๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:37:08



Konu Başlığı: Zamana bir velvele salmak istese de yüreğim
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:37:08
Zamana bir velvele salmak istese de yüreğim

“Oğul daldı yüreğim daldı

Oğul çöl yokuş beni aldı

Ele yıkılasan memleket

Hesretım sende kaldı ”

 

Bir Erzurum Türküsünden

Çekilir iş mi şimdi bu? Bu acı, bu hasret, bu düş kırıklığı. Bu ne olacağı, nereye varacağı belirsiz yürek yangınları, iç burkuntuları. Nerede ve nasıl yakalandım yine. Uzak durma gayreti içindeyken, birdenbire mi önüme çıktı yüreğimi titreten bu rüzgâr? Yakalanmayı ben mi istedim, yoksa bir zaaf anımdan yararlanarak, o mu esir etti beni kendine. İşte asıl burası karışık ve çözüme muhtaç.

Şimdi ise; hislerim ezik, şehir sessiz ve ben eskiden olduğu gibi, ara sıra takıldığım bu eski zaman mekânında kaleme sarılmış bir haldeyim. Yine korkar oldum kendimden. Kendimden ve belki de her şeyden. Bu zamanda ve bu anda, çekilmesi zor bir efkârın, izinsiz, ruhsatsız bir halde doldurmaya başladığı yüreğimden dertliyim.

Kime boyun bükeyim, kimin ellerinden tutayım, kimin kapısında kul olayım, kime yalvarayım, hangi divana varayım; ya ben halimi kime arzedeyim? Bir vakit önceye dönmenin, eline düştüklerimin cevrinden, çilesinden kurtulmanın çaresini kimden sual edeyim? Gün gün derinleşen bir düşüncenin narına yanmışlarının hikâyesini bilmem ki “Yâre şekva eder mi rüzigâr”.

Neyin kavgasını ve niçin vereceğimi anlatacak biri var mı acaba? Bir ceylan gibi, en can alıcı noktama isabet etti bu vurgun. Oysa, belki ava çıktığının bile farkında değil avcı. Kendime karşı, gaflet, dalâlet ve hıyanet içinde miyim şimdi? Kendi ellerimle nasıl da kuşattım kendimi. Nasıl yaraladım henüz kapanmamış o eski yerimden. Şimdi akıl, sabır ve kalp,  yeni bir ateşte daha imtihan edilmek üzre midirler? Akıl; emrine verilenlerin üstündeki etkinliğini kaybetmeye, sabır; azalmaya ve iradeden yoksun olan kalp; hükmünü yürütmeye başlamışsa, bu kargaşanın doğuracağı endişe, korku, kaygı ve çelişkilerle başa çıkmanın zorluğunu azaltmanın yolunu ve yönünü kaçımız biliyoruz acaba?

Yine o eski mekândayım ve kederlerimi, ümitlerimi, gözyaşlarımı geceyle paylaşıyorum. Rüyalarımı geceye anlatıyor ve tabirlerini ondan dinliyorum. Sabrımı, metanetimi, dayanma gücümü, içimden geçenleri terz yüz etme yeteneğimi bir kere daha sınıyorum. Bunun benden ne aldığını, bana ne verdiğini sorguluyorum. Varken; yokluğunun acısıyla kavruluyorum. Hani şair diyor ya:” Ben ta senin yanındayken bile hasretem sana”  Yokken; varlığının acısıyla yanıyorum ve arada bir, zamanın aldatıcı çekiciliğine kapılıp gidiyorum.

Bu benim kaçışlarım, bu benim yakarışlarım, bu benim savaşlarım. Ellerimi boynuna doluyorum şüphelerimin. Yok, yok, sadece şüphelerimin değil; altından kalkmaya çalıştığım ve bir alışkanlığa dönüşmemesi için çabaladığım, arada sırada kökten yok etmeye, bitirmeye davrandığım çelişkilerimin de. Hem zaten çelişkisiz hayat olur mu ya da çelişkisiz hayat hayat mıdır? Hayatın farkına çelişkilerin yardımı olmadan nasıl varılır ki.?

Bazen kontrolümü kaybedecek, kendimden ve etrafımdakilerden vazgeçecek gibi oluyorum. Bir ben mi sadece; kim bilir daha kimler düşüyor böylesine sakıncalı bir durumun yakıp yıkan ellerine. Yanlış yapmanın, değişik davranmanın, insanların istediği gibi yaşamamanın faturası, bir gidip, bir geliyor kafamın içinde. Geçmişte yaşadıklarım, kavgalarım, kendimi ikna ve teselli etme turlarım devam edip gidiyor zihnimde böyle zamanlarda.

Ne var ki; bir hicran akşamında yine başım dertte. İzler mahşerinde sükûneti aramak gibi bir yanılgıya kapılan gönlüm, nice bir hüzne dalıp çıkarak, içinden yükselen sese kulak tıkamaya çalışıyor. Sürüklenişinin sebebi olan engellerden, kendince dem tutarak kurtulmayı hesap ediyor. Sessiz, durgun ve içli bir gövdeye, narin bir duruştan eklemeler yaparak, bu çıkmazın endişesini hafifletmeye uğraşıyor. Hissettiklerimi ara sıra test etme cüretkârlığıma yeni bir çerçeveden bakmanın yollarını arıyor. Ya da, bana gösteriyor.       

Böyle anlarda, hüzün ve boş vermişlik; sarkacın iki ucu. Sarkaç hüzünlü tarafta eyleştiğinde; sessizleşiyor, içten içe kabaran bir umutsuzluğun körüklediği isyan, ardından kendi içine çekilmeyi telkin eden bir incinmişliğe bırakıyor yerini. Ve belki bir çare olacakmış gibi, ay ışığı vakitlerinde sokaklara dalıyorum yine.

Birbirine yaslanmış evlerin köhnemişliği, perdelerde dolaşıp duran gölgeler korku salıyor içime. Ruhumu, git gide artan bu korkunun ellerinden kurtarmak için, sakinleri gün geçtikçe azalan bu sokak aralarını hızla terk ediyorum.

Sarkaç boş vermişlik tarafına doğru yöneldiğinde ise, çevremi saran karamsarlıktan, yiyip bitirici düşüncelerden kaçmanın yollarını arıyor ve  kendimi can havliyle bir sıradanlığın içine atıyorum. Dünyamı altüst eden bu dayanılmaz belirsizlikten, bu karmaşadan bir an önce azat olmam gerektiğine kendimi inandırmaya çalışıyorum. Halbuki içimden /kalbimden/beynimden/bir yerlerden yükselen ses, ona gerçek manada söz geçirememiş olmamdan da cesaret alarak, şöyle sesleniyor:

“Beni, gün gün soruları, acısı, vurgunluğu artan bir manzaranın ortasında, çılgın bir hissedişin kollarına bırakıp, sen de gitme no'lur!”

Ne var ki, anbean çoğalan, her zaman içinde gezdirmeyi dayatan ve nereye varacağı belli olmayan bu ağırlık, insanı cendereye alan bu ıstırap, her boş veriş sonrasında, eskisinden beter bir savruluş ve eksiliş getiriyorsa. Bu manzaranın içine, eski mağlubiyetler, eski kaybedişler de ekleniyorsa. Suçlayacak bir muhatap bulamamanın derin acısı içinde, dar vakitlerde çelişkilerle boğuşmaktan yorulunca, akıp giden zamanın kollarına bırakıp kendimi, diğerleri gibi maske takıyorum ben de.

Fakat yine de, her gece bir muamma daha ekleniyor içimde misafir olanlara. Çözülmesi gereken soruların sayısı artıyor. Zamana bir velvele salmak istese de yüreğim; mecburiyetlerin mahkum ettiği böylesine yorgun ve yılgın bir yürüyüşün bu yankıya cevap veremeyeceğimi biliyorum. Bir türkünün nağmeleriyle içimin ateşini soğutmaya çalışıyorum:

 

   Kırma gönül şişesini / Yapan bulunmaz bulunmaz

   Yıkma Hakkın binasını / Ören bulunmaz bulunmaz

   Taşı aşkın dalgasını / Çekmeli dost belâsını

   Bu melâmet hırkasını / Giyen bulunmaz bulunmaz

   Aşk perişandır şaşkına / Hak yardım etsin düşküne

   Kerem gibi yar aşkına / Ölen bulunmaz bulunmaz

 

 

 

Mehmet ÖZTUNÇ

sırrın ağzı

“Kalbini unutan neye benzer.”

Bıçağın insan tenine yaptığı yolculuklar. Ve o yolculuklar öncesi ruhların duyduğu ürperti…

Bütün sakinlerinin öldüğü eve giren biri, o tanıdık ölüleri hatırlayınca neler hisseder?                                    Tavanda biriken örümcek ağları, hangi puslu yüzlere karşılık gelir?

Geçmişine dönen ben, tenimdeki bıçak izlerini gördüm ve ruhum parçalandı.

Geçmişten şimdiki zamana uzanırken “ölü evinden hatıralar” toplamak için geçmiş zamana döndüm.

Gölgemiz mi bize yakındır; bizi izleyen tehlikeli bir çift adım mı? Gölgemin yanında bir çift tehlikeli adımla dolaştım, o kirli yurt koridorunda. Lekeli halıya karışan, tahtakurularının salya kokusu, havaya kasvet katarken araladım, o incecik kapıyı. Kirpiklerim, uçlarında ıslak taneciklerle ağırlaştı. Bıçağın, iştahla köpüren tenlere yaptığı yolculuklara benzer bir kırılma yaşadım, geçmişin kuytu ve uzak kıyılarına yaptığım yolculukta.

Benim nabzım şimdiki zamanda atmadı hiçbir zaman. Kanımda, geçmiş zaman deveran ederken, şimdiki zamanın üvey çocuğu oldum. O, kirli yurt koridoru şimdiki zamanım; içine girdiğim oda, geçmiş zamanımdı benim. Bir çift göz takılı kalmış, o odanın boşluğunda. Beni görünce yeniden açan yedi renkli bir çiçek gibi açan bir çift göz vardı bir zamanlar, bu odada. Bağdaş kurmuştuk bir sofranın etrafına. Ham ham gülüyorduk; o gülüşler, hain şerareler gibi birikiyor şimdi üzerimde. Ruhumun çatlağına sızan gülüş sesleri, acı damıtıyor. O bağdaş kurduğumuz yerde çok sesli bir boşluk var. O boşluk, bir beddua gibi siniyor üzerime. Bana “Ağrı Dağı'nı Efsanesi” gibi mutantan Yaşar Kemal heybetiyle yaslanan, o yedi renkli gözler, şimdi boşlukta asılı duruyor. Yazık ki, geçmişin zembereğini yeniden kuramıyorsunuz.

Cesaret nedir ki, korkunun kılıfından başka. Cesaret ne kadar azametliyse korku da o kadar büyüktür. O korkunun içinden cesaret kılıfı kuşanıyorum ve geçmiş zamanı karşıma alıyorum. Kaç zamandır, tersine yürüdüm durdum. Bu ters yürüyüşün adına da gelecek zaman dedim. O yurda, o kirli koridora girmek istemedim. Ama kaçış nereye kadar? Odaya girmiştim. Dolaplara uzandı parmaklarım. Dokundum, ürperdim. Dolaplara adlarını kazımış dostlarımdan izler vardı. Saçlarını  okşar gibi, gözlerine bakıp “evet” der gibi dokundum, baktım o dolaplara. Kazınmış adlarının ve soy adların ilk harflerine dokundum. Konuştum onlarla. Susarak, çok sesli sessizliğin içinde bütün kelimelerimi kuşanarak konuştum. Dostlarımı hatırladım. O toparlanmış, bir kervan gibi yola düşmüş bağdaşları aradım. Bütün gözler içinde ışıyan, o bir çift gözü aradım.

Ben o odada bir girdabın içindeyken kapıyı bir yabancı açtı. “Ey tufan bunu saymam dedim!” Putu kırılınca inancının içi boşalan o zavallı putperestin çaresizliği çöktü üzerime. Odaya bir çift tehlikeli adım girmişti, gölgemle benim arama girerek. “Ağrı Dağı'ı Efsanesi” yerini “Tehlikeli Masallara” bıraktı. Kırkıncı gömleği çıkarttığında insan olabilecek yılan prens gibiydim; ama üzerimdeki otuz dokuzuncu gömlek Kerem'in ateşten gömleği gibi tenimde kıvılcım almıştı. O, otuz dokuzuncu gömleği bir türlü üzerimden çıkartamadım. İçeri giren bir çift tehlikeli adım, zembereğin çarkını boşalttı.

“Ama dönüş? Dönüş olmasa

Her yolculuğun sonunda

Fırtına bir gece gibi uğuldayan ruhuna”

O koridora niye gittim ki? O odaya niye girdim ki? Canım bu kadar yansın diye mi? Geçmişini anlamlandırmak için atalarının tersinden bir yürüyüş yapan antropologun tersine ben, geçmişimin anlam yükünü hafifletmek için bu koridora, bu odaya dönmüştüm. Eline geçen birkaç taş tablet ve viran olmuş mabetlerde kendisini bulduğunu sanan ve kendisini taş ve virane ile anlamlandıran antropologun elindekiler, onu mutlu ederken benim elim boştu; oysa geçmişimin anlam yükü, o boşlukta artmıştı.

Şu arsız şimdiki zaman bize unutmayı öğretiyor. Bir secdeden eksik vecdle kalkıyorum. Alnımda seccade izi var; ama secde izi yok. “Dağılmak iyi geliyor insana/iyi geliyor boşlukta oturmak” dağılmak ve boşlukta oturmak.

“Bir zamanlar en çok sevdiğim dostum sizdiniz, oysa şimdi…” Kelimelerin o kadar pervasızca çıkıyordu ki ağzından. Ben onları duyamıyordum bile. O gün anladım: “Her kardeş bir Yusuf'tu ötekine” Kelimelerin şakaklarıma dayanmış metal bir namlu gibiydi. Korkuyordum. Seni kaybetmek hayatımdaki birçok anıyı anlamsızlaştıracak ve ben o anılara yeniden anlam arayacaktım. Geçmişimin boşalmasıydı, anlamsızlaşmasıydı beni ürküten. “Ben seni değil sadece, bir dostumu da kaybetmiştim.” Bazen közden kalan küllerin diplerinde gizli korlar gibi aydınlanırdı gözlerin; ama saman alevi kadar sürerdi. Şimdi nerdesin onu bile bilmiyorum. Belki de birkaç adımlık bir uzaklıkta birbirimizden habersiz yürüyoruz. Yanıma yaklaşan bir çift tehlikeli adım gibi.

“Kalbinden muradını almayanlar

Uzun ömür göremez!”

         Yakınlığını bir anlık ayrılıkla ölçtüm

         Meğer uzaklığın dudaklarımda suni teneffüs

Kalbime söz geçirmeyi yeni yeni başardım. Zembereği çözüldü kalbimin. Paslı zincirin o karanlık kuyuya inmesi gibi iniyorum kalbime. Şakaklarımda iki el silah sesi gibi çoğalıyor kelimelerin. Yerdeki kanım, şimdiki zamanımı karşılıyor; kulaklarıma dolan uğultu ise geçmiş zamanımı… Bir sala bile okumadın ardımdan. Ben tenimi şimdi bir kefen gibi taşırken, bir sala bile okumadın ardımdan. Yerdeki kanım, şimdiki zamanım; o dinmeyen uğultu ise geçmiş zamanım.

         Şaire hak vermemek ne mümkün: “İnsan buharlaştığı yere benzer

                                                            Döküldüğü yere benzemez!”

         O kırkıncı odadan çıktım (mı), hiçbir zaman…


 

İsmail BİNGÖL