๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 14:14:13



Konu Başlığı: Uygarlik havzamizda düsünmek
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 14:14:13
UYGARLIK HAVZAMIZDA DÜŞÜNMEK

Tahrip edilmiş düşünce dünyamızı yeniden inşa etmek, ait olduğumuz uygarlık havzasından bağımsız bir zeminde sürdürülecek faaliyet değildir. Bizi varlık anlam ve amacımızdan uzak düşürmek isteyenler, medeniyet havzamızı daraltma, kurutma yoluna gitmişlerdir. Bugün düşünmenin var oluşsal bir mecburiyet olduğunu tartışmayacaksak, onun elverişli ortamını hazırlayan zemin veya iklim olarak medeniyet havzamızı yeniden keşfetmek zorundayız.
 

Nuri Pakdil, toplumun, özellikle de aydınların özgür düşünme sıkıntısını, doğrudan uygarlık sorunu ile bütünleştirerek temellendirmede haklıdır. Bir eserinde şöyle der: “Sağlıklı düşünmenin ilk koşulu, yazarın, kendi uygarlığına inanmasıdır. İnsan, ancak, kendi uygarlığı içinde bir anlam belirtir. En çok bu çağda gerekiyor uygarlık yaklaşımıyla düşünmek. Bir yazar uygarlık değerlerine sırt çevirmişse, kendi uygarlığını yadsımayla işe koyuluyorsa, o yazarın, ulusuyla kaynaşmasına, o yazarın, ulusunun özlemlerini anlamasına imkân yoktur”(1) Bilincimizi, Pakdil’in işaret ettiği konuya; tarihsel, güncel ayrıntılarla yoğunlaşarak artırmalı, keskinleştirmeliyiz. Bu yazının sınırları böyle bir yoğunlaşmaya çok dar gelir. Ancak kendi düşünme biçimimiz, özgün yatağına yönelirken olası şaşır(t)maların önünü almak maksadıyla, kimi hatırlayışlarda bulunmak gerekli olabilir. Esasen daha sözün başında medeniyet havzamızı işaret etmemizin öncelikli amacı budur. Modernleşme adına kendi kültür atlasımızdan kopuşumuzun, feci, acıklı macerasından sonra geldiğimiz noktada, bırakınız şu ya da bu meselede derinlemesine düşünmeyi, düşünmeyi varlığının başat derdi edinmiş olanları bile gün ortasında mumla arar olduk. Bulsak, yüzyıllar öncesinden beklenen bir yolcu, yüzyıl sonra beklenen bir müjdeci gibi tutup alınlarından öpeceğiz.
 

Bir hercümerç içinde medeniyetimiz çözüldü, çöktü. Kaç yüz yıl var ki üzerimize yıkılan dünyanın, bu arada altında kaldığımız kendi evimizin enkazı varlığımızı mefluç etti. Bu yıkımın tesiri, düşünme yeteneğimiz üzerinde daha fazla görüldü. Aklımız, anlayışımız, dilimiz; yaşanan savruluşun hummasına tutuldu.  Her bir değerimiz; hayatımızdan sökülüp alınmak istenmekteydi.
 

Daha fecisi, kendimizi inkâr etme soysuzluğu ile medeni olunacağı nakaratını lakırdayıp durduk. Düşünmüyorduk, düşünemezdik. Çünkü zamanla, mekânla bağlantımız koparılmıştı. Kültürle, önceki nesille yani kendimizle bağlantımız koparılmıştı. Neyi nasıl, hangi ölçü ve gereklilikle, hangi metotla düşünecektik? Düşünmenin, yaşantımızda zorunlu karşılıkları nelerdi? Tarihsel, kültürel bağlamından koparılmış bir insan, bir toplum için bu sorulara cevap vermek manasız bir zahmetten öte gitmez. Altımızdan kayıp giden toprak gibi, uygarlık havzamızdan yoksun kalınca, o uygarlığın işleyişi içinde kazanılan düşünme biçimi de körelmeye yüz tutar.
 

Düşünmek zihnin ölçme, değerlendirme faaliyetidir. Her biri düşünsel düzenlemenin birer verimi olan; anlama, algılama, yorumlama, tanımlama gibi zihni sonuçlarla hayatı, varlığı, kendimizi anlamlandırırız. Tarihsel çapta yaşadığımız çöküntü; sadece sosyal, siyasal yönden değil, akıl ve ruh dünyamızda da bunalımlara yol açtı. Bu gidişi durduracak, hiç olmazsa doğru teşhis edecek güçlü bir iradenin hissedilir eksikliği, çaresiz savruluşlar içindeki benliğimize güvensizlik tohumları ekti. Eğer güçlü bir fikri yapı olsaydı, toparlanma daha çabuk olacaktı kuşkusuz. Yeni aydın tipinde bu yönde ne istek, ne ufuk ne de kudret vardı. Değerlerimiz ve o değerlerin yaşamsal karşılıkları üzerine yeniden düşünmek yerine, eşi görülmemiş bir kimlik ve kişilik sapması ile bütün bunlardan kurtulma yolunu seçti. Adeta o değerler ruhuna ağırlıktı. Bagajını boşalttı. Hafifleyeceğini sandı. Ne içeriğini, ne tarihsel mahiyetini doğru dürüst anlayabildiği batılı, daha doğrusu profan değerlerle yeni bir benlik inşa etmeye çalıştı. Yenilgiyi kabullenmiş, teslimiyetçi bir kafanın benimseyip, içselleştirdiği güvensiz bir benlik. Ve bu benliğin şişirdiği, bu benliği şımartan yapay, yavan, sahte bir kişilik, kimlik! Kendinden utanan, pozitivist değerlere öykünen, basit, kaba, hatta adi taklitçi bir üslup benimsendi. Böyle olmak zorundaydı. İthal yeni değerlerin yerli kültür kodlarıyla örtüşür bir gerçekliği yoktu çünkü. Olamazdı. İnanmakla var olmuş-var kalmış bir millet, inkârla yeniden biçimlendirilmeye çalışılıyordu da onun için bizde karşılıkları olamazdı. Kendi uygarlık havzasında batılı insanı değerli kılan kavramlar, bizim insanımızı değersiz kılıyordu. Benliğimizi tamamlayamaz, kimliğimizi bütünleyemezdi. Eğer zaruri bir ihtiyaç hâsıl olursa, tarihsel devinimin geniş ilişkiler düzlemi içinde her değer, ‘hikmet’ telakki edilerek bünyeye katılır. Hem bir olgu olarak ‘kültür’ böyle bir işleyişle mahiyet kazanır, hem de bağnaz bir tutum takınmaksızın ‘mü’minin yitiği’ diye tabir edilen evrensel doğruları özümseyip hayata katma hususunda geçmişimizde sayısız örnekler mevcuttur. Her şeye karşın aydınımız bu temkinle batıya yaklaşsaydı bilinen vahamet yaşanmayabilirdi. Ama öyle olmadı. Görülmemiş tuhaf durumlara tanık oluyordunuz. Aydınımızın kolay yoldan modern olma ucuz kurnazlığı, çağdaş değerleri özümsemesi veya içselleştirmesi ile alakayı gerektirmiyordu. Peki, neyle alakayı gerektiriyordu? Hatta Türk milletinin hangi ulusa, ne kadar özenmesi de önemli değildi. Öyleyse ne önemli idi? Avrupa’da birilerine, bir yerlere benzeyelim de kime benzersek benzeyelim; yeter ki kendimize benzemeyelim!.. O nedenle, bizde modern doğmanın paradigması, kendini inkâr temelinden, koşulundan başka hemen hiçbir ölçüye bağlı değildir, bugüne kadar da olmamıştır.
 

Yeni yapı, siyasal egemenliğin işleyişi içinde anlaşılmaz, korkunç bir şiddet üretti. Eğer milli kimlik ve özgürlük düşüncesinde samimi arayışlar olsaydı, kendi insanımıza karşı sömürgeci bir tutum takınılmaz; mesela izah ve ikna yolu seçilebilirdi. Bu neyin nesi idi? Nasıl bir tuhaflıktı böyle dayatılan? Kendi ülkemde, kendi milletim içinde, kendi dilimi, kendi dinimi, sevdamı, şiirimi, müziğimi, kendi geleneğimi, kendi bilgimi yaşayamaz olmuştum. Kendi ülkemde aklım, algım, ruhum yasaklanmıştı. Mümbit topraklarını kanımla suladığım ülkemde, kendim olarak var olamıyordum. Üstelik bütün engellemeler, kendi içimizden çıkan insanlarca yapılıyordu. Beni benle vuruyor, kendi ölümle öldürüyorlardı beni! Bu nasıl bir tezgâh, bu nasıl bir kuşatmaydı Allah’ım? Üstelik bu kuşatmaya karşı düşünsel anlamda yardım isteyeceğimiz aydınlar da görünürde yoktular. Yanlış söyledim. Vardılar ve fecaate bakın ki, bu kuşatmanın öncü birlikleri içinde görevlerini onurluca ifa ediyorlardı. Halkına boyun eğdirmenin, diz çöktürmenin, zilleti kabul etmenin, kendini inkâr etmenin üstün onuru! Bu onur onların, bu horlanma bizim olsun.  Hayat ve kültür havzamıza can veren ırmağın, ana kaynağının kuru(tul)ması, sözde aydınlar marifetiyle sağlanıyordu. Düşünmenin malzeme, imkân ve koşulları, sözüm ona yine düşünce adına çalım satan o aydınlar eliyle ortadan kaldırılıyordu. Sömürgeci bir zihniyet; bütün bir milleti, içselleştirilen korku ve güvensizliğin zindanlarında mahkûm etmek, ruh enerjisini yok etmek istiyordu.
 

Bu aziz milleti asli karakterinden sıyırıp; kör, köle bir benliğin zebunuyapma tezgâhında; işbirlikçi aydına, çığırtkanlık görevi verilecektir. İlerici Türk aydınının yüce bir görevi vardır: Halkı bilinçsizleştirmek, kendinden utanır hale getirmek! Bu yüce amacın ters istikametinde fikri ve fiili faaliyet gösterenler şiddetle cezalandırılıyorlardı. Ali Şükrü’nün öldürülmesi olaylarına gitmenize gerek yok. Necip Fazıl’ın Bâbıâli’sine göz atmanız yeterlidir.(2) Bir iki alıntı yapalım mı? “Çoğu içgüdülerinin fikirsiz kölesi Bâbıâli kahramanları” nın (s.78,79) entelektüel dünyaları “Sahibinin sesi” olmaktan öte gidemeyen “rejime köle bir matbuattır… Düşünme ve söz söyleme hakkı ancak rejimin düşündüğünü düşünme ve ancak söylediğini söyleme kaydıyla temsil edilebilir; ve işin en hazin tarafı, esirlere ‘hürüm ve mesudum!’ diye kazığa oturtularak bağırtılması gibi, gazete çıkarana mutlaka böyle bir temsil tavrı mecburidir.” (s.91) “Tanzimat’tan beri hep menfi ve pısırık fikir hürriyeti bile Bâbıâliye çok görülmüştür” (s.308) ‘Basının amiral gemisi’ diye hak etmediği şişirmelerle gündemde tutulan bugünkü Hürriyet’in kurucusu şimdiki yayın politiğini de belirleyecek tarzda o zaman şöyle demiştir: “Fikri idam edeceğim! Sadece resim ve göze hitap!” ( s.312)  Özetle bu toplum sistemli ve kasıtlı bir program ile düşüncesiz bırakılmak istenmiş; yönelişi, duyuşu, iradesi, düşünmesi yozlaştırılmıştır. Bu asırlık tökezleyişimizin temelinde yatan ana sebeplerden biri budur. Biz bu meseleyi kendi kültür ve uygarlık havzamızı kaybedişle irtibatlayarak düşünüyoruz.
 

Yakın geçmişte ve günümüzde birçok aydının, açmazlarımıza çözümler üretemeyişlerinde, onlara bu imkânı sağlayacak kültür kodlarına, kayıtsız veya karşı olmalarının payı büyüktür. Her insan bir kültür, bir dünya içine doğar. Orada büyür. Aklı, bilinci, duygusu, beğenisi, öfkesi orada oluşur. Siz bütün bu unsurları gidip pazardan domates alır gibi bir yerlerden alamazsınız. Yine bu unsurları öyle uçarı, sorumsuz bir davranışla terk de edemezsiniz. Kültür unsurları, inanç değerleri alınıp satılmaz, canın istediğinde tutulup istemediğinde terk edilmezler. Onlar kolay fark edilemeyen, zor anlaşılır bir işleyiş, bir dokunuşla varlığın en derin katlarına, uzak uçlarına kadar sirayet eden oluşlardır. Bu böyledir. Değerlerimiz olmayınca ölçme, anlama, bilinç ve pratik üretme yeteneğimizi kısaca düşünme yeteneğimizi, hatta var oluş manamızı kaybederiz. Aytmatov’un yitik bilinci şahsında sembolleştirdiği Kolaman’ındaki gibi, aklımıza, ruhumuza gittikçe daraltılan yaşam alanları içinde baskı ve işkence yapıla yapıla, değerlerimiz sarsıldı, ölçümüz şaştı. Olmayan değerlerle neyi düşünecek, bozulmuş ölçüyle neyi değerlendirecek, çökmüş bir akılla neyi anlayacaktınız?

Şaşkın, kafası karışık, zihni bulanık, hafızası boş adam ne düşünür? Düşünür mü? Neyi nasıl düşünür? Sağlıklı işleyen düşünme yeteneğine sahip miyiz? Günü kurtarmak için değil, medeniyet havzamızı yeşertecek açılımları yapacak çapta ve ağırlıkta düşünen bir toplum muyuz?  Bu sorulara verilecek cevaplar şimdilik içimizi serinletecek, ferahlatacak içerikten yoksun kalmaktadır. Ancak hepten umutsuz da değiliz. Belki şu gün için gelecek aydınlık ufuklara doğru çok güçlü atılımlar içinde olduğumuz söylenemez.. Ama üzerimize yüzyıllık kâbus gibi çöken oyunların yavaş yavaş boşa çıktığını, belli seviyede bir uyanışın olduğunu da biliyor, gözlüyoruz. Düşünün ki bu aşamaya ‘Allah’ demenin yasak olduğu (Şükrü Saraçoğlu’nun Başbakanlığı döneminde)  badireleri aşarak geldik.(3)  Şimdi araftayız. Düşünmenin arafını yaşıyoruz.
 

O nedenle düşünmek, düşünüyor olmak bizim asli meselemizdir. Düşünmek hayati önemde bir varlık yokluk meselesidir. Can evimizden bu noktada vurulduk. Öyleyse işte burada can bulacağız. Özellikle çok acı tecrübeler yaşamış bizler ve direncimizin diriliş çoğalttığı, yeni bir açılımla tarihin yeni bir evreye girdiği aşikâr olan bu dönemde, düşünmek sadece bizim için değil bütün bir insanlığın adına da çok önemlidir. Çünkü düşüncesiz geçirdiğimiz uzunca bir dönem yeryüzünün ruhu ve kalbi çoraklaştı. Şimdi orada hiçbir verim, hiçbir ürün alınamıyor. Yeryüzünün müjdecisi, yeni bir çağın esenliği olacaksak, mecburuz düşünmeye. Cehennemi geçtik.  Mecburuz bu araftan çıkmaya. Düşünmekle sadece biz canlanmayacak, yeryüzünün ana damarlarına da can katacağız.
 

Kabul etmek gerekir ki içine yuvarlandığımız derin karanlıktan emekleye emekleye ve henüz çıkmaya başlıyoruz. Her zaman dualarla anarım; şiddetli akıl tutulması ile ruhumuzun dip dehlizlerine kadar sızan bu karanlığın tam ortasında, Promete gibi Olimpos ateşini yakıp, algı ve tasavvur dünyamızın ufkunu aydınlatan Mehmet Akif, Necip Fazıl gibi öncülerden Allah razı olsun. Mekânları cennet olsun. Onlar bu ateşi yakmamış, canlı tutmamış olsalardı; sadece milli şuur olarak değil, kendi şuurumuzun da millerce uzağına düşerek, sefaletimizi şölene dönüştürecektik. Bunu nereden biliyoruz? Bünyeden kopup/koparılıp savrulanların, içlerine düştüğü hiçlik çamurunda, çılgın hazlarla, kanayan ölü ruhlarının üzerinde tepinmelerinden biliyoruz. Hiçlik onlara huzur, bilinç ise sancı veriyor. Düşünmek huzuru bozuyor. ‘Dert etme’ ‘kafana takma’ mantığı ot gibi yaşamayı, amaçsız, boş hayatları imrenilecek bir ideale dönüştürmüştür. Bilmem kaç on yıllar sonra işbirlikçi aydın, kendine benzer insan tipini yetiştirmişe benziyor. Birlikte, millete ve öz insan değerlerine ihanetin dayanılmaz, doyumsuz makamında, hiçliğin saltanatının, kendilerine verilen mühlet kadar keyfini çıkarsınlar. Ama beri yandan fevç fevç, gözlerinde aydınlık, pırıl pırıl şafaklarla umudun nesli, Asımın Nesli de gelmektedir. Şimdi onları, insanımızın ve bütün bir beşeriyetin sadrına şifa olmak üzere, dillerinde gökten kelimelerle, yeryüzünün merkezine yürüyüşe hazırlanırken görüyorum.

 

___________________

 

(1)    Nuri Pakdil, Biat II, Edebiyat Dergisi Yay. Ank. 1977, s. 69

(2)    N. Fazıl Kısakürek, Bâbıâli, Büyük Doğu yay. İst.1976

(3)  N. Fazıl Kısakürek, age, s.285


Necmettin EVCİ