๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:04:20



Konu Başlığı: Yazmak ve yaşamak
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:04:20
yazmak ve yaşamak

Her yaşadığımızı yazmalı mıyız?

Yaşanmamış olanlar gerçeklik değerini yitirirler mi?

Yoksa yazar için yaşanmamış veya yaşanması imkânsız olanlar, yerine göre daha mı kışkırtıcı ve gerçektir?

Yazmak yaşam içinde hangi gereksinimi karşılar, hangi amacı gözetir?

 

1.

Geçenlerde okuryazar çevremizde hatırı sayılır bir yer edindiği sanılan bir dostumu ziyarete gittim. Yazıdan ve yazmaktan söz etti.

“Her şeyi yazıyorum dostum” dedi, 'Yazmadan yaşayamıyorum. Yazılmamış olanları yaşanmamış sayıyorum'

“Amel defterini kendin mi tutuyorsun? İyi ama buna güç yetiremezsin” diye karşılık verdiğim an sanat gündeminin bir dönem esaslı tartışma konusu olan yazmak ve yaşamak ilişkisi üzerine yoğunlaşmaya başlamıştım bile. Benzer anlayışı 'Yaşamsız Sanat Olmaz' başlıklı denemesinde ilk Yaşar Kemal dillendirmişti. (Milliyet/Sanat dergisi, S.70) Ardından Ahmet Oktay'a, Hilmi Yavuz'a, Nedim Gürsel'e kadar hemen her sanatçımız bir şekilde tartışmaya katıldılar. Gürsel'in bu konuları tartışan 'Yaşadığını Yazmak' ve 'Yazarak Yaşamak' başlıklı yazıları net bir tutumu izah etmesi yanında olgusal gelişme içinde toplumcu gerçekçiliğin poetik yeniden yapılanma arayışına istikamet kazandırması açısından da önemliydi. (Bkz. Nedim Gürsel, Başkaldıran Edebiyat, s.93-120, Yapı Kredi yay. İst 1997) Yazar bu yazılarında yaşadığını yazmanın gün geçtikçe öncülüğünü yitiren bir yazarlık tutumu olduğunu, yazmak için yaşamak gerektiğini öne sürmenin günümüzde hiçbir önem taşımadığını, çünkü yazının bilinçli üretime dayanması gerektiğini, yazıda yerine göre yaşamla hiçbir ilişkisi kurulamayan kurmaca, soyut gerçekliğin olduğunu örnekler vererek ve açık bir dille vurguluyordu. Kaçınılmaz bağlantılarını göz ardı etmeyerek sanat ve gerçekliğe kısmen değindikten sonra farklı bir açıdan yazı ve yaşam olgusuna eğilmek istiyorum.

 

2.

Hızla kentleşme sürecine girdiğimiz yetmişli yıllarda değişen yaşam pratiğine doğru orantılı olarak sanat anlayışlarında köklü değişimler yaşanmıştır. Köy kent ikilemi içinde toplumcu gerçekliğin alanı sanatsal gerçeklik lehine daralmıştı. Varlığa etkiyen değişken dinamikler olduğu sürece genelde sanat ve yaşam özelde yazı ile yaşam arasında ister özdeşlik ister karşıtlık kurarak sağlanan ilişkiler hiçbir zaman gündemden düşmez, düşmeyecektir. Olgusal değişim içinde her birimizin düşünme ve yaşama biçimleri de değişir. Hangi etki ve etkinlik içinde bulunursak bulunalım son kertede hepimiz realitesinden sıyrılamadığımız bir dünyayı yaşamaktayız. Bu daha çok bizi dışımızdan çevreleyen, boş bulduğu aralıklardan içimize kadar sızan maddi bir dünyadır. Uzlaşmalarımız, anlaşmalarımız çatışmalarımız, taleplerimiz sanatsal bir çaba olarak yazın ve yazma serüveninin gerekçelerini oluştururlar. Yazmak bir anlamıyla yaşanan maddi hayatla içimizdeki uyumsuzluğu, izah edilebilir farklı algılamalarla yeni bir değere dönüştürmek içindir. Yani biz bir anlamda dış dünyayı da iç evrenimizi destekleyen dayanaklarla yaşamış oluruz. Her bir fenomenden, her bir efektten iç gerçekliğimize uygun yeni imajlar, motifler, yeni anlamlar hatta değerler üretiriz. Bu yöndeki çaba elbette insanın soyut, metafizik değerler sahibi olmasıyla zorunlu bir uygunlaştırma eylemine dönüşür. Bu hassasiyette bir yazarın yaşam tasavvuru; beş duyuyla algılanabilir dünyanın dışında, belki ondan ilgisiz sezgiler ve düşünceler çevresinde kurulur. Düşüncelerle oluşan tematik, algılanabilir dünyanınkinden daha gerçek olabilir. Metafizik gerçeklik hakikatini kurmak, kurgulamak için böyle bir zemine ihtiyaç duyar. Gözetilen amaç hakikatin izini sürmekse, o zaman belki yapılması gereken yaşanılanı değil, düşünüleni yazmaktır.

 

/Eğer hakikat eşyanın yaratılış ve var oluş maksadı-ı mahiyetini ifade ediyorsa -ki öyledir- görmedikleriniz görünenlerden daha bir gerçek olabilir. Gerçekliği nesnel yaşam ve yaşadıklarımız içinde aramak tümüyle olmasa bile kısmen materyalist bir eğilim içeriyor olmalıdır. Yok, eğer yaşam kimi anlam değerlerini aşındırıyorsa o zaman yazı, yaşama karşı bir savunma hattı oluşturmak durumunda demektir. İlk bakışta bu cümlelerden ideolojik bir refleks hissedilebilir. Değil, ben hakikati yaşanmışlıkla ölçmem ama hakikatin de yaşanması gerektiğine inanırım. Bu duyarlıkla baktığımda yaşam, yazım, kişilik ve kimlik ayrımı yapmayı doğru bulmuyorum. Söz konusu ayrımı yapanlar basit bir çelişki yaşamıyor, aynı zamanda özleri ile sözlerini buluşturmadıklarından, içselleştirilmemiş anlamların doğallıkla yapay, sentetik benliklerin sahibi olduklarını açığa vuruyorlar. Bu yapmacık adamlar hangi gerçek aydınlanmanın, hangi sahici entelektüel tutumun öncüsü olabilirler? Ayrıca yazı öncelikle bir dil faaliyetinin ürünü ise doğallıkla düşünceye aracılık etmelidir diye düşünüyorum. Buna en çok da manevi değerler dizgesi olan sanatçılar dikkat etmeli değil mi? Çünkü yaşanan hayatın rengi, tonu, istikameti ne olursa olsun onların ana muhtevası değişmeyen hakikatleri vardır ve onlar sadece düşünce değil ondan da önce inanç sorunudur. O nedenle bu hassasiyetin, gerçekliği sanatsal dil ile kurmak yerine maddi yaşama nispetle kurmaya çalışması toplumcu gerçekliğe taviz değilse özünde zaaf içeren bir tutumdur. Tersten toplumcu gerçekçilerin de sanatsal gerçeklik arayışlarıyla kimi soyut imgeler ve çağrışımlar peşinde olduklarını anlayamamışımdır. /

 

Yazı, yaşam ve gerçeklikler bir hamulenin birbirine girgin, ayrışmaz unsurları olmalıdır. Hatta biri diğerinin açıklayıcı bağlamını ifade etmelidir. Yani buradaki her bir kavram doğallıkla diğerleriyle irtibatlıdır. Aralarında geçişleri hissedecek kadar kısa aralıkların olacağı ön kabulünden hareketle yaşamdan bağımsız bir gerçeklikten, gerçeklikten ayrı bir yazıdan ve yaşamla ilişkisiz yazıdan bahsetmek nasıl mümkün olabilir? Yazı ve yaşam arasında aradığımız pratik cevaplar bu sorularda gizlidir.

 

 

3.

Sözünü ettiğim dostum Sait Faik örneğini verdi. “Yazmasaydım delirecektim. Yazmadan yaşayamıyorum” der Sait Faik. Yazın ve gayet tabii ki öykü dünyamızda; anlattıkları, üslûbu ile özgün bir tiptir Faik. Gerçekten bütün bir ömür kendini hayatın geldiği gibi götüren rüzgârına bırakarak yaşamıştır. Ne bir ciddi iş, ne ciddi bir uğraş. O'nun işi her şeyi öyküleyerek, öyküleştirerek yazmaktır. Bir öykücü penceresinden bakarak hayatı, bu arada gerçekliği yeniden üretmiştir. Hayata felsefi veya sanatsal duyarlıklarla bakanlar en olmaz, en basit şeylerden bile bir estetik, farklı bir gerçeklik ortaya çıkarabilirler. Sanat eserlerindeki bu estetik ve gerçekliğin gerçek hayattakinden daha sahici olabileceğini tekrar yineleyeyim. Mesela bir kır kahvesi, bir semaver hatta bir 'Hişşt' sesi veya rüzgârın sürüklediği yaprakların hışırtısı, sayfalar boyu ustalıkla yapılan kurgu anlam dünyanızı farklı imge ve imajlarla donatır. Siz de herkesten farklı olarak dikkatlerinizi bile yormayan adeta uçucu bir tonla akıp giden anlamın etkisiyle yaşama dahil olursunuz. Yaşamınız diğer yaşamlardan farklılaşmıştır.

 

Sanatta estetik ve gerçeklik üzerine yoğunlaşacak olanlar bu çerçeveyi genişletmelidir. Ancak ben yine de yaşamak ve yazmak arasında bir tercihe zorlansam hiç kuşkusuz yaşamayı seçerim.

 

Sait Faik gibi “Yazmadan yaşayamıyorum. Yazmadıklarımı yaşanmamış sayıyorum” diyen dostum sanılacağı gibi pek iç açıcı bir noktada değildi bana göre. Tersine yaşamın uzağına demeyelim ama kıyısına çoktan çekilmiş olmalıydı. Yaşamı ancak yazıldığı ölçüde anlamlı kılmaya çalışan biri olarak; yoksa şuuraltında gerçeğin tadına sanallaştırarak vardığını mı söylemekteydi? Soyutlayarak kendimize ait kıldığımız gerçekler bir yönüyle de yüzleşmekten kaçındığımız veya içinde yaşayarak var kıldığımız gerçekler olmaktan çıkmıştır. Yaşamı izah ve çözümleme sadedinde olmayan bu tarz yazmalar gerçekliğini yitirmiş benliğimizde varoluşsal etkisi kalmamış yaşamlardır. Ama bir yandan da yitik yaşamların, özlemi çekilen yarım, eksik duyguların ezinci dolmuştur içimize. Bu noktada yazmak bir yönüyle eksik yaşamları tamamlama gayreti bir yönüyle de erimeye, ufalanmaya karşı geliştirdiğimiz savunma mekanizmasının kullanışlı aracına dönüşmüştür. Yani içimizde ve dışımızda en azından gözlenen ve dokunmakla hissedilen farklı dünyalar arasındaki mesafeler kısalsa, mümkünse yok olsa yazma gerekçemiz de ortadan kalkacak. Niçin? Tatmine ulaştığımızdan yarım kalmış duygular adına yaşamla kovalamaç oynamaktan vazgeçeceğiz veya gereksiz yaka paça olmaları bırakacağız da onun için. Uzanmak, ulaşmak, elde etmek gereği ortadan kalkmış biri başka neyi elde etmek, neyi kendine mal etmek için gayret edecektir? İsmet Özel “Yaşasaydım yazar mıydım hiç şiir?” derken belki kendi özelinde belki genel bir durum olarak insan yaşam ilişkisinin bu pek fark edilmeyen hususiyetini ifade ediyor olmalıydı. Anlaşılan kimi yazarlar için 'yoksunluk psikolojisi' muharrik bir unsur olabilmektedir. Onlar için bir şeyin yaşanılır olması o şeyi yazılır olmaktan çıkarmaktadır. Yazı ve yaşam arasına konan mesafeyi haklı çıkaracak sebep yazılanın şiir olması halinde mümkün olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü şiir zaten doğası gereği duyuş düzleminde dimağımıza düşen algılar veya imgelerdir. Şairi nesnel hayatla arasındaki gelgitlerle anlamaya çalışırsak yazar adeta şöyle söylemektedir: “Ey hayat madem ben seni tam olarak ve doya doya yaşayamadım, ruhum zevki tadılmamış anlar, yaşanmamış duygularla dolu madem; o zaman ben de kendime sanal bir gerçeklik, sanal bir yaşam kurarak bu eksikliği tamamlayacağım.” Burada gizli, esaslı bir çatışma hali olsa da; hiçliğe, sıradanlığa teslim olmak yerine bir iç bilinç ve bir yüksek bilinç kurarak üst kata sıçramak gibi soylu, insan kimliğine en yakışır gayretin olduğunu tartışmaya gerek bile yok sanırım. Ancak bu sıçrayış diğer bir açıdan da yazarın şuuraltının, yaşama bakışının ipuçlarını verir. Yoksunluk ve yaşanmışlık gündelik hayatın pratik ve maddi gereksinmeleriyle izah edilirse o zaman sıçrayış yerini açık bir düşüşe de bırakabilir. Sanat orada bayağılıkların hizmetine verilmiş olur. O zaman da “Al eline kalemi yaz başına geleni” tarzında istediğiniz kadar yazın hakikat anlamında geçerli hiçbir karşılık oluşturamazsınız. Bu uzlaşma zemininde “lâf olsun torba dolsun” kabilinden yazanlar çok geçmeden torbalarını da poşetlerini de dolduracak kelimeler bulamayacaklardır. Çünkü söz yere düşmüş, kelimeler savrulmuştur. Anlam aşınmış, aşağılanmış, tüm sesler sükûta sığınmış, yaşamın yazmaya, yazmanın yaşanmaya değer bir yanı kalmamıştır.

 

Her şeyi yazmak!...

 

Yooo, hayır. Kendi payıma böyle bir şeye benim ne gücüm, ne takatim elverir. O benim haddime de değil. Niçin? Çünkü her şeyi yazan/yazdıran biri var da onun için. Keramen Kâtibin meleklerinden başka kimse kaderin günlüğünü tutamaz. Ben kendi amel defterimi yazamayacağımı veya başka bir değerlendirmeyle kaderimi yazmanın yazılmış kaderi yaşamak olduğunu biliyorum. Yazının dilimizde biri değişmezlik diğeri açılmak, açıklamak anlamına gelen iki ana semantik versiyonu vardır. Kaderimi yazmakla yazmanın kader oluşu arasındaki espriyi kavramam ilk versiyonuyla yazının değişmezlik anlamını bilmem sebebiyledir. Yazı aslında mutlak otorite olan Allah'a aittir. Yazı değişmez hakikatin ifade aracıdır. O nedenle kadere biz 'değişmezlik' anlamını öne çıkararak 'alın yazısı' demişizdir. Doğrusunu isterseniz 'yazı' denince aklıma ilk bunlar düşüyor. Bir yaşamı yazmak yerine yazılmış olanı yaşamak daha akıllıca bir tercih gibi görünüyor. Yazı yaşanır. Yaşadıklarıyla kendileri için yazılanı bozduklarını sananlar bozuk yazılarla edebiyat ve sanat dünyasını da bulandıranlardır.

 

/Yaz(g)ımı yaşadım. Yaşadıklarımı yazıya geçirme telaşında olmadım.  Varsa eğer kayda değer bir yazarlığım sırf bundan dolayı bile bana yazıklanabilirsiniz. Yazık!.. İşte düşündüklerimize boyut ekleyeceğini umduğum muhteşem bir kelime daha. Yoksa dimağıma yansıyan bu kelimenin izini sürerek de mi buralara geldim? Yazık: yazılmış, artık silinmesi imkânsız. Ama kelime yaşanmış bir hadise sonrasında kullanılır. Yazı ve yazgı, bizde yaşamla birebir örtüştüğü için, 'yazık' yaşanmış demektir. Yazgı ile yazık arasında zaman farkı vardır. (Bu son cümledeki düşünce bana bir muhabbet esnasında değerli dost Ebubekir Eroğlu'ndan armağandır) Bu taraftan bakarsanız biz insanlar yazma şanında değilizdir. Belki anlamı daraltmak veya daralan zihni yapımızın kaldırma gücüne yardımcı olmak için bu yola başvuruyoruzdur.

 

4.

Bu düşüncelerden sonra yine arada niçin ve ne amaçla yazdığıma dair sorulara cevap verirken her zaman zorlanmışımdır. Yazmasak olmaz mı? Elbette olur ve dediğim gibi ben tercihimi yaşamaktan yana kullanıyorum. Yazmak yaşamım içinde bir önem kazandığında benim için anlamlı oluyor. Yaşamları yazdıkları içinde bir anlam kazanlara da elbette saygı duyuyorum. Yazmayı, okumayı, konuşmayı ve dinlemeyi yaşamla ilişkilendirmem, bütün bunları genel ve birbirini tamamlayan diyalektik bir çerçeve içinde değerlendirmem sebebiyledir. Ben bir etkinliği diğerinden kopararak bir anlam oluşturulamayacağı kanaatindeyim. Her bir unsur diğerini besler. Amaç varlığı ve doğallıkla yaşamı çoğaltmak, zenginleştirmektir.

 

5.

Okumaya ayırdığım özel zamanları yazmaya ayırmadım. Okumak için kendimi mecbur hissetmediğim pek enderdir ama ciddi manada kendimi yazmaya mecbur hissettiğimi aynı rahatlıkla söyleyemem. Şimdi bana iyi ama bunca yazılı ürünler nedir diye soracak olursanız, sanki onların nasıl yazıldıklarını ben de bilmiyorum. Bir şekilde yazmışım işte. Bakıyorum ki yazmışım. Bir de bakıyorum ki, bir yazının tam ortasına düşüvermişim. O da hayatımın, capcanlı akıp giden hayatımın bir parçası olup çıkıvermiş. Yani tutanaklara geçmek için yaşamın peşinden koşmadım. Peşinden koştuklarım yaşamın kendisi olup çıktılar. Sanki şöyle söylersem meramımı daha iyi ifade edeceğim. Yazdıklarım yazgımı okuma çabasının kendiliğinden sonuçları olarak değerlendirilebilir. Böylece yazmak ve yaşamak arasında kurduğum ilintiyi ve ilişkiyi biraz çözümlemem gerekecek.

Bir de bakıyorum ki yazıvermişim noktasında her şey son derece doğal akışı içinde gelişmiş demektir. Zorlamıyor, zorlanmıyorum. Yazmak, diğer yaşamsal fonksiyonlar gibi hayatımın doğal süreci içinde bir yere sahiptir.  Böyle olunca sahici, yapmacıksız oluyorsunuz. Yazınız bir yerde siz başka yerde olmuyorsunuz. Ben neredeysem yazdıklarım veya o ifadeleri yazan kişi ve kişilik de oradadır. Bu işin artistiğini kıvırma noktasında mahir olmayışım bir eksiklikse, tamamlanmadan burada, böyle kalmak istiyorum. Hep böyle ve en masum ifadeyle dolambaçsız. Belki de şöyle demek istiyorum. 'Oturup şöyle güzel bir yazı yazayım' diye düşünmediysem yazmayı önemsiz addettiğimden değil, bilakis yazmaya mecbur olduğumdandır. Yalnız yazmaya mecbur olmayı da hayatımın günlüğünü tutmak şeklinde anlamıyorum. 'Al eline kalemi yaz başına geleni' sığlığı yüzünden estetik ve düşünce dünyamız çöplüğe dönmüştür. İyi ama kalemi ele almamızı gerektirecek ölçüde başımıza gelenlerin neler olduğuna verilen cevap sıradan yaşamlar(ın)dan başkası değilse, başlı başına bu fenomen bile satıhsızlığın göstergesi sayılmalıdır. Sırf bu sebeple nice hak ettiği ilgiyi bulamayan ses, nice soluk fark edilemeden güme gitmektedir.

 

Her şeyi yazmak sanatı sıradanlaştırır. Yazı ıvır zıvırlar sergisi olmamalıdır. Ama diğer taraftan herkes kendi sığlığı, derinliği ölçeğinde tanımlar sıradanlığı. Aslına bakılırsa bir olayı ya da olguyu sıradanlıktan kurtarmak bizim algı ve değerlendirme biçimimizle ilgilidir. Basit bir olaydan derin anlamlar çıkaracak bir duyarlık sahibi olabiliriz. Çoğu zaman hakikat basit, sıradan olanların içinde gizlidir. Çünkü hakikat özle ilgili bir niteliktir, hatta doğrudan öz'ün kendisidir. Fark edebildiğiniz ölçüde size aşikâr, gafletiniz ölçüsünde sizden uzaktır. Fark etme ustalığınız varsa en üzeri örtük gerçekleri bile yakalarsınız. Algı yeteneğiniz duyarsızsa en açık gerçeklere bile bigane kalırsınız. Özetle yaşanmışlıkları yaşantılara dönüştürmek gerekmektedir. Yaşam ve yaşantı. İşte konumuzla dolaysız ilişkileri bakımından iki anahtar kelime. Bir açıdan iki önemli kavram… İlk elden aralarında nüanstan başka ayrımların olmadığı sanılabilir. Doğrudur ama önemli nüans farkları var. Yaşam kavramı bizi de içine alan sınırsız genişlikte,  çeşitlilikte canlılık dünyasını akla getirir. Buradaki hususi anlamıyla da gündelik hayata bilfiil katılarak sürdürülen çok boyutlu pratik ilişkiler sürecidir. Hepimizin içinde olduğu genel, özel yaşama alanlarımız, yaşama imkân ve biçimlerimiz vardır. İster genel ister özel olsun sonuçta herkes kendi hayatını yaşar. Hiçbir hayatı diğeriyle aynı kılmayan özel, öznel durumlarımız vardır. O öznel yanlarımız daha kestirme, daha temelli karşılığıyla öz yapımız, yaşanılanları bize ait kılan değerlendirme cevherimizdir. İşte bu değerlendirmeler sonrasında soyut ve somut olarak yaşadıklarımıza dair bizde oluşan iç durumların tümüne 'yaşantı' diyebiliriz. Yaşamın veya yaşanmışlığın somut olması gerekliliğine karşılık yaşantı daha çok soyut açılımı ve içeriğiyle kullanılır. 'Estetik yaşantı' 'düşsel/düşünsel yaşantı' veya 'entelektüel yaşantı' deriz mesela. Yaşantıya dönüşmemiş bir yaşam üstünkörü yaşanmış sayılabilir. Yaşadıklarımız düşüncemizde, vicdanımızda, kalbimizde olumlu ya da olumsuz izler bırakıyorsa bizde karşılığını bulmuş demektir. Fark ederek yaşıyoruz ve fark ettiklerimizi yaşantıya dönüştürüyoruz. Bir yaşam yaşantıya dönüşmeksizin yazılamaz.  Sanat ve düşünce dünyasında esas olan yaşantılardır. Zengin bir iç ve estetik yaşantınız, felsefi yaşantınız varsa; düşünmeniz, kurmanız, kurgulamanız, ürün vermeniz için yaşanmışlıklara ihtiyacınız olmamalıdır. Sanatsal gerçeklik pratik yaşanmışlığa öykünecek, pratik yaşanmışlığın izini sürecek bir gerçeklik değildir.

 

Çoğu zaman yazmakla yaşamak arasındaki sıkı bağlantıyı ters işlemle yanlış ilişkilendiririz. Benzer yanlışlık okumak söz konusu olduğunda da yapılır.

 

Her yaşananı tutanağa geçmeye çalışanların amacı nedir, tamı tamına bilemem. Böyle bir vazifem de yoktur. Her yazarın farklı yazma gerekçeleri vardır. Yine geçenlerde sanatla yakından ilgilenen bir başka dostum niçin, yaşamla yüzleşmek için mi, ödeşmek

İçin mi yazdığımı sordu. Aynı soruyu herkesin cevaplamasını isterim.

 

Benim şahsi cevabım beklentileri karşılamayabilir. Yazdıklarım ne benim ne başkasının beklentisi üzerine kuruldu. Konuyu dar bağlamlara sokmanın bir anlamı yok. Yüzleşmek veya ödeşmekle her ne kastediliyorsa belli ki bir indirgemecilik de içeriyor. Yaşamın ve kendi varlığımızın net çizgilerle ayrılmış alanları var mıdır? Bütün bu yaklaşımlarda kendimizi yaşamdan soyutlamak, yaşamı kendi dışımızda telakki etme yanılgısını görüyorum. İyi ve kötü yanlarımızla, iyi ve kötü yanlarıyla bu hayatı bir şekilde yaşıyoruz. İster yüzleşme, ister ödeşme veya başka kavramlarla düşünelim tek boyutlu bir tutum bizim ruh dünyamızdaki sıkıntıya işaret olabilir. Eğer bunun dozu kaçırılırsa ciddi psişik rahatsızlıklar yaşanabilir. Biz hangi gerçekliği arıyor, hangi gerçekliğin peşinde oluyorsak olalım öncelikle bu hayat üzerinden, bu hayatın verili kodları üzerinden ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Bu ilişkiler yerine göre dış dünyayla uyumlu, yerine göre hesaplaşmaya dönük olabilir elbette. Ama sadece uyum veya sadece ödeşme dendiğinde orada akıl tutulması, duygu tutulması yaşanır. 'Yaşamla yüzleşmek' ile kast edilen anlamı seziyor olmakla beraber, onun sanılandan daha güçlü zenginlikte olduğunu bilmek, anlamın bizdeki eksikliğini tamamlamaya yardımcı olacaktır. Yaşamın herkese dönük bir yüzü vardır. Doğrusu orada herkes kendini görür/ kendini bulur. Bir yönüyle yaşamla yüzleşmek aslında insanın kendisiyle yüzleşmesidir. Kendi gerçekliğini kavramaya çalışmak anlamında bu ifadeyi kullanmak daha doğru, daha tutarlı olur. Yani yaşam hepimize kendi yüzümüzle, kendi gözümüzle bakar. Yaşamı kendimizle, kendimiz kadar kavrarız. Güzel olan güzel görür. Âşık olan aşkın görür. Hal böyle olunca yaşamla ödeşmeyi düşünmeye bile gerek kalmamalı. Ödeşmek bir alışveriş sonrasında ödemenin yapılmasıdır. Doğrudur yaşam ve insan sürekli alışveriş içindedir. Yazmak ve yaşamak arasındaki niçinselliği bu tür kelimelerle ifadelendirmek içyapımıza uygunsuz akıp giden yaşamın zorlamaları sonucu olmalıdır. Bu zorlanmalar içinde varlığımızı muhkem ve direngen kılma amacıyla mı yazıyorum? Elbette. Anlam biraz da bu çabalar sonucu ortaya çıkar zaten. (İnsanoğlu çağlar boyu farklı zamanlarda yaşamasaydı yani zaman şeridi hep aynı kalsa ve değişmeseydi o zaman anlamı kurma, bulma veya inşa etme derdimiz olmayacaktı. Gerçek anlam benim için değişen dünya içinde hakikatin değişmez mahiyetinin bilincinde olarak var olmaktır.)

 

/Yaşamak, varlığımı besleyen damarları devamlı akışa açık tutmaktır. Yaşamak yaş kalma, yaş olma durumunu ifade eder. Sanılanın tersine yaşamanın öncelikli karşıtlığına 'ölmek' değil 'kurumak' kavramı daha münasip düşer. Yani yaşamanın zıddı ölmek değildir. Ölmenin zıddı dirilmektir. Yaşamak 'yaş' kökünden türemiştir. Yaş, yani sulak ve ıslak olma hali. Yaş olan yaşar. Yaşayan canlı ve diri kalır. Yeşil kelimesinin aslı 'yaşıl'dır. Susuz kalan bitkinin kuruduğunu ve bunun emaresi olarak yeşilliğini kaybettiğini hepimiz biliyoruz. Yaşamak bitmeyen bir akışla beslenmek ile mümkündür. Burada söz konusu olan elbette bilgi, bilinç, ilim, estetik akış; her türlü duygu, sezgi, algı akışıdır. Yaşamını bu akışlarla beslemeyen insan ruhen ve zihnen yoksullaşmış, kurumuştur. Ölüm mutlak kuruyuştur. Doğumlarıyla ölümleri arasında yaşamı beslemek ve yaşamdan beslenmek adına kayda değer hiçbir çaba içinde olmayanlar kupkuru varlıklarını gezdirmeyi yaşam sanmasınlar. Bunlar Montaigne'in 'Yaşamadan ölenler'i, Dante'nin veya Platon'un 'Gölgeler'i, Dostoyevski'nin 'Ölü Canlar'ıdır. Aynı şekilde bizi coşkun, gür, gümrah akışlarla beslemeyen yaşam kupkuru, donuk bir yaşamdır./

 

Yaşam ve insan ilişkileri birbirini besleyen karşılıklı akışlarla zenginleşir, güzelleşir ve anlam kazanır. Ben niçin yazıyorum sorusunun da cevabı buralarda bulunabilir. İşte bu çoğu zaman karşı koyamadığım karşı koymak da istemediğim akış içinde bir de bakıyorum ki bir dalga alıp beni götürüyor. Yazının tam ortasına düşüyorum. Belli veya belirsiz çerçeveler içinde orada kurulan dünya sözlerle ve kelimelerle kurulu bir dünyadır. Harf akar, kelime akar, söz akar. Bütün bunlar ilahi bir ikram olarak kendiliğinden oluyor gibidir. Çoğu zaman yazmayı sanki açık bir kitap gibi önüme açılan kendi sırlarımı yani kendi yazgımı okumanın değişik bir biçimi olarak anlarım. Ünlü bir ressam resimlerini nasıl yaptığı sorusuna 'Çok kolay' diye cevap veriyordu, 'zaten yapılmış bir resmin üstünden gidiyorum' Benimki biraz öyle bir şey galiba. Benim için ne yazıldığını bilmek imkânsızdır. O imkânsızı mümkün kılmak için merakımızı deşelemiyor değilizdir ama ne yazacağımı önceden bilmek de yapay bir zorlama gibi gözüküyor bana. İlk elden zihninin sınırları içinde beliriyor gibi olan söz dizgeleri sonra birbirinden alımlı, diri, canlı kelimelerle öylesine güzel çatkılar, örgüler, bağlantılar kurarak hesapta olmayan anlama doğru öyle akar, beni de alıp o akışa katar ki o esnada sadece anlamın sınırsızlığını değil, kendi zihin dünyamın sandığımın tersine dar olmadığını da anlarım. Kafamda yazı adına belki sınırlar olmaz ama kenarları pek de belli olmayan çerçeveler olur. İşte o çerçeveyi muhafaza ederek onu gözden kaçırmayarak yazmaya oturuyorum. Doğrusu o çerçeve sadece benim oluşturduğum değil ama bende oluşan bir çerçevedir. Çerçeveler: önceden hazırladığım kelimelerim cümlelerim olmamıştır ama dimağımda, kalbimin içinde belli belirsiz dönenen kelimeler veya kelimelerini arayan duyumlar, düşünceler olmuştur. Ben ne yaparım? Alır kalbimi sayfanın ortasına korum. Oraya yansıyan kalbimin kâğıda söz olup düşen izleridir. İçlerinden birkaçı söz akışına öncülük eder. İz büyür, iz uzar ve beni ele verir. Sonunda işte böyle beni ele verirler.

 

Sonuçta yaşadığımızı yazmayı önemsemediğimi açığa vurduğuma göre yaşayarak yazmayı mı öneriyor, öne çıkarıyorum? Değil ve bu da ayrı bir konu. Peki ne? Doğrudan yaşamaktan bahsediyorum. Bir yaşamı kendi öz yatağında akıtmaktan.  Yazmak nedir, yaşamak nedir? Benim yaşamımdan ayrı bir yazım, yazgım olmadı. Yaşamdan ayrı düşmüş, yaşamdan uzak kalmış kelimelerim olmadı. Ben kelimeleri avuçlarında, koleksiyonlarında gezdirenleri değil kalbinde taşıyanları ruhlara varlık ve yaşam tohumu gibi ekenleri seviyorum.

 

Benim için yazmayı çekici kılan sebep aynı zamanda yaşamı çekici kılan sebeptir. Biri ötekinden daha az veya daha çok öncelikli değildir. Önemli olan yaşanmaya veya yazmaya değer olmaktır. Olan, olacak olan ne? İncelik, farklılık, yücelik; bilmek, öğrenmek ve fark etmekle beni ayrıcalıklı kılan her şey


ALINTI