๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 25 Mart 2010, 14:53:28



Konu Başlığı: Ülfet
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 25 Mart 2010, 14:53:28
Hazineleri Gizleyen Örtü: Ülfet 

İnsan, zihnî gelişimine paralel olarak hayata sorularla başlar. Olaylar arasında bağ kurma çağına gelen bir çocuk; anne yahut babasını, "bu nedir", "neden?", "nasıl?" sözcükleriyle âdeta soru yağmuruna tutar. Hayatın içine girildikçe soruların sayısı artar. Çünkü anlamlı gelir her şey. Etrafta görülen objeler, olup biten şeyler, yeni farkedilen güzellikler, beklenmedik gelişmeler hep esrarlı gelir insanoğluna. Bunları anlamak ve esrarına ulaşmak ister hep. Esasında varlıkların, olayların, güzelliklerin insana anlamlı gelmesi de oldukça anlamlıdır. Niye merak eder insan, niye öğrenmek ister, niye sorar/soruşturur?

Demek ki böyle bir özellik var insanda. Öğrenme, anlama ve çözmeye çalışma özelliği. Belli ki âlemde de bir özellik var; öğrenilmeye, anlaşılmaya, çözülmeye değer olma özelliği. Belki de düşünce tarihi bu iki özelliğin karşılıklı yansıması ve yankılanması hikâyesinden ibarettir. Herkesin farklıdır bu alanda hikâyesi. Kimileri sorar, bulduğu cevaplardan tatmin olur veya olmaz ama, hayatın dalgalanmaları içinde giderek daha az soran, hattâ sormayan bir konuma gelir. Kimileri sorar, bulduğu her cevap onu yeni bir heyecanla yeni sorulara ve yeni cevaplara yönlendirir; kimileri cevapların doyurucu olmadığını düşünerek çarenin doğru cevabı aramaya devam etmek değil, soru sormayı terk etmek olduğunu sanır vs.

Aslında soruların "bütüncül" cevapları çok önemlidir. Pek çok öteki soru bu cevapların içinde yer alır. Buradan bakınca varlıkların anlamıyla ilgili iki "bütüncül" cevap vardır temelde: Birincisi, gerçekte tüm varlığın ve varoluşların aşkın (metafizik) bir varlığın varlığıyla ilgili olması, ikincisi varlığın gizemini yine varlığın kendinde arama yahut bulma düşüncesi, başka bir ifadeyle metafiziğin reddi. Bunlardan birincisi âlemde görülen yaratılma, hayat bulma, beslenme, düzen gibi pek çok fizikî gerçeğin metafizikî olarak bir Yaratıcı, bir Hayat Verici, bir Besleyici ve bir Düzenleyici'nin kesin delili olduğunu görmeye götürür. Varlığın ne olduğu ile ilgili bu "genel" cevabı verenler - ya da bu cevaba ulaşanlar yahut kabul edenler-; her varlığı, her olayı, her güzelliği o aşkın varlığın delili, nişanı ve sembolü olarak görürler. İkincisi ise bunun tamamen aksi olup, her olay, her düzen, her güzellik maddenin kendi içinde aranır, fizikî varlığın ötesine geçilmez, metafizik arayışlara kapı açılmaz.

Varlığa "var edicisi açısından bakma" denilebilecek olan birinci bakış; insanı hem zihin, hem duygu bakımından varlıkla bütünleştirir; her şey o aşkın varlığın delili olduğundan başka O'nun tanıtıcısı olarak görülür. Bu bakışı prensip edinen bir kimsenin dünyasında büyük-küçük, canlı-cansız her şey değerlidir, her şey kıymetlidir. Öyle ki her varlıkta O'nun varlığı, her iyilikte O'nun lütfu, her ikramda O'nun cömertliği, kısacası her güzellikte O'nun güzelliği görülür. Varlıklar, rahmetler, şefkatler, güzellikler O'nu tanıttığı için bir tür manevî hazine, manevî mücevher mesabesinde olur.

Ne var ki bu bakış açısına sahip insanın karşısında bu hazineleri örtecek, bu mücevherleri gizleyecek bir engel vardır: ülfet perdesi. Yani sürekli gördüğü, yaşadığı, kendini içinde bulduğu şeyleri alışkanlığa bağlı olarak zamanla "sıradanlaştırması". Gözün görmesi, kulağın duyması, kalbin yirmidört saat bedene kan pompalaması, "pamuk gibi atılmış bulutlardan" yere su verilmesi, Güneş'in gün boyu yerküresini ısıtıp aydınlatması artık tabiî, normal, dikkat çekmeyen bir hâdise gibi algılanmaya başlanır. Ülfet perdesi kalınlaştıkça varlıkların metafizik değerleri kaybolur tek tek. O kadar ki önlem alınmadığı takdirde metafiziği inkâr eden kişiyle arasındaki mesafe alabildiğine azalır. Aslında insanda, devamlılık arzeden "harikalıklar" karşısında hem ülfet kurma, hem de "harikalığını sürekli canlı tutma" özelliği vardır. Eşsiz hazinelerin sergilendiği müzede görev yapan bir eleman, ya da gerçekte başlı başına "bir mucize" niteliği taşıyan doğum olayına nezaret eden bir doktor bakışlarını sıradanlaştırabildikleri gibi; isterlerse sürekli canlı da tutabilirler. Bu iki tutumdan birincisi olayın tabiî seyrine bırakılmasının sonucu, ikincisi ise alışkanlık perdesinin gölgelemesine kapılmaksızın azimli bir zindelik mücadelesinin sonucudur. Bu iki tutumdan zindeliğe ulaşmanın, daha doğrusu zindeliği devam ettirmenin yolu nedir? Başka bir ifadeyle ülfet perdesi nasıl yırtılabilir? Bunun önemli yollarından biri hatırlanabilir: tefekkür. İnsanın iç dünyasında gayet güçlü olan ve her alan ve zamana yayılabilecek kapasitede bulunan "düşünce melekesini" sürekli işletmek, harikalıkları tekrar tekrar görmenin onun harikalığına zarar vermeyeceğini bilmek, her defasında sebep-sonuç ilişkisine bakarak sebeplerin muhteşem olayların arkasındaki gerçek sebep olamayacağı fikrini canlı tutmak. Bu suretle alışkanlıkların düşünceyi esir alması rahatlıkla engellenebilir ve ülfet perdesinin kalınlaşıp ilâhî hazineleri kapatmasının önüne set çekilebilir. Bu yönüyle tefekkür; "yaşadığımızı değil yaşatıldığımızı unutmamak"tır. Başka bir ifadeyle; "yaşatıldığımızı düşünerek yaşamak"tır. Dahası sadece bizim değil çevremizin, dünyanın ve bütün âlemin varlıklarını "öylesine" sürmekte olmadığını görüp; bir plân, hikmet ve güzellik içinde "sürdürüldüğünü" daima hatırda tutmaya çalışmaktır.

Sonuç itibarıyla; en küçük varlıktan en büyüğüne, en ilgili olduğumuz olaydan en dışımızda gibi görünen olaylara varıncaya kadar hepsi bakanları ilâhî güzelliğe götüren birer manevî "mücevher" değerinde olan harikalara ve harikalıklara bakışımız "eskimemeli", tefekkürle daima onların eskimeyen güzelliklerine muhatap oluşumuzu devam ettirmeliyiz.

İlyas ÜZÜM