๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 16:30:56



Konu Başlığı: Yüz yüze güz güze
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 16:30:56
yüz yüze, güz güze

İsteyen, başlığın sonundaki üç noktayı "benzer" şeklinde tamamlayabilir; bahusus, yüzün yüze, güzün güze benzediğini elifi elifine ispat etmeye pek muktedir olduğumu siz erbab-ı edebiyata göstereceğimden hiç şüpheniz olmasın. Lakin okuyuculardan mühim bir rica; lütfen yazının ruhaniyetine saygı çerçevesi içinde kalmak şartı ile yağmurlu bir havada okunması acizane tavsiye olunur.

Yaz günlerinin gövdeleri epriten zamanlarından çok önceleri, bakraçlarıyla suya inen şehrin nazeninleri (elbette bir zamanlar şehirde de suya inenler vardı, ne sandınız ya) yaprakları su yalağında görüp ıslık çalan çam kozalaklarının gittikçe koyulaşan rengine bakarak anlarlarmış güzün misafirliğinin pek yakın olduğunu. Suya düşen örgülü saçlarını düzeltirlerken sudan yansıyan yüzlerinin güz kadar ve de güz gibi sarardığına hiç aldırmazlarmış. Hiç akıllarından çıkarmazlarmış zira "ömrün uzun, düğünün güzün olsun" duasını. Ziyasıymış çünkü toprak damlara damlayan güz güneşi yüzlerinin. Horozlu aynaların bir sırrı saklar gibi saklandığı güz köşelerinde, yağmurların soldurduğu kurutulmuş düğün hayallerinin güzü kıskandıran işveleriyle bakarlarmış aynalara. Yıllar sonra farkına varırlarmış aslında, bakraçların suya salınan gövdelerden taştığının. Çünkü yağmurlar gövermiş ekinin anasıymış yeryüzünde. Kızlar yüzlerinde asılı güz erkeğinin bilirlermiş gelmeyeceğini. Bilirlermiş ve fakat gün gün güzleyin ağaran saçlarının yüzlerine vuran ağır aksak şarkısını söylemeye utanırlarmış. Utandıkları için söylenirmiş "ömrün uzun, düğünün güzün olsun" duası.  Evlere ‘kumru tadı bırakarak’ sokulan güz, dibeklerde döğülen bulgurun, ikindi sonraları ağırkanlı bir güneş eşliğinde serilen peksimetin, dutun, pekmezin ve narın evlek dostuymuş. Kızlar yağmurlardan sonra açarlarmış ellerini Allah’a…

Rahmetli ninemin anlattığı masalın bir güz tadı bırakacağını umarak uyarladım okuduğunuz metni. Hangi iklimin çağrısı sayılırsa sayılsın, bir kez güneş bakır rengiyle şehri yalamayıversin, imkânı yok leylak morundan kurtulmanın. Ya da şöyle seslenmek gerek; gül kurusu, saten sürmelerden yansıyan sonbahar, ey sevgilim!.. Gerçek şu ki, biz insanlar yüzümüzü senden yana çevirdiğimizden olmalı, birbirimize daha çok benzedik. Aynı durgun telaşla aramızda gezinen ten kaygusu, bir yerlerde bekleşen gölgeleri daha fazla örselemişse bu suçlu olmadığımızın en önemli işareti sayılmalı. Birbirimize benziyoruz, çünkü şehirlere düşen bombalar gibi aynı sertlikle su verilmiş gövdelerimize. Birbirimize benziyoruz, çünkü Allah’ın arzında insanlar daha çok kan dökücü artık; sen daha çok sarıyorsun mevsiminde bedenleri. Ancak yine de müteşekkiriz sana, ki; her yüzde gizli bir güz saklayan hayat, ikramı eksik sofraların mahcupluğuyla ağırlıyor bizleri. Adına eylül dediğimiz ve ümit tadında hep tez canlılıkla kimi zaman nafile bekleyişlerin durağı o ömür perdesi, gerçek kadar derin bir iz bırakılmış yüzümüzde asılı bir kelebek ölüsüdür!.. Her yüzde o gergin hali yaşıyor olmanın, her yüzde güze benzeyen aynı sükût… Şehirleri bir bir dolaşan o ‘pastoral senfoni’, insan yüzlerinden taşan acemice yazılmış bir şarkı sözünün nakaratıdır artık. Düşündüğümüz en dokunaklı söz karşısında bile güz kadar ağırbaşlı hiçbir munislik yoktur yanıbaşımızda. Güz diyoruz, şehirlere karışan kutsal yüzü insanlığımızın. Yaşadığımız bütün hüzünlerin tek nefes, tek mevsimlik konuğu. Ayrı durduğumuz bütün söz emanetlerinin biricik hatırlatıcısı. Ayak tıpırtılarından, eşikte bekleyen gölgelere değin her coşkuyu hüzünle sınayan insan yüzü insanlığımızın. Hem, nedir aradığımız eski bir gün bulaşığı olan gönlümüzde? O tamah, o güvercin kumkuması günlerden geriye ne kaldı sanki? Sokağın sesine müptela yaşayanlara sorarsanız, buruk özlemler arasında eskidikçe güzleşen gizli bir yüz, yitik bir dost bulma ümidi her şey. İnsanların yüzlerine bulaşan güz, aramızda saklı duran gizi daha fazla aşikâr kılıyor artık. Herkes farkındadır ya, şehirlerin, caddelerin, sokakların yakasına yapışan o ter-ü taze yaban koku, yüzümüzü yalamaya başladığı son ağustos akşamından sonra, birbirimize benzetir bizleri. Birbirimize benzetir ve ‘ben güzü kokusundan anlarım’ diyenlere nispet, tutar insanı sevdirir bizlere. Çünkü güz biraz da insanın kendisidir adamakıllı. Şimdi iyi niyetli bir güz klasiğinin tadına doyum olmaz pastel karmaşası karşısında, "Bu da geçer; Ya Hû" demeyenimiz var mıdır acaba?

Evet, belli ki hatt-ı leziz üzere, ömür varakasını üstünkörü dolduranlara nispet, güz ağrısını bile hoş rayihalar eşliğinde karşılamasını bilenler pek mesutturlar. Belki içimizi güz ayrılığını fevkalade musikiler eşliğinde yaşarken pek acıtmaktadır Tamburi Cemil Bey fakat, şehrin asık çehresinden taşan sinemakilere Ahmet Haşim’in anlatacağı gayet rikkat ehli cümlelerini salıkveririm. Çünkü bana soran olmasa da söyleyeyim, en fazla güz yüzlü şairimizdir Haşim. Sonra ‘gün eksilmesin penceremden’ diyen Cahit Sıtkı… Var mıdır dersiniz onun kadar bu dünyada güz aşığı başka bir adem? Ya Necip Fazıl’ın asırları adeta geride bıraktığını hissettiren o meşhur duruşu? Her çizgisi bir ömrün güzünde saklı kalmış o dokunaklı çehre… Biz, yaşadığımız günlerin fırtınalı telaşlarını şairlerin diliyle savuşturduk. Her güz vakti, güzün bereketli günleri için şairlerin dualarına sığındık. Şair yüzlerinden okuduğumuz her mısra bizlere, yüz yüze, güz güze benzer naif cümlesini tamlayan bir cesaret bağışlatıyor sanki.

Demiştim ya, ‘isteyen, başlığın sonundaki üç noktayı "benzer" şeklinde tamamlayabilir; bahusus, yüzün yüze, güzün güze benzediğini elifi elifine ispat etmeye pek muktedir olduğumu siz erbab-ı edebiyata göstereceğimden hiç şüpheniz olmasın’ diye. Şüphe edenlerin haklı çıktığını söylemeliyim. Belli ki her yüze bulaşmış güz kadar, ‘kış’ın hiçbir zaman göç etmediği yüzler de varmış. Yaşadığımız coğrafyanın savaşa bulanmış otoriter yüzleri düşüncelerimi anlamsız kılan endişelerle yağdırıyorlar bombalarını güz yüzlü bebelerin, çocukların üzerine… Güz ne ki?..


Reşit Güngör KALKAN