๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 14:41:49



Konu Başlığı: Sulh hükümlerin efendisidir
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 14:41:49
SULH HÜKÜMLERİN EFENDİSİDİR

İnsanların; toplum olma, sürekli devinim ve gelişim içinde olma, medeniyet seviyesine erişip de birlikte yaşama süreci, pek çok problemi de beraberinde getirmiştir. Bir arada yaşamayı keşfeden  milletler, kültürleriyle birlikte topraklarını da büyütmeye çabalarken bu ideallerini hiçbir zaman sağlam bir zemine oturtamamışlardır. Toplumlar, iş bölümü yaparak gelişmeyi ve pek çok sorunun üstesinden gelebilmeyi planlarken bu süreçte toplumsal sınıflar ve peşi sıra ayrışmalar ortaya çıkmıştır. Yakın çağda ise, Avrupa ülkelerinde burjuva kesimi yükseliyor, Hindistan gibi Güneydoğu Asya ülkelerinde kast sistemiyle halkın büyük çoğunluğu sefalet çekiyordu. Günümüzde ise bu ayrışma; dil, din, inanç ve kültür farklılıkları daha keskin çizgilerle belirginleş(tiril)miştir.  Bu durum bizlere; milletlerin, sözüm ona uygar olma çabası gösterirken,  insani ve evrensel değerleri göz ardı etmeleri ve  hakikatten uzaklaşmaları sebebiyle başlangıçtaki noktalarından bile daha aşağılara gerilediğini göstermektedir.

Tarih bilgilerimizi yoklayalım. Batı toplumlarının, hükmettiği toprakları alabildiğine genişletmek,  kendi kültür ve medeniyetlerini tüm dünyaya yaymak düşüncesi ile savaşa girişmeleri ve bu savaşlarda milyonlarca insanın katledilmesi insanlığı utandırmıştır. Nitekim dünyanın gelişmiş medeniyetleri, varlıklarını bu şekilde idame ettirmeyi başarmışlardır.

Fransız İhtilalı ile yeni bir devrin başladığını; milletlerin kendi dil, din, kültür ve bayraklarıyla var olma mücadelesine girdiklerini görüyoruz. Fransız İhtilali’nin beraberinde getirdiği bağımsızlık düşüncesinin yanı sıra dilde, düşüncede, dinde özgürlük ve sınıflar arası ayrıma karşı adalet gibi değerleri hedeflediğini de biliyoruz. Fakat bu hedefler, gerçekte ne kadar samimiydi ve şu an dünyaya bu değerlerin ne kadarını verebilmiştir, tartışılır. Fransız İhtilali’nın aslında bir burjuva ihtilali olduğu, özgürlüğü yalnızca belli bir kesimin eline verdiği, adalet, hak, hukuk gibi konularda son derece taraflı davrandığı ortadadır. Bu ihtilalle yayılan bağımsızlık düşüncesi, başta Osmanlı olmak üzere pek çok imparatorluğu da derinden sarsmış hatta çöküşün sebepleri arasında kabul edilmiştir. Bunu anlayabilmemiz için doğru bir tarih bilgisinden ziyade, içinde yaşadığımız dünyayı, akl-ı selim ile değerlendirebilecek bir zihni olgunluğa ihtiyacımız vardır. Nitekim günümüz savaşlarının ne derece özgür ve adil (!) amaçlarla yapıldığının da ispatıdır.

Avrupa’da insan hakları ve barış üzerine ardı arkası kesilmeyen nutuklar atıladursun. Avrupa’nın sözde birlik olmuş tüm ulusları, hak hukuk, adaletten dem vururken, dil, din, düşünce özgürlüğü yalanıyla yığınları aldatırken soykırıma ve insan katliamına göz yummakta ve utanmadan hâlâ barıştan söz edebilmektedirler. Öncelikle şu soruya vermeleri gereken bir cevap var: Hangi barıştan, hangi temeller üzerine bina edilmiş bir barıştan söz ediyorsunuz?

Onların sürekli gündeme getirdikleri ama dünya genelinde bir türlü sağlayamadıkları barış, demek ki sadece kendileri içinmiş. Kendi haklarını korumak, kendi hukuki üstünlüklerini baki kılmak… Adaleti, elitlerin ve eli para tutanların çıkarları uğruna yaşatmak gibi bir misyonları varmış.

Bugün demokrasinin kalbi(!) olarak bilinen Fransa’nın Cezayir katliamı hiç mi hiç gündeme gelmiyor. Yakın zamanda gerçekleşen, Amerika’nın Vietnam saldırısının da üzerine bir sünger çekilmiş durumda. Oysa bugün, Avrupa Birliği komisyonunda Türklerin Ermenilere uyguladığı sözde soykırım iddiaları, hâlâ sıcaklığını ne hikmetse koruyor. Başta Fransa olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinin de onayını alıyor. Apaçık bir hakikat ki, insan hakları, özgürlük ve adalet kavramları, üzerinden asırlar geçmesine rağmen hâlâ burjuvanın, papazların ve hahamların elindedir. Teknoloji olağanüstü ilerlemiş, uzaya gidecek seviyeye ulaşmış, fakat uygar Batı ulusları, insanlıkta maalesef sınıfta kalmıştır.

Uygarlığın Batı cephesinde bunlar yaşanırken medeniyetin doğu ufkunda yaşananlar yeniden ele alınmalıdır. 

Kâinatın sevgilisi Hz. Muhammed(s.a.v.) tarafından adına cahiliye de denilen ve gaddarlığın dibe vurduğu bir toplum, kökten bir değişim geçirmiş ve medeniyette en yüksek seviyeye çıkartılmıştır. Dünya gerçek barışı da ilk defa o kutlu elçinin üstün gayretiyle saadet asrında görmüştü. İşte bunları bilmek ve anlamak için gerçek bir tarih bilgisine ihtiyaç vardır. Fakat ne gariptir ki bilimde zirveye çıktığını iddia eden Batı ne yazık ki bu konuda da cahil kalmıştır.

H.z Muhammet’ten önce Arap toplumu genel itibarı ile öyle bir haldeydi ki, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, insanlar helvadan yaptıkları putlara tapıyor, kadınlar köle gibi alınıp satılıyor, acem halkından olanlar ve renkleri siyahî olanlar insan dışı kabul edilip her türlü işkenceye maruz bırakılıyordu. Oysa gül mevsiminde, o en güzel güllerin açmasıyla aynı anda dünyayı teşrif eden Güzeller Güzeli Efendimiz, bu cahiliye bataklığında kıvranan toplumu, çok kısa bir zaman diliminde bambaşka bir ufka ulaştırıyordu. İşte bir toplumu, içinde bulunduğu uçurumdan çıkarıp insanlık mertebesinin en ulvi makamına yükselten de; barış, adalet, hak-hukuk ve özgürlük kavramlarını gerçek anlamda yerleştiren de İslamiyet’in özünde var olan hak-hakikat anlayışıydı.

Bu noktada belki de verilebilecek en mükemmel örnek yine o kutlu devirden Medine Vesikası olacaktır. Büyük hicretten sonra Efendimizin kuran hadis ve sünnetler ışığında hazırladığı bu belge günümüzde dahi yeterince anlaşılamamış olmasına rağmen başından beri bahsettiğim problemler sonrasında problemlerin çözümüne dair mükemmel bir örnek olacaktır.

Medine Vesikası

Medine Vesikası gerek kullanılan dil, kelimelerin ve tabirlerin anlamları, gerekse ifade ettiği hukuki formasyon bakımından tarihi ve büyük bir hukuk belgesidir. Bu belge, kamu hukuku alanında yalnız teoride kalmamış, aynı zamanda pratize edilmiş bir hukuk metnidir. Kamu hukuku dalının, çeşitli birimlerinde, özellikle de anayasa hukuku, devletler hukuku ve idare hukuku alanında ön plana çıkmış prensipler ihtiva eder. Vesikanın, yalnız Müslümanların tarihinde değil, belki insanlık tarihinde ilk defa yazılı olarak ve hukuk dili kullanılarak deklâre edilmiş, bağlayıcı, siyasi erkin bizzat benimsediği uygulanma özelliğine sahip bir anayasa niteliği taşıdığı, günümüz İslam hukuku araştırmacıları tarafından da söylenmektedir. Vesika, bu özelliği ile Platon, Aristoteles, Konfüçyüs, Kavtiliya... Gibi teorisyenler tarafından düşünülen çalışmalardan farklı olduğu gibi, yönetim ilişkilerinde 19. yy.da geliştirilmeye çalışılan demokratik söylemlerden de ileri bir halk katılımını öngörmektedir. Bu vesika, sadece kurulmakta olan bir devletin kuruluş metni değil, bunun ötesinde köklü devlet gelenekleri olan bir siyasal yapılanmanın modelini oluşturmakta, beşeriyetin aşiret geleneğinden büyük topluma doğru yol almasının tabii seyrini göstermekte, insanlığın fıtraten devlet gibi bir büyük organizasyona duyduğu medeni ihtiyacın nasıl giderilebileceğini ifade etmektedir.   Medine Vesikası, gerek hukuk felsefesi gerekse devlet felsefesi açısından büyük önem taşımaktadır. Deklâre edildiği çağın sosyal şatları göz önünde bulundurulduğunda hukuk devleti niteliği taşıyan bir organizasyonun kurulabildiği bu belge ile gözlemlenebilmektedir. Çünkü vesika, bizzat yaşanan bir sosyal olguyu ifade etmektedir. Bizzat uygulayıcısı tarafından bir sosyal uzlaşı esprisiyle kaleme alınmış ve bütün olumsuz şartlara rağmen titizlikle ve samimi bir şekilde uygulanmıştır. Deklâre edilen hükümlere uymayan kişi ve gruplara karşı amansız bir uğraşı verilmiş, vesikanın fiili durumu aynen korunmuştur. Bu itibarla vesika, kurulu bir düzenin hukukî metni olarak yaşatılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber’in önderliğindeki Medine toplumu, siyasi güç örgütlenmesinin bütün fonksiyonlarına sahip bir yapılanma ortaya koymuştur. Medine vesikasının, kendisinden önceki Doğu ve Batı Uygarlıklarını etkileyen bazı teori ve uygulamalara şahit tarihi atmosfer içinde, kendisine özgü anayasal bir nitelik içinde vücut bulduğu, Platon ve Aristoteles’in düşündüğü monarşik, oligarşik, aristokratik ve demokratik ütopyalardan farklı, sınıf, kişi ve kabile rejimlerinin bütün izlerini kökünden silen, halk kesimlerinin bütününe yönetimde yer veren, tek başkan ve tek anayasalı, hukukun üstünlüğüne inanmış ve bu inancını kollayan ve koruyan bir yapılanmayı, büyük modellere ışık tutacak sadelikte sunduğu söylenebilir. Kısa vadeli ve geçici ilkelere değil, evrensel nitelikli kurallara sahip olması, hâkim otoriteyi bizzat özgürlük ve güvenlik prensiplerinin korunmasına karşı kefil sayması ve sorumlu tutması yönüyle, özellikle kendi çağında eşsiz bir anayasa metni olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, böyle bir metnin, gerek Müslüman müellifler, gerekse Batılı düşünürler tarafından tam olarak değerlendirildiğini söylemek oldukça zor olsa gerektir. Nitekim Campanella, Hz. Peygamberi, yasacı olarak nitelemekte ve kınamaktadır. Bu vesika, ne Batı düşünce paradigmasındaki insan merkezli ontolojik yapının temeli sayılan antropomorfik (insanı tanrılaştırıcı) Yunan, ne de Hint ve Mısır Uygarlıklarının insanı hiçe sayan kast sistemlerinden etkilenmeksizin, tevhidi ontolojik alan içinde kalan, insana değer veren ve kamu haklarını düzenleyen bir anayasa metnidir. (*) 

Asırlar öncesinde böylesine çözüm odaklı bir deklarasyonun hazırlanmış olması bugün hak hukuk ve adalet hususunda içine düştüğü bataklıktan kurtulamayan Batı’ya ve bilhassa da Efendimizin büyük mirasına mazhar olan İslam Uygarlığı’na en güzel örnek olmalıdır. Vesika her haliyle bir bütün olarak incelendiğinde huzur güven barış ve adaletin sade ve sadece İslam ile hâsıl olabileceğini şiddetle vurgulamaktadır.

Efendimiz, savaşın bile adalet temeli üzerine yapılabileceğini, katletmenin ve işkencenin kesinlikle yasak olduğunu bildirmiş ve savaşırken dahi adil olmayı öğretmişti. İşte bu anlayış sayesindedir ki Müslümanlar bugün hâlâ en kanlı katliamlarda bile insan kalabiliyorlar. Tarihin akışı içerisinde, kendisini Allah resulü ve sahabelerinin yolunda iz süren bir karınca hükmünde gören Osmanlı Sultanları da işte bu yüzden adil, bu yüzden insancıl ve bu yüzden barışçıl bir toplum inşa edebilmişlerdi.

Sahabeler dönemine uzandığımızda ise bu sürecin kemâle erdiğini görüyoruz. Hz. Ömer zamanında adalet, en mükemmel haliyle kıvamını buluyordu. Kendisini, sürünün başındaki bir çoban olarak gören ve bütün sürünün mesuliyetini alan bir zatın yönettiği o toplumu, varın siz hayal edin. İşte bugün adı geçen adalet ve barış fikri, bütün bir zaman içinde yalnızca Hz. Ömer’in yönettiği o toplumda hayat bulmuştu. Ve bu miras sahabeler döneminden itibaren aktarılarak altı asırlık kudretli varlığında, Osman Bey’in bu nura mazhar olarak İslam milletini yeniden diriltmesiyle son kez hayat buldu. Osmanlı padişahları Efendimizden aldıkları terbiyeyle ideal birer yönetici olan sahabelerin yolunu düstur edindiklerinden diğer dünya ulusları gibi doğruluktan öteye sapmadılar.

Osmanlı İmparatorluğu, komşuları olan Sırplar ve Hırvatlar gibi asla davranmamıştır. Onlar, savaşı bir katliam ve kültürel yıkıma dönüştürerek camileri, medreseleri, kütüphaneleri, kadınları ve çocukları yok ederken;  Osmanlı İmparatorluğu, Efendimizden ve İslam’dan aldığı bu derin terbiyeyle hiçbir kiliseye hiçbir kütüphaneye ve bilhassa kadınlara ve çocuklara el sürmemiş, hatta sürenleri cezalandırmıştır. Sevgili Peygamberimizin bir hadislerindeki ışığı hedef alan eşsiz komutan Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u alırken kadınların ve çocukların kılına dokunmamış, kültürel dokuları tahrip etmemiş ve büyük kilise Ayasofya’yı harap etmek şöyle dursun, onu daha da sahiplenerek İlahi hakikatin nuruyla daha da kıymetlendirmiştir.

Osmanlı devletinde halk çok uluslu bir mahiyette idi. Zümrelerin hak ve hukukları kuran ve İslam ışığında divanda belirtilmiş olup padişah ve yöneticiler tarafından en ince ayrıntısına kadar uygulanmaktaydı. O dönemlerde İstanbul’un çok sesli yapısına dikkat edilirse Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların ibadet, ticaret, tarım, yerleşme ve konut, vergiler gibi daha uzun uzadıya sıralanacak pek çok konuda ayrı ayrı haklarının belirlenmiş olduğunu ve bunlara dair hükümlerin halkın eşitliğine ve refahına dayanarak hazırlandığını görürüz. Nitekim o dönemde farklı dine ait ailelerin yaşamak için kendi ülkelerini değil de Osmanlı’yı tercih etmeleri, bilhassa sanatkâr ve aydın kesimin büyük çoğunlukla İstanbul’u tercih etmeleri son derece dikkate şayandır.

Bu örneklerden yana hiç nasiplenememiş olan, bilim ve tekniğiyle övünen Batı’nın cehaletine şaşmamak ve acımamak elde değildir. Fakat bütün bu olumsuz ahval ve şeraitte umutsuzluğa kapılmak yerine her Müslüman’ın ve insani değerlerini yitirmemiş her insanın, şu zor zamanda İbrahim’in ateşine su taşıyan serçe misali tutunacağı tek bir cümleyle de olsa tarafını ve duruşunu belli etmesi lazımdır. Bu görev adalete ve barışa yürekten inanan her ferdin gerçek misyonu olmak zorundadır.

Şüphesiz, barış ve huzur nasıl ki fert ve toplum arasında hızla yayılıp büyüyorsa savaş da o denli yayılıp büyümeye meyillidir.  Hatta savaşın, adaletsizliğin ve insan katlinin, körelmiş duygulardan neşet ettiğinin ve kötülüğün daha hızlı ve çabuk yayılıp çok geniş alanları etkilediğinin  bilincinde olmak ve bunu önleyebilmek adına ferden ferda duruşumuzu ve gayretimizi ortaya koymak zorundayız.  Bugün Irak’ta, Gazze’de, Çeçenistan’da, Afrika’da yaşanan acıların ve dinmek bilmeyen gözyaşlarının, yarın bizlerin üzerine çöreklenmeyeceğini kim iddia edebilir ki?

Sonuç olarak; Batı’nın ilmi, Efendimizin merhametinden, hoşgörüsünden, takvasından, güzelliğinden ve insan sevgisinden, İslamiyet’in özünden, ilahi hakikatin ışığından nasiplenemedikçe insanın ve insanlık gerçeğinin temeline asla inemeyecektir. Günümüz toplumlarının uzaya kadar yükselen bilimleri, bir tek hadisin dünyaya öğrettiği ilmin yanında koca bir hiç kalır.

‘Sulh  hükümlerin efendisidir.’ (s.a.v)

*Mustafa kelebek, İslam Hukuk Felsefesi Açısından Medine vesikası; Vesikanın Dili ve Hukukî Mahiyeti, s. 17,26.


Zülâl SAHRA