๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:44:13



Konu Başlığı: Savaşmak kader mi?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:44:13
savaşmak kader mi?

Dünya artık eskisi kadar güvenli bir yer değil. Çünkü dünya artık kendisini dünyaya ait bir şey gibi hissetmeyen insanların ön plana çıktığı bir yer. Dünya artık eskisi kadar güvenli bir yer değil. Doğru! Çünkü dünya artık dünyanın kendilerine ait bir şey olduğunu düşünenlerin hâkimiyetinde bir yer.

 

Bu karmaşık cümleler daha açık olarak şunu söylemektedir: uygarlık süreci denen şey, her şeyin (insanın, bütün bir varlığın) tepe tepe kullanılabileceği, sahip olunabileceği, üzerlerinde her türlü tasarrufa gidilebileceği kabulüne gelip dayanmadığı bir dönemde insanlar kendilerini varlığa ait hissediyorlardı. O zamanlar insanlar bu dünyaya aitti, dünya onların değil onlar dünyanındı. Ait oldukları dünyayı, dünyalarıyla birlikte bütün bir evreni içine doğdukları bir ev gibi algılıyorlardı. Anne babalarının evlerinde, o evlerin odalarında dolaşır gibi, bu evrenin içinde dolaşır, onun dilini öğrenmeye çalışırlardı. Çok eski bir zamandan bahsediyoruz; insanlığın çocukluk evreninden, bir masumiyet çağından… Hani çocuklar her şey karşısında hayrette kalırlar ya, işte insanlık da o çocukluk evresinde, her bir şeyin bir ruhunun olduğunu düşünüyordu; güneşin, toprağın, suyun, hayvanların, insanların, bütün bir varlığın 'değerli' olduğunu düşünüyordu. Dünyanın 'giz'i vardı ve insanlar bu 'giz'in peşindeydi. Dünyaya sahip olmak değil, dünyayı anlamak esastı. Maksat, dünyayı harcamak/tüketmek değil, dünyadan yararlanmaktı. İnsan dünyanın dilini öğreniyor, sonra kendini buna uyarlıyordu. Güneşin doğuşuyla birlikte evden çıkılır, batmasıyla da eve dönülürdü. Dünyada cari kanunlar insanı ve hayatı yoğuruyordu, insan dünyayı başka bir şeye dönüştürmüyordu

 

Dediğimiz gibi bu çok eskidendi. O günlerin/zamanın üzerinden asırlar geçti. Şimdi o masumiyet çağından çok uzaktayız. İnsanlık epey 'yaş'landı; çocuk büyüdü, büyükçe bir şey oldu. Şişti! İnsanlar artık dünyaya ait değil, ona sahipler. Dünya, bir laboratuar nesnesi gibi iğdiş edilmiş, büyüsü müyüsü kalmamış. Ruhsuz bir nesne gibi kesilip biçiliyor. Güneşin, toprağın, suyun, bitkinin, hayvanın, insanın aşkın bir tarafı kalmamış sanki. Her şey tepe tepe harcanıyor. İnsan artık tek egemen, her şey onun elinde şekilden şekle giriyor. İnsanın önünde eğildiği bir şey kalmış sadece: güç!.. Kim ve ne 'güç'lü ise, insan ona koşuyor, onun önünde eğiliyor. Hem gücün karşısında boyun kırıyor, hem de o gücün sahibi olmak istiyor. Ona sahip olduktan sonra da, önünde eğilecek başlar arıyor. Bunun için ayağa kalkıyor, yürüyor, gidip buluyor, bulduğunu vuruyor. Güçlü devletler daha az güçlü devletleri dize getiriyor, güçlü şirketler daha az güçlü şirketleri piyasadan siliyor, güçlü bireyler daha az güçlü bireyleri silikleştiriyor. Bireyler, şirketler, devletler daha da güçlü olmanın yollarını arıyor. Hayat, kıyasıya bir savaşa dönüşmüş. Ülkeler, ülkelerin sözcüleri daha çok barış deseler de, hepsi yatırımın çoğunu savaşa yapıyor. Herkes daha büyük ve güçlü bir ordunun sahibi olmak peşinde… Silahlar ve ordular büyüyüp yerlerinde duramaz hale gelince, kıpırdamak, kıpırdayıp harekete geçmek istiyorlar. Geçiyorlar da… Güç sahibi olmak düşü her bir ülkeyi sarınca, her bir ülke diğer bir ülke için bir tehdit unsuru oluyor. Ülkeler teyakkuza geçiyor; ülkelerin bayrakları, temsil ettikleri inançlar, medeniyet perspektifleri 'düşman' olabilme ihtimalini taşır hale geliyorlar. Yoğun güvensizlik sisi içinde düşman insanlar, ülkeler, uygarlıklar hareketleniveriyor. Ufacık bir kıpırdanma, bir göz yanılsaması, büyük bir tehdit gibi algılanıp ordular harekete geçiyor.

Savaşa yatmış bir dünyadan bahsediyoruz. Çok açık ki, bu savaşan dünyanın orta yerinde kalmış durumdayız. Görüyor ve yaşıyoruz ki, bu süreç bu gerçeklik bizi öldürüyor. İnsanı öldürüyor, dünyayı yaşanmaz hale getiriyor, küresel bir kıyamete davetiye çıkarıyor. Oysa daha yaşanılır bir dünyadır istediğimiz. Öyle değil mi? Bu küresel savaşın mikro dünyalardan bağımsız olduğu düşünülemez. İnsana rağmen bir savaş sürdürülemez. Bugün bütün bir dünyaya bulaşmış görünen savaş meşruiyetini mikrodan, yani insandan almaktadır. Bu savaşın izini sürdüğümüzde insana varacağız; başta insanda kımıldanan bazı eğilimlerin çok sonra savaşa dönüştüğünü göreceğiz. Eğer savaş, bir dünya hâkimiyeti kavgasıysa, dünyanın kaynaklarına sahip olma mücadelesiyse, dünyayı, dünyada olanı sahiplenme düşüne yatan insandan gücünü alıyor demektir. Dünyayı ve dünyada olanı kendine ait kılmak, kendine ait kıldığı şey üzerinde hâkimiyet kurmak, onu arzuları istikametinde istediği gibi kullanmak en merkezi sapmadır. Uçlarında kızıl ve kanlı savaşlar açan dal, bu merkezi sapmadan boy vermektedir.

 

Masum gibi duran, ama üzerindekileri sıyırınca masumluğu şüpheli hale gelen 'sahip olmak' duygusundan bahsediyorum. Bizim olmayan, bir süre sonra çekip gittiğimiz dünyanın şusu ve busunu sahiplenmemiz, sahiplendiklerimizi başkasına kapatmamız, bunları arzularımız istikametinde kendimize hasretmemiz bugünkü küresel savaşın kaynağıdır diye düşünüyorum. Sahip olduklarımızın başta dünyaya gönderilişimizin konumunu bozduğunu, bizi yoldan çıkardığını, sonra etrafımızdaki ilişkiyi savaşa dönüştürdüğünü söylüyorum.

 

Nasıl yoldan çıkıyoruz ve yoldan çıkanlar olarak savaşı nasıl başlatıyoruz?

İçine bırakıldığımız varlığın batınında saklı hikmeti keşfetmemiz, kendimizi bu hikmete uyarlamamız, dünyayı sahiplenmek değil onda kendimizi 'ol'durmamız gerekirken, ona sahip olma kavgasına tutuşuyoruz. Olmayacak bir şeyi yapıyoruz. Olmuyor çünkü bir süre sonra dünyadan düşüyoruz. Dünya yerinde kalıyor, biz ise yer değiştiriyoruz. Ona sahip olma evreninde içimiz başkalaşıyor. Biz ve içine bırakıldığımız dünya 'bir'ininken, bizim de bir şeylerin sahibi olabileceğimizi sanıyoruz. Sahip olduklarımız üzerinde iktidar kuruyor, hafiften tanrıcılık oynuyoruz. Tanrı olmayanın tanrıcılık oynaması onun yoldan çıkması anlamına geliyor.

 

Sahip olduklarımızla yoldan çıkıyor, sonra garip bir şekilde sahip olduklarımıza esir oluyoruz. Kendimiz için sahiplendiklerimize çalışmaya başlıyoruz. Yanlışlıklar arka arkaya diziliyor: Kendimize ait kıldıklarımızı yitirmemek adına bunların etrafına çitler yükseltiyor, bu çitler bizleri diğer insanlardan ayırıyor, kendimizden uzak bıraktığımız insanlar elimizdekilere göz dikmiş yabancılar oluyor. Biz sahiplendikçe ve sahiplendiklerimizi sadece kendimize açtıkça, aradaki çitlerle 'yabancı'laştırdıklarımız daha az şeyden faydalanıyorlar. Payları azalınca, yani onlar da beslenemeyince, gözlerini elimizdekilere dikiyorlar. Sahiden tehlike olmaya başlıyorlar. O zaman silahlar ediniyoruz. Onlar böyle kötü kötü bakıp üzerimize gelince de, silahlarımıza mermiler sürüyoruz. Filmin son karesi, parmaklarımızın tetiklediği silahların ucunda biten ölü(m)ler oluyor.

 

'Sahip olmak'a, sosyal statüler konusu açısından da bakılabilir; burada da 'çatışma'yı uç veriyor. Özellikle Türkiye'deki kurumsal kavgalara bakılabilir. Bu kavgaların aktörleri, bir anlamda kendilerini bu ülkenin sahibi olarak görüyor, 'öteki'leri, ne kadar mümkünse o kadar dışarı itiyorlar. Onlara adresler gösteriliyor; bu bazen Moskova oluyor, bazen de İran veya Arabistan...

 

 'Sahip olmak' denen insanlık durumunun üzerindeki masumiyet elbisesi çıkarıldığında bunu görüyorum: Yoldan çıkma, arkasından savaş…

İçinde savaşın geçmediği bir hayat, savaşmayan bir dünya mümkün mü?

 

Sahiplikten vazgeçersek, sahipliği emaneti taşımaya çevirirsek, tanrı değil insan olursak, bütün iktidarlardan soyunursak, haddimizi bilirsek niye mümkün olmasın.


Nihat DAĞLI