alınan istıslâh, fer‘î deliller içerisinde değerlendirilir ve müstakil bir kaynak olmaktan

çok, kaynaklardan hüküm çıkarmada kendisinden istifade edilen bir metot olma özelliği taşır.

Kaynak değeri ve deliller hiyerarşisi içerisindeki yeri    İstıslâhın delil değerine ilişkin tartışmalar onun maslahatı gözetmeyi konu edinmesinde değil, dört şer'î delilden sonra beşinci bir kaynak olarak kabul edilip edilmeyeceği noktasında yoğunlaşır.

Esasen kendisi de bir içtihat yöntemi olan istıslâhın kavramsal çerçevesinin çizilmesinde kıyas ve istihsan gibi diğer içtihat yöntemleriyle ilişkisinin belirlenmesi, mahiyetinin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır.

İstıslâh ile kıyas dikkatlice incelendiğinde, bunların iki hususta birleştikleri ve iki hususta ayrıldıkları görülür.

I- Birleştikleri noktalar:

a)  Her ikisine de, ancak hakkında Kitab, Sünnet veya icmâda özel hüküm bulunmayan meselelerde başvurulur.

b) Her ikisi de, hükmün konulmasına illet ve gerekçe olmaya elverişli bulunduğuna kanaat getirilen “münasip bir mânâ (vasıf)” üzerine bina edilir.

II- Ayrıldıkları noktalar:

a) Kıyasa göre hüküm verilen olayda, bu olayın bir benzeri Kitab, Sünnet veya icmâda düzenlenmiştir ve nass yahut icmâdaki hükmün konmasına sebep olan münasip mana vasıtasıyla yeni olay hükmü bilinen olaya kıyas edilebilmektedir. İstıslâh’a göre hüküm verilen olayda ise kendisine kıyas edilebilecek benzer bir olay yoktur. Hüküm, doğrudan doğruya maslahat (fayda-zarar) düşüncesine dayandırılmaktadır.

b) Kıyasta, hükmün kendisi üzerine bina edildiği maslahatın muteberliği hakkında özel delil vardır. İstıslâh’a göre hüküm verilen olayda ise, hükmün kendisi üzerine bina edildiği maslahat hakkında olumlu veya olumsuz bir delil yoktur; bu hususta Şâri‘ sükût etmiştir.

Maslahat Çeşitleri

Her ne kadar “istıslâh veya” “mesâlih-i mürsele”nin çeşitleri mevcut değilse de, kendilerine bu konuda itibar edilip-edilmemesi açısından maslahatın çeşitleri mevcuttur ve bunlar üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur.

a)  el-Maslahatü'l-mu'tebere, belirli bir nassla geçerli sayılan maslahata,

b)  el-Maslahatü'l-mülğâ, belirli bir nassla geçersiz sayılan maslahata,

c)  el-Maslahatü'l-mürsele de, geçerli yahut geçersiz olduğuna dair nasslarda herhangi bir değerlendirme yapılmamış olan maslahata denir.

Diğer bir tasnife göre maslahatlar, fert ve toplum hayatındaki önem derecesi ve karşılanan ihtiyacın türü açısından zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât şeklinde gruplandırılır.

a) Zarûriyyât:   

aa)  Dinin korunmasıyla ile ilgili olarak Yüce Allah, kendisine ve bildirdiklerine iman edilmesini emredip bazı ibadetleri farz kılmış, dinin varlığını tehdit eden âmillerin ortadan kaldırılması için de cihadı emretmiştir.

bb)  Canın korunması için cana ve şahsiyete yönelik doğrudan saldırıları ve bunlara yol açabilecek uygulamaları yasaklamış; canını ya da azalarından birisini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan kişi için alternatif zaruret hükümleri koymuştur.

cc) Aklın korunmasıyla ilgili olarak aklı ve düşünme gücünü insan varlığının en değerli öğesi saymış, gelişmesi ve aktivitesi için gerekli maddî ve manevî şartların hazırlanmasını, özellikle eğitimöğretim ve tefekkürü teşvik etmiş, içki içme gibi akla zarar verici eylemleri yasaklamıştır.

dd)  Neslin, ırz ve namusun korunması için, neslin meşru biçimde sürmesinin yegâne yolu olan evlilik ve aile müesseselerinin tesis ve muhafazasını emretmiş, soyların karışmasına yol açan zinayı ve neslin korunmasını tehdit eden diğer ahlâksızlıkları yasaklamıştır.

ee)  Malın korunmasına yönelik olarak da, dünya hayatının vazgeçilmez gereklerinden olan malın meşru yollardan elde edilmesini teşvik etmiş; hırsızlık, faiz, rüşvet ve ihtikâr gibi haksız kazanç sağlama yollarını yasaklamıştır.

b) Hâciyyât: Her ne kadar zarûriyyât düzeyinde değilse de, insanların hayatlarını sıkıntıya düşmeden ve kolaylık içinde sürdürebilmeleri için muhtaç oldukları düzenlemeler ve bunların sağladığı yararlar demektir. Suyun bulunmadığı veya kullanılamadığı durumlarda teyemmüm edilebilmesi, ramazanda hasta veya yolcu olan yükümlünün orucunu erteleyebilmesi hükümleri  hâciyyât örnekleri arasında sayılabilir.

c) Tahsîniyyât:  Hayatı güzelleştirmeyi hedefleyen ve insanı mükemmeli aramaya teşvik eden - zarûriyyât ve hâciyyât düzeyine çıkmamış- düzenlemeleri ve bunların sağladığı yararları ifade eder. Bunların ortak özelliği bireyi ve toplumu erdemli, seçkin ve uygar olmaya, bu açıdan başka kişileri ve toplumları imrendirecek bir düzeye çıkma gayreti göstermeye yönelten düzenlemeler olmasıdır.

İbadetlerdeki temizlik hükümleri, israftan kaçınmanın gerekli oluşu, yeme içme âdâbıyla ilgili hükümler tahsîniyyâtın örneklerindendir.

Zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât arasındaki sınırları belirleyen kesin ölçütler bulunmadığı gibi bu konuda belli ölçütler veya tanımlar üzerinde mutabakat sağlansa bile fıkhî bir hükmün bu gruplardan hangisine dâhil edilmesinin uygun olacağı hususunda fikir birliği edilmesinin beklenemeyeceği açıktır.

Şartları

İstıslâhı ilke olarak benimseyenler, bu metoda yöneltilen eleştirileri de dikkate alarak ona kaynak değeri atfedebilmek için maslahatın aşağıdaki şartları taşımasını gerekli görmüşlerdir:

a) Maslahat, makâsıdü'ş-Şâri‘ kapsamında olmalıdır. Şâri‘in maksatları  din, can, akıl, nesil (ırz) ve malın korunmasından ibaret olup, bu esasların muhafazasını içeren her şey “maslahat”, aksi  (mefsedettir)

b) Sırf ibadet alanıyla ilgili ve nasslarla belirlenmiş hadler, keffâretler gibi taabbüdî konulara değil, akılla anlaşılabilir münasebetler (ma‘kûlât) alanına ait olmalıdır.

c) Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas gibi herhangi bir meşrû delil tarafından geçersiz sayılmış olmamalıdır.

d) Maslahatın varlığından emin olunmalıdır. Vehme dayalı maslahatlara göre hüküm verilemez.

e) Maslahat genel olmalıdır; özel bir maslahata göre hüküm verilemez.

f)  Daha önemli bir maslahatın zayi edilmesine yol açmamalıdır.

Uygulama alanı ve içtihatlar üzerindeki etkisi

İstıslâh düşüncesinin, Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra şekillenmeye başladığı söylenebilir. Sahabe döneminde re’y içtihadının kapsamı içinde istıslâh yönteminin ağırlıklı olarak yer aldığı, sosyal gelişmelere paralel olarak gerçekleştirilen idarî, adlî ve malî yapılanmada bu prensibin büyük rol oynadığı görülmektedir. Meselâ Hz. Peygamberden sonra halife seçimi, zekât vermek istemeyenlere savaş açılması, hapishanelerin inşası, malî konularla ilgili divan teşkili, para basımı, halife seçiminde istihlâf ve şûra usulleri….

Tabiîn döneminden itibaren  fıkhî meselelerin de çeşitlenerek arttığı ve çok defa meselelerin istıslâh kavramının özünde yer alan düşünce mekanizmasıyla çözüme kavuşturulduğu görülür.

Hanefî usulcüler istıslâhı ya da mesâlih-i mürseleyi müstakil bir kaynak olarak zikretmezler. Bunun birinci açıklaması, Hanefîlerin istihsânı istıslâhı da kapsayacak bir genişlikte kullanmış olmalarıdır. İkinci izah tarzı ise benzerlerine ait bir hüküm bulunduğunda bile istihsânen farklı bir sonuca gidebilen Hanefîlerin, kural dışına çıkmaya ihtiyaç bırakmayan mesâlih-i mürseleyi evleviyetle kabul etmeleridir.

Şafiî mezhebinde  istıslâhın ayrı bir adlandırma ve önem kazanmamış olmasını, mezhepte kıyas kavramına çok geniş bir hareket alanı tanınmış olmasıyla açıklamak gerekir. Ayrıca istıslâh kapsamına sokulabilecek pek çok fıkhî çözümün Şafiî fıkhında yer almış olması, istıslâhın ismen olmasa bile, tatbikatta mevcut olduğunu ve benimsendiğini gösterir mahiyettedir.

Hanbelî fakih ve usulcülerinin istıslâh karşısındaki tavrı tek bir çizgide değildir ve mezhep içinde bu konuda birbirine zıt görüşler vardır. Bununla birlikte onların genel hatlarıyla istıslâha olumlu baktıkları, ancak mesâlih-i mürseleyi müstakil bir kaynak olmak yerine kıyasa irca etmek suretiyle benimsedikleri söylenebilir.

İstıslâh prensibinin müstakil bir delil olarak kabulü klasik dönemde usulcüler tarafından tereddütle karşılanmış olsa da bu yöntem nassların doğrudan veya dolaylı biçimde kapsamadığı boşlukları doldurmada önemli bir dayanak olarak fakih ve uygulayıcılara geniş bir hareket imkânı sağlamıştır.

İstıslâh ilkesine dayalı olarak verilen hukukî hükümler, bilhassa ceza hukuku hükümleri geç dönem fıkıh kitaplarında "siyaset" terimiyle anılmıştır. Bu terimi "hakkında şer'î bir hüküm bulunan bir suçun cezasını fesadı tamamen ortadan kaldırmak için ağırlaştırmak" şeklinde tarif edenler olduğu gibi; şartlar gerektirdiğinde cezanın indirimi, tecili yahut tamamen düşürülmesi şeklinde anlayanlar da olmuştur.  İstıslâh prensibinin siyasette ve kamu düzeniyle ilgili uygulamalarda sıkça dile getirilen bir meşruiyet aracı olması, onun âdil olmayan ve yaptıklarına şer'î bir dayanak bulamayan idareciler tarafından “kamu yararı, devletin bekası, nizam-ı âlem” gibi isimler altında istismar edilmesine yol açabilmiştir.

Son iki yüzyıla gelindiğinde İslâm dünyasında ıslah, tecdit ve hukukta modernleşme fikrinin canlılık kazanmasıyla klasik doktrindeki maslahat kavramı bağımsız bir prensip olarak yeniden keşfedildi.Modern dönemde çerçeve ve işlevi genişletilerek İslâm hukukuna değişim kabiliyeti ve dinamizm kazandıran anahtar bir kavram olarak öne çıkarıldı.

III. İLHÂM

Tarifi     En geniş anlamıyla ilham “doğrudan veya bir melek vasıtasıyla ulaşan ilâhî telkine veya bu şekilde bir ilâhî telkinde bulunulması” na denir.Terim mutlak olarak kullanıldığında, vahyi dışarıda bırakacak şekilde “peygamberlik sıfatı taşımayan insanların kalbine ulaşan ilâhî telkin” anlaşılır.  Fıkıh Usulü’nde ilham başlığı altında, feyiz ve ilham yoluyla elde edilen bilgilerle amel etmenin meşru ve bağlayıcı olup olmadığı tartışılır.

Meşruiyeti/hücciyeti   Kur’ân’da sadece Şems Suresi’nin 8. ayetinde geçen ilham kavramıyla, Allah'ın insan benliğine hem manevî zaaflarını hem de güçlerini yerleştirdiği belirtilir. Hz. Musa'nın annesine yapılan vahyin,

“doğrudan Allah tarafından kalbine ulaştırılan ilham” anlamına geldiği, Müfessirler tarafından genel kabul gören bir görüştür. İlham kavramı hadislerde de yer alır. Hz. Peygamber Husayn adındaki sahâbîye öğrettiği duada, "Allahım! Bana gerçeği bulma yeteneğini ilham et! ifadesi mevcuttur. Yine Hz. Peygamber“Sizden önceki ümmetler içinde ilham verilen kimseler vardı. Eğer ümmetimin arasında böylesi bulunuyorsa o Ömer'dir. demiştir. Bütün bu deliller, ilhamın varlığını kesin olarak ortaya koymaktadır.

Önemi    Herkesi muhatap kabul eden ve yalnızca peygamberler vasıtasıyla gönderilen “genel nitelikli ilham” anlamında “vahiy” sona ermişse de, özel ve şahsi mahiyetteki ilham Kıyamet’e kadar sürecektir. Yüce Yaratıcısıyla doğrudan ve kişisel olarak irtibat kurmak suretiyle O’ndan yardım alması, insanın Dünya’da kendisini yalnız ve sahipsiz hissetmemesi, O’nun her an gözetim ve koruması altında olduğunun farkına varması açısından son derece önemlidir.

Kaynak değeri ve deliller hiyerarşisi içerisindeki yeri     İlham daha çok Şîîler ve Tasavvuf erbabı tarafından kullanılan bir delildir. İlk devir sûfîleri, Kur'ân ve Sünnete başvurarak değerlendirmeye tâbi tutmayı gerekli gördükleri ilhamı, sadece itikadî konularda dikkate alırken, daha sonraki sûfîlerce ilham, bütün dinî konularda kullanılan müstakil bir bilgi kaynağı haline getirilmiştir.

Âlimlerin ilham konusundaki yaklaşımları

A.  İlham, Allah veya melek tarafından kalbe ulaştırıldığı için en doğru bilgi olup kesin delil kabul edilebilir. Başta sûfîler olmak üzere İbn Sînâ, Abdülkâdir el-Bağdâdî, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, İbn Haldun, Zebîdî ve Haydar el-Âmülî gibi âlimler bu görüştedir. Dayandıkları deliller ise şöylece özetlenebilir:

a) Allah takva sahiplerine bilmediklerini öğreteceğini belirtmektedir. “Allah'tan korkarsanız size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir.(el-Enfâl 29)

b)  Hz. Peygamber Allah'tan ilham talep etmiş, ashabına da bunu öğütlemiş, ilmiyle amel edenlere Allah'tan bilgiler geleceğini haber vermiş ve ilham meleğinin müminin kalbinde Allah adına nasihat verdiğini bildirmiştir.

c)  Ashap ve tabiîn nesline mensup muttakî kişilere pek çok ilhamın gelmesi, bu tür bilginin varlığına ve doğruluğuna bir delil oluşturur.Hz. Ebû Bekir'in doğacak çocuğunun kız olacağını söylediği nakledilmektedir.

d)  Salih kimselere sadık rüyalar yoluyla bazı bilgilerin ilham edildiği : Hz. Peygamber, sâdık rüyaları nübüvvetin bir parçası olarak değerlendirmiş ve vahyin kesilmesinden sonra geride bu yolun kaldığını söylemiştir.

e) Dinin aslı vahye dayandığına göre onun anlaşılabilmesi için Allah'tan gelen bilgilere ihtiyaç vardır. Hz. Peygamberle birlikte vahiy kapısı kapandığından, geride sadece ilham yolu kalmıştır.

f)  İlâhî emirlere uyan herkes ilhamî bilgilere tecrübe yoluyla ulaşabilir. İlhamî bilgiler ferdî tecrübelere konu teşkil ettiğinden bunları reddetmek isabetli olmaz.

B.  İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkün olmakla birlikte, bunlar genel geçerliliği bulunan kesin bir bilgi kaynağı teşkil etmez ve dinî alanda delil olarak kullanılamaz. Her ne kadar Sûfiyye ve onlara tâbi olanlar bu görüşü kabul etmezlerse de, İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu görüştedir ve onların delilleri şöylece özetlenebilir:

a) Kur'an'da insanın doğru bilgiye ulaşmak için başvurması gereken kaynaklar duyular, akıl yürütme ve vahiy olmak üzere üç noktada toplanır. Yine Kur'an'da canlı-cansız bütün varlıkları gözlem altına alıp incelemeyi ve akıl yürüterek onların menşei hakkında bilgi üretmeyi emreden, daha sonra da üretilen bilgilerin vahyi teyit ettiğini açıklayan 700'den fazla âyetin mevcudiyetine karşılık, ilhamî bilgilerin elde edilmesiyle ilgili açık anlamlı beyanların bulunmayışı, bu yöntemin kesin bilgi kaynağı olmadığını gösterir.

b) Hz. Peygamber'in Allah'tan rüşdünü ilham etmesini istemesi özel anlamda değil genel anlamda bir ilham niteliği taşır.

c)  Eğer ilham kesin bilgi kaynağı olsaydı, bu yöntemle elde edilen bilgiler arasında çelişki bulunmaz, farklı din ve mezhepler teşekkül etmezdi.

d) İlhamî bilgiler kontrolü mümkün olmayan sübjektif bir nitelik taşır. Bu sebeple ilhamın bilgi kaynağı olduğunu iddia etmek kadar, olmadığını söylemek de mümkündür.

Sonuç         Fıkıh usulünün kaynak ve metotları anlamındaki “deliller”i arasında sayılmayan ilham, fıkhî açıdan güvenilir bir bilgi ve hüküm kaynağı teşkil etmez. İlham neticesinde elde edilen bilgi, fıkhın sabit hükümleriyle çelişmediği ve şahsi olarak değerlendirildiği sürece tatbik edilebilir.