๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 16:33:31



Konu Başlığı: Yok oluşun cazibesinde yaşamı düşünmek
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 16:33:31
Yokoluşun cazibesinde yaşamı düşünmek


1.

Modern insan, amaçlarına uygun kazanımlar elde etme yolunda, varoluşunda mevcut olan insani değerleri; yeni kimliği, kişiliği için gereksiz fazlalıklar, hareket kabiliyetini sınırlayan unsurlar olarak gördü. Varlık skalası içinde insan, yerini kul olarak sürdürmek, onu her defasında kimi sorumluluklarla sınırladığından sınırsız ve sorumsuz davranamazdı. O formatın dışına çıkmaksızın tanrısı olacağı bir dünya inşa edemeyecek, yeryüzünü ve yaşamı doyumsuz nefsinin buyruklarına göre biçimlendiremeyecekti. Sonuçta kendi zevklerinden başka ölçü tanımama noktasından hareketle koyulduğu her şeyi yeniden tanımlama ve biçimlendirme çabası, aynı zamanda kendi varlığını da yeniden tanımlama ve biçimlendirme faaliyetiydi. Kendi yerini değiştirdiği için her şeyin de yerini değiştirmeliydi. Yeni dünyaya ekleme veya çıkarmalarla yapılan müdahaleler her defasında insanın kendi anlam ve ontolojik özelliğinden bir şeyler koparmasını gerektiriyordu. Bu dünya kuruldu ama geride yontula yontula tükenmiş/tüketilmiş çaresizliğiyle önemsiz insan varlığı kaldı. O şimdi başlangıçtaki düşleriyle sonraki realitelerin trajik çatışma noktasında sözde kazanımların sağlıklı değerlendirmesini yapma yetkinliğinden bile yoksun gözüküyor. Bugün insan yitirdiklerini hatırlayamayacak kadar sefil ve acınası bir durumdadır. Kafka'nın böceğini oynamaktadır.  Kurduğu yapay dünya ve o dünyanın mecburiyetlerine kodlanmış, koşullanmış sentetik yaşamlar derinden derine ruhunu incitmekte, onu müthiş bunalımların içine sürüklemektedir. Ruhundaki mor kanama özünü tüketmektedir.  Tam anlamıyla bir bitiş bir yok oluş yaşanmaktadır. Anlam alanından uzaklaştığı için tanrıyla rabıtası kesilmiş, huzur bulacağı manevi yönelimleri kalmamış ya da olabildiğince zayıflamıştır. Bu imkânlarını kaybetmesine karşılık bari nesnel renkliliklerle kurduğu dünyada mutlu olsa bir ölçüde rahatlayacak. Ne ki dur durak bilmeyen koşturmadan başka bir şey olmayan yeni evresinde sadece zamansızlığı değil; yalanı, yalnızlığı, amaçsızlığı, hiçliği, aşksızlığı, düşüncesizliği de yaşamaktadır.

Bu gidişle kıyamete koşumuzun anısına, bitişimizin anıtı dikilecek.

Bir çarpıklık, bir çarpılmışlıktır yaşanan. Bu hercümerç içinden çıkış aranmakta mıdır, bir çağrı, bir muştu, bir ses beklenmekte midir?

'Ey insan, kaybolmuşlar adına uzatıyorum elimi, nerdesin, tut beni.

Ey insan, çarpılmışlar adına uzatıyorum elimi tutun beni. Yok oluşumu cazipleştirerek ruhunu zehirli bir yılan gibi saran korkunç karanlığın boyunduruğundan kurtul.'

 

 

2.

/Bu sabah, daha doğrusu bu sabah öncesi yine balkona çıktım. Sıklıkla yaparım bunu. İkinci katta oturuyoruz. Balkonum caddeye açılır. Otobüs durağı tam karşımızda. Ben orada ya da içerde pencere kenarındayken neredeyse  duraktakilerle yüz yüze geliriz.

Sabah öncesi alacası. Şehir baygınlığından ayılmadı henüz. Uykusundan uyanmadı mı deseydim? Yine eksik, yarım kalacak; çünkü nicedir ne umarsız uykuları, ne de karanlığın faili meçhul yanlarını yoklayan mahalle bekçilerininki gibi açık bilinci kaldı. Şehirden söz ediyorum.  (Milyonlarca insanı potasında kaynatan bu mahşer şehirden başka bir şey, devasa bir metropol artık) Bir yandan da sanki hiç uyumuyor, iç rahatlığıyla kaygısız dinlenceye imkân vermiyor; bir acısı, bir sancısı varmış gibi en tenha zamanlarda bile kısık gözleriyle alttan alta devam eden, gizli gizli yürüyen bir şeyleri dikizliyor.

Önce birkaç yaşlı adam gölgelerin sessizliğiyle adeta bir hayalden başka bir hayale derin bir sükûnetle süzülüp gidiyorlar: Sabah namazcıları. Biz kentli kalabalıkların unuttuğu ve artık hatırlayamaz olduğu yaşamın gerçek tılsımını seherin sessiz ritmine gizleyerek acelesiz yürürler mescitlere. Asude bir esinti sessizce onların müziğini fısıldar, yitirilmiş bulutların arasından. O bulutların güzelliği, merhameti, erdemi besleyen rahmeti çiselemediği için  sinelerimiz çoraklaşmıştır biraz da.

Oradan buradan bir iki çocuk, hatırlanması zor rüyaların belli belirsiz kahramanları gibi koltuklarında tablalarıyla simit fırınının yolunu tutmuşlar. Sonra üzerlerine kim bilir hangi köşede gecenin ayazını örtünmüş bir-iki sarhoş. Doğmamış günü mayışıl yüzleri, uyuşuk adımlarıyla karşılıyorlar. Yalpalaya yalpalaya kendilerine uzaklaşıyorlar (yaklaşıyorlar mı demeliydim?) Nereye gideceğini bilmeyen üşümüş bir köpek bu saatte zaten hiçbir hükmü kalmayan trafik ışıklarına aldırmadan bir gevrekçinin peşinden seğirtiyor. Kopmasına az kalan gündüz kıyametinin şehrin bu sessiz, serin koynundan çıkacağına insanın inanası gelmiyor.

Bir servis otobüsü geçiyor sessizliğin tam ortasından, ikinci vitesle. Şehir deviniyor. Perde yavaş yavaş açılıyor.

Cemaat dağılıyor.

Reçine kokuları uzak dağların çam ormanlarından kopan rüzgara anlık tutunmalarla ilişip buraya, burnuma kadar ulaşıyor son defa. Pencereleri sonuna kadar açmalı. Sadece odaları değil; o gizli çiçek, ıhlamur, yeşil yaprak, taze çimen kokusunu derinden çekerek içini de sonuna kadar havalandırmalı insan. Ohh!. Dünya varmış. Kim ne derse desin, bana öyle geliyor ki bu büyülü saatlerde yeryüzüne bir dirilik nefesi üfleniyor. Gecenin dinginliğinden sonra varlık canlılık sihiriyle uyanıyor. Seher ve sihir arasında semantik, doğallıkla yaşamsal ilişkiyi hep düşünmüşümdür. El Hayy olan Rabbimiz nusreti ve keremiyle yine varlığı ve bizleri yeniliyor.

En erken, mandıracı dükkanını açıyor. İyi ki kepengi yok dükkânın. Yoksa gürrrr. Bu erken saatte uykuların üstüne sinirli metalik gürültü dökmek en çok da bebelere ve hastalara işkence olurdu.

Galiba bir kuş öttü. Duydum. Ötüşlerinden türlerini anlayamaz olduk. Bir de kafestekiler dışında kuşlarla şehirler birlikte düşünülemezler artık. Sahi mi, sahiden mi yoksa komşu Şükran Hanım'ın muhabbeti mi kestiremedim?

İçten içe kaynayan bir sükûnet. Sinsi bir sessizlik mi kuşatıyor sokakları? Sinsi ve çılgın bir sessizlik. Kulaklarım boşluğun kıpırtısını dinliyor. Kaygan, metalik, zehirli bir uğultu ölümcül hamlesini yapmak için fark ettirmeden avına sokulan leopar gibi henüz sessizliği bozmadan patlamaya hazırlanıyor biliyorum. 

Durun!

Bir şeyler olacak biliyorum durun.

Hangi şairimizindi bu dize?

'Birşeyler olacak bu sabah/belki bir çocuk doğacak' gibi bir deyişle kalmış belleğimde. Bir şeylerin olacağını, daha önce kaç yüz kez, kaç bin kez olmasından biliyorum. Olacakların bir çocuk doğumu veya ne bileyim meselâ bir anne ölümü gibi hayatı ana damarından, tam kalbinden tutup kavrayamayacağını, sarsamayacağını da biliyorum. Gürültüye patlayacak sessizliği son kez dinliyorum./

Galiba şimdi, işte şimdi düğmeye basıldı.

Dev dinamolar homurdanarak dönmeye başladı.

O koca değirmen, o koca şehir fabrikası çalışmaya başladı. Saat yediye kaç var? Yedi mi yoksa?

Tüm saatler aynı vakte kurulu olmalı.

Önceden kusursuz ayarlanmış gibi neredeyse aynı anda, birbiri ardına açılır kapılar. “Birdenbire koptu tufan” Sokaklara birden doluştu insanlar, arabalar. Yeni güne merhaba! Hayır, ne yenisi, ne merhabası? Merhaba'nın içerdiği huzur ne insanda ne günde var. Şehir bir delinin kâbustan uyanışı gibi yorganını üzerinden fırlatıp otomat tutumuyla uyanır uykusundan. Aklı, ruhu uyanmamıştır tümüyle. Bedenler sokaklara atılır hemen. Hemen ve birdenbire. Hep böyledir. İnsanın acelesi vardır. Bir şey olacaksa hemen ve birdenbire olmalıdır. İnsan o yüzden hemen hiç hazır olmayan ve hep hazırlıksız yakalanan varlık olmuştur. Zaman genleşememekte, özümsenememektedir. Anlama, anlamaya imkân vermeyen bir hız bir acelecilik bizi fırtınasına katarak zamansızlığa savurmuştur.

 

Gece boyu uyumaların dinlendiremediği yorgunluk artığıyla ruhları hâlâ  televizyonların bilmem hangi vur patlasın çal oynasın programlarında geziniyor. Telaşlı adımlar, temposunu geç kalma korkusundan alan koşuşturmalar duraklara yöneliyor. Biz yönelmiyoruz da sanki bizi esir almış acımasız bir el kulaklarımızdan tutup sürüklüyor istediği yere. Tüm oraların motorları da aynı anda başlamıştır çalışmaya.

Sevkiyat başlamıştır.

O gizli el taksimatını yapmada mahirdir. Sizler şu numaralı otobüse, bunlar bu servise. Berikiler okula, ötekiler fabrikaya. Siz metroyu seçeceksiniz. Aslında o gizli ele gerek kalmadan kentin insanı bir makine düzeniyle kavrar kendini.

Doluşmalar, itişler, kakışlar, bağrışmalar, caddeler boyu akan uğultular, sirenler, anonslar, gıcırtılar, korna sesleri, motor vınlamaları, egzoz gazı, paralar, kartlar, şalterler, makineler, işçi tulumları, beyaz gömlekler, formalar, sentetik gülüşler, naylondan aşklar, ihanetler, sevgiler, sinir, stres, ekonomik krizler, anksiyeteler, ilaçlar, ilençler, çarklar, ekranlar, parfüm kokuları, manşetler, kredi borçları, yankesiciler, vurgunlar, mikrop saçan kanalizasyon, caddelere sokaklara taşan şehvet… Yorgunluğa biraz daha eklemeler, tükenişler, yontulmalar…

İşte yine bir gün.

İşte yeni bir gün.

Bugün de dün olacak.

Bugün de aşksız, sevgisiz, şiirsiz, müziksiz bir gün. Bu gün de özlemden yana, buluşmadan yana, sanattan dinden yana bomboş. Ölümleri aratacak bir ölüm yaşıyoruz adeta. Evet bugün de dün. Tek düzeliği içinde kendini tekrarlayan rutin işleyiş bütün bir ömrümüzü tek bir gün modunda yaşamamızı zorunlu kıldı. Bir ömür bir günün çoğaltılmış tekrarından başkası değil. Onun için yeni ufuklarıyla, yeni ve farklı heyecanıyla, yeni beklentileriyle yarını da olmayacak modern insanın. Aşklarından, düşlerine, beklentilerine, heveslerine, insan ilişkilerine kadar makine düzeni ve işleyişiyle önceden tasarlanmış insan olarak, önceden tasarlanmış bir hayatı, bir geleceği yaşamaya mahkûm. Onun tek amacı ne pahasına olursa olsun sadece barınmak ve karnını doyurmaktır. Her an çıkabilecek muhtemel bir ekonomik krizde mevcut imkânlarını da yitirebilir. Sonra? Sonrasını düşünmek bile istemez. Düşünmek bu sistem içinde konumunu kavramak ve sağlamlaştırmak içindir zaten. Çoktandır aklının almadığı meselâ insanın anlamı ve yaşamın amacı üzerine felsefi düşünmek hiç bir maddi getiri sağlamayan, yararsız dolayısıyla gereksiz zihni fantezilerdir ve üretimi aksatır.

 

 

3.

Bedenler ruhların cenazesini taşıyor yaşamak adına. Sıradan olsun bir işe kapak atamama korkusu ya da maaş  bordrolarındaki artıştan medet uman umut varoluş cevherini kemiriyor.

Doğaya egemen olma sapkın ihtirasıyla yola çıkan akıllıya bak. Sonunda bir akrep gibi dünyayı da kendini de zehirledin. Her şey benim olacak derken kafanda, kalbinde, gönlünde hiçbir şeyin kalmadı. Sana ait ve sana yakışan hiçbir şeyin kalmadı. İlk duyulduğunda kör gururunu okşayıp ruhunu şımartan 'üstün insan, özgür insan, sadece insan' sarhoşluğuyla Rabbinin seni her daim gören, gözeten rahmet kapılarını da kapattın. Elin, avucun, zihnin, beynin, kalbin, gönlün karanlık ve bomboş şimdi. Ölümünü ilan ettiğin önceki tanrından sonra yeni tanrını da çabuk eskittin. Kendini ezdin, eskittin, yordun, paramparça ettin. Ah o tutkuların. Ah o kendine tapınmaların, tanrılık hezeyanların yok mu, işte kendi yazdığın romanının trajedisini yaşıyorsun. Dante seni hangi cehenneme kordu acaba? Sözü edilen gölge sen misin yoksa? Hiç yaşamayan. Belki sadece ölümü yaşayacak olan. Oysa ne bastırılmaz şehvetle atlamıştın kendi uçurumuna. Yok oluştan umut bekler oldun.

Şehrin, şehirlerin intiharlar biriktiriyor beton tırnaklarında. Ahrete inanmazdın. Cehennemi inşa etmek için nasıl da acele ettin, ne çok çalıştın. Orada aklını, ruhunu, aşkını, erdemini, bütün bu güzellikleri yıkmakla kalmadın, bu ateşe başkalarını da mecbur ettin. Önce 'başkası benim için cehennem' dedin. Olmadı; herkesi, her şeyi, her anı cehenneme çevirdin. Şimdi geri dönüşsüz yollarda her an ve her anı ölmekten farksız, üstelik yorgun düşememe tutsaklığıyla işte gerçekten Allah'tan gelecek ölümü arar oldun. Allah'ın ölümü gelse de, seni kendi ölümünden kurtarsa değil mi? Yüreğinin insan kalmış o en gizli katına girmeyi başar ve son bir fırsat olarak yeniden sorgula kendini. Yeniden düşün; inancı, aşkı, yaşamı, bugünü, yarını! Allah'ı, inanmayı düşün.

Yeniden.

İşte o zaman takvim yaprakların 'YİNE bir gün' değil, 'YENİ bir gün' gösterecek. Böylece yeni bir sabaha erecek, yeni bir sabaha eriştirileceksin belki.

Değilse bir cüzzamlı gibi tükenişimizi yaşamaya devam edeceğiz. Şehirlerimiz cüzzamlılar vadisi olacak.

Bir İsa duasıyla, Ey Rabbim! cüzzam yağmuru çiselesin  insanlığın üstüne. Ruhlarımız ipil ipil ıslansın, yıkansın, arınsın. Ay içimizin sonsuz göğünden doğsun yeniden.

Çiçekleri yüzlerimizde açan baharlara eriştir bizi ey mevsimlerin sahibi.

İçimizdeki ışığı boğduk. Sükûnetin ruhlara şifa veren bestesini susturduk. Şimdi bir gümbürtünün kanıksanmış kuşatmasına sessizliğin sesine çığlık atıyoruz.


Necmettin EVCİ