๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:22:51



Konu Başlığı: Okumak ile yazmak arasında
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:22:51
okuma(k) ile yazma(k) arasında


Günlük hayhuy ve resmi program içinde okumanın da yazmanın da asli içerikleri zayıfladı. Okuryazar olmanın kanıtı için ilk mektep şahadetnamesi yeterli sayılmaktadır. Oysa bizim okuryazar nice cahillerimiz vardır. Daha ileri giderek cehaleti artıran okuryazarlıklardan bile söz edilebilir.  Okumak harf sembollerinin kelime ve cümle sırasıyla oluşturduğu ses dizgelerini çözmenin ötesinde anlaşılmamıştır. Okumanın anlamla, anlama ve düşünmeyle bağlantısı tek kategoriye indirgenerek kurulur. Nasıl ki, 'yazma' ile belli bir anlama, fark etme ve ifade etmenin gereklilik ilişkisi kurulmuyorsa. 'Okumak' yazıyla zapt edilmiş anlamı algılamak, 'yazmak' da zihnimizdeki anlamı yazıyla zapt etmek (burada zabıta ve zabıt kâtipleri hatıra getirilmelidir) değildir. Onların hayat içinde sandığımızdan çok geniş ve derin karşılıkları vardır. Hayatı ve hayat içinde okuyamayanlar yazılı metinleri hakkı ile okumada da yetersiz kalacaklardır. Yazı için de aynı şeyleri düşünebiliriz. İhmalin alacakaranlığında kalmış kimi kelimeleri el yordamıyla olsun biraz yoklamak istiyorum. Onlara çok belirgin olmayan yumuşak bir dokunuş bile benim için önemli olacaktır.

 

Yazının ona bağlı olarak okumanın, insan yaşamına yerleşik yaşama geçme evresiyle eş zamanlı girdiği şeklindeki yaygın anlayış hatalı olmalıdır. Sümer veya Mısır hiyeroglifleri kullanıma girmezden önce insanlar okuryazar değil miydi? Anlamak, düşünmek, ifade etmek maksadıyla bu biçimlenim bizim anladığımız tarzda sürdürülmemiş olabilir. Gılgamış destanı, kil tablet ve mühürler ile kutsal metinlerden başka elimizde ilk yazılı belgelere ait arkeolojik bulgular mevcut değildir. Mevcut verilerin imkânlarıyla bile bakılsa yazı ile resmi yönetimin birebir ilişkisi olmuştur. Bilindiği kadarıyla yazı yasaları ve mühim ilişkileri tespit etmek için kullanılmıştır ilk kaz.

 

Ondan önce de yazma(k) ve okuma(k) kelimeleri mutlaka kullanılıyordu ve bu kelimelerin yaşam içinde farklı anlam incelikleriyle esaslı karşılıkları var olmalıydı. Dil zaten ve ancak yaşam içinde, yaşamla birlikte akıp gitmez mi? Dilin kültürle, ilimle, düşünceyle, edebiyatla kurduğu yakınlık, bağlılık yaşam alanı içinde olmaz da nerede olur? Bu anlamda yaşam sınırsız, sonsuz bir akıştır. O nedenle bir dil, bir kültür hangi yaşam alanında var olmuşsa ona göre biçimlenmektedir. Her dil en genel anlamda kültür ve medeniyet havzalarında kendini somutlaştıran yaşamla irtibatı ölçüsünde zengin, yoksul, cılız ya da gümrah olur. Yaşamsal karşılıkları olmayan kelimeler bir canlı gibi eskir, işlevsizleşir ve ölürler. Bir anlamda sözlükler ölmüş kelimeler koleksiyonudur. Onlara anlam kazandırmak alıp gündelik hayata, düşünce ve sanat hayatına katmakla olur. Okumak ve yazmak hayattan beslenirken, hayatı da besleyen faaliyetlerdir. Kur-an'daki 'okumak'da budur, Türk kültüründeki okumak da. Arap dilindeki anlam arka planını fazla bilmiyor olmakla birlikte okumanın farklı anlamlar içeren versiyonlarından haberdarım. Biz 'ikra' ile 'tilavet' veya 'mukabele' yi kastetmeyiz. 'İkra' daha çok yaşamla ve var oluşla derin bağlantılar kurma anlamında kullanılıyor ve bir yazılı metinin matrisini çözmekten çok ileri bir zihinsel durumu ifade ediyor olmalıdır. Diğer iki kelimeden birincisi metne bağlı ve yüzünden okumak, diğeri karşılıklı okumak anlamlarına geliyor olmalıdır. İlk bakışta sembolik de gözükse karşılıklı okuma faaliyetinin belli bir metne bağlı kalarak anlam üretmeyi öne çıkaran bir motif olduğunu düşünüyorum.

 

Okumak ve yazmak kelimelerinin yazılı aşamaya geçmezden önce de kültürümüzde köklü anlamları olmalıdır. Bu kelimeler yaşam içinde yazı ile irtibatlı anlamlarından ayrı çeşitlilikte kullanılır. Hangisi özgün anlamdır? Meselâ 'şarkı okumak' 'ezan okumak' deriz. 'içini okudum' 'niyetini okuyamadım' 'gözlerinden okudum' derken de hâkim ilk anlamın dışındadır kastımız. Gerçeğin anlatılandan farklı mahiyetini dolaysız ifade etmek için 'bana okuma' diyebiliriz. Açıkgöz bir satıcı, sattığı mal için 'malı okuttum' deyimini kullanabilir. Aldanmama anlamında 'sen onu külahıma oku' denilir. Canına okuruz, meydan okuruz. Şimdilerde düşünce çevrelerinde kalıplaşmaya başlayan değişik 'okumalar' dan söz edilir oldu. Kitabı değil de konu veya ilgi alanlarını odağa alan çabalar yeni sayılacak terkiplerle ifade edilmektedir. Örneğin 'sanat- edebiyat okumaları' 'şiir okumaları' hatta mesela 'Akif okumaları' gibi ifadeleri daha fazla okur ve duyar olduk. İçimizden biri 'Cemil Meriç okumalarımda' veya 'Siyaset okumalarım esnasında..' diye söze başlayabilir. Hatta belli bir zamanı, coğrafyayı, fenomeni, sembolü okumaktan söz edilir. 'Ortadoğu'yu okumaktan, yeniçağı, sanayi sonrası toplumu okumaktan, hatta bir olayı, bir fotoğrafı okumaktan bahsederiz. Kelimenin, zaman içindeki devinimine, dal budak salarak gelişmesine koşut olarak bütün bu kullanımlar yerindedir.

 

Yazma için de aynı durum söz konusu değil midir? Şahsen yazma denince aklıma ilk gelen o çilekeş analarımızın, sevgili bacılarımızın geleneksel başörtüleridir. Geleneksel başörtüleridir, çünkü zaten geleneksel kültür motiflerimizden, metaforumuzdan bahsediyoruz. Çiftçilerimiz tarlalarını ve düz arazileri 'yazı' diye de tabir ederler. Sonra yaşanmış ve yaşanacak olanları, kaderi kastederek  'yazı' 'yazgı' deriz. 'Alınyazısı', 'karayazılı', 'ne yapalım yazımız böyleymiş', 'Allah yazdıysa bozsun' gibi deyişlerde yazı hangi anlamlarda kullanılır? Hangi anlamda olursa olsun ama illa ki okunan, okunmak ve okumak için olan anlamı vardır bütün bu yazıların. İşte zorluk da buradadır zaten. Harfsiz, kelimesiz nasıl okunacaktır? Bunun için bildik anlamda okumanın ve yazmanın yöneldiği son durakta ne bulacağımızı düşünmeli, hatırlamalıdır. Son tahlilde okumak ve yazmak yaşamı ve varlığı, başka bir söyleyişle kendimizi kavramak içindir. Tales'e 'Dünyanın en zor işi nedir?' diye sormuşlar, ünlü filozof 'insanın kendisini bilmesidir' diye cevaplamış. Yani insanın kendisini okuması. Bu kez de 'Dünyanın en kolay işi nedir?' diye sormuşlar. 'Başkasına öğüt vermek' diye karşılık vermiş. Yani önemli olan insanın kendini, yaşamı okumasıdır. Kendini okuyamayanlara hiçbir yazının da, nasihatin de fayda vermediğini söyleyip duruyoruz. Hayat dolu okumak hayatı okumaktan geçer. Kim bilir belki de en zoru bu tarz okumaktır. Hem değil mi ki, hayatta işe yaramayacak okumalar yani hayattan çıkmayan, hayat için olmayan, hayatı çoğaltmayan okumaların ve yazmaların kime ne faydası olacaktır? Hatta zararı bile olabilir, olmaktadır da. Bizim varlığımız üzerinde hesapları olanlar ilerici, aydın cehaletimizi artıran okumalarımızdan da yararlanarak akıllara ziyan yalanlarını bize okutup duruyorlar. Siyaset adına, felsefe adına, çağdaşlık adına ne fason anlamlar, imajlar, heyecanlar, hayaller, gerçekler okutuyorlar da fark edemiyoruz bile. Yani bize okuttuklarıyla canımıza okuyorlar. Bize de canımıza nasıl okuduklarını okumakla kültürlü olmak kalıyor.

 

Anlamın iki yakasından biri yazmaksa kuşkusuz diğeri okumaktır. Anlam alanına ister anlayarak, ister ifade ederek girmek mümkün. Okumak sezgi derinliği ve genişliğiyle sağlanan bir edinimdir. Bizim kültürümüzde böyle bir okuma hiç eksik olmamıştır. O nedenle bildik anlamıyla okuryazar olmasalar da, bizim insanımız hayatı ve kendini okumada yetenekli olmuştur. Aslına bakılırsa eskiden beri sürüp gelen kullanımların entelektüel kesimdeki kullanımdan bağımsız olduğunu söylemek de güçtür. Hatta düşünce dünyamızda yer ettiği içerikleriyle kullanılan bu kelimelerin gerekirse göçebe bozkır yaşantısından beri sürülen izlerin ipuçlarıyla açılımı yapılmalıdır. Mesela bir çeşit duvak veya çember olan başörtüsüne niçin yazma denilmiştir? Görüldüğü gibi örtünün de farklı adlandırmaları var. Bunlar yöresel deyişlere veya kullanan hanımın aile içindeki statüsüne göre değişiyor olabilirler. Bu konuda kimi araştırmaların olduğunu da biliyorum. İşte bilmece başladı. Okumak bir bakıma bilmece çözmektir. Hanımların sadece yaşlarına, statülerine, psikolojik durumlarına göre değil değişen yer ve zamanlara göre de yazmaların rengi, türü farklılaşır. Siz o kültürden habersiz değilseniz bir bayanı taktığı yazmaya göre o yazmanın oyasına göre değerlendirirsiniz. Genç midir, yaşlı mıdır; hüzünlü müdür sevinçli midir, hepsi o yazmada gizlidir. O renkler, o kenar oyaları her şeyi ifade eder. İşte bu sanatsal ifade gücü ve çeşitliliğinden dolayı hanımlarımızın örtüsünün bir adı da 'yazma'dır. Bir roman, bir öykü ne yazarsa o yazmalar da onu yazar. Yeter ki siz orada renk renk, desen desen, motif motif yazılanları okuyun. Bu motifi kullanarak yakılan türkülerimizi hatırlayın isterseniz. “Ağlama yar ağlama/ mavi yazma bağlama/ mavi yazma tez solar/ yüreğimi dağlama” Yaşam için önemi ve varoluşsal ifadesi bakımından benzer ilişki ve akıl yürütme 'yazı'nın diğer türevleri için de kurulabilir.

 

Okumak da öyle midir? Öyledir. Okumak 'ok' kelimesinden gelir. Okumak 'ok atmak' demektir. Türklerde ok ve yay çok önemliydi. İyi ok sağlam olandır, hızlı ve uzak giden olmalıdır. Türklerde ok kelimesini de savaşmak ve avlanmak için kullanılan eşya anlamının dışında çok farklı kullanımı vardır. Bunların hepsi de anlamsal açıdan birbiriyle irtibatlıdır. Mesela atları veya öküzleri arabaya koşmak için ortadaki uzun düzgün ahşaba ok denir. Atı oka (arabaya) koşarız. Koşmaktan ve oka paralel durmaktan belki 'koşut' kelimesi türemiştir. Bunun gibi evlerimizde yufka açmak için kullanılan sağlam ve pürüzsüz uzun çubuğa 'oklava' deriz. Bu da ok kelimesinden türemiştir. Daha da önemlisi Türk kavimleri boylarını okla ifade etmişlerdir. 'Üç oklar' ve 'Boz oklar' gibi. Niçin? İşte apayrı bir konu daha. Ama ilk akla gelen Türk aşiretlerinin sağlam, bükülmez, tesirli bir bünyeye sahip ve ok gibi atılgan, hızlı olması, ileriye gitmesi murat edilmiştir. Öyle de olmuştur.

 

 

Okumakla ok atmanın ilişkisine gelelim. Uzun boylu düşünmeye gerek yok. Ok bir hedefi vurmak içindir. Hareketli, çetin, sağlam yani metin bir hedefi. Okunuzun sağlamlığı hedefe saplanması ve ona nüfuz etmesiyle ölçülür. Bazen okun paramparça ettiği hedefler olur. Bazen de isabet etse de okun işlemediği haller. Değişen durumlara göre okun mu, hedefin mi gevşek olmadığına karar verirsiniz. Demek ki, esas olan okun hedefe saplanması ve içine nüfuz etmesidir. Neyi okuruz? Bir yazılı metni. Yazı ve metin. Demek ki, metin hususiyeti zayıf yazılar da vardır. Onları bir hedef olarak düşünürseniz zaten dokuları, örgüleri (bu yazı gibi) gevşek olduğundan içeriğine nüfuz etmek için fazlaca bir çaba sarf etmezsiniz. Eğer karşınızdaki yazı veya kitap (kitabe) ilk nazarda kendini bırakmıyor, ele vermiyorsa o yazı metindir. Ben bu kelimeyi ve gündelik dilde kullandığımız içeriğiyle edebiyatımıza taşınmış olmasını çok seviyorum. Oylumlu incelikleri ihtiva ve ihata etmesi bakımından da müthiş bir kelime.  Niçin metindir? Çünkü dirençli ve düz bir akılla anlam alanına vakıf olamıyorsunuz. Metin, çünkü yontulmuş bilincin üzerinden fark etmeden ve fark ettirmeden kayıp zihninizde zaten önceden var olan kalıplara oturmuyor. Anlamak için yeni bir işleyişe, farklı bir duyarlığa, fazladan çabaya ihtiyacınız var. Dışarı çıkmalısınız meselâ. Daha uzağa, beyninizin şimdiye değin girip dolanmadığınız kıvrımları kadar uzağa. İşte bu metni bu metin olanı algılamak, kavramak için önce metnin anlam alanına girmeniz gerekecek. Zaten oradaki dünyaya, iklime kendinizi bir atsanız işi yarı yarıya tamamlayacak, bilmeceyi çözmüş olacaksınız. Dikkat ve anlama oklarınızı sonuna kadar gerer ve metne doğru bir atılım daha yaparsınız. İşte okumak yoğun ve eleştirel bir dikkatle bir metinin anlamına nüfuz etmek, anlamını çözmek demektir. Burada ok soyut bir anlam giyinerek algılama, kavrama gibi melekelerimizi ifade eden bir kelime olarak hayatımızda yerini alır. Bu pencereden bakıldığında okumanın konuşma dilindeki diğer anlamları da vuzuha kavuşmuş olur. Okuryazarlarımız bu kelimelerin yaşamla direkt ilişkisini kurduğu, hiç olmazsa hayatı insanımız gibi ve onun kadar okuduğu zaman farklı bir nitelik kazanmış olur. Bir yönüyle asıl talihsizliğimiz, yönetici ve entelektüel konumdakiler başta olmak üzere okuryazarlarımızın hayatı gereği üzere okuyamadıklarından kaynaklanıyor.

 

İnsanların yeni durum ve olguları kullandıkları alet ve eşyalara, yaşam biçimlerine dayanarak adlandırmaları en doğal olanıdır. Onun için ilkin dil, kültür, yaşam ilişkisine dikkat çektim. Yaşamdan beslenerek dilimizde çağıldayan kelimeler sadece zihinsel anlam değil ruh da kazanırlar. Mana eğer kelime ve söz boyutunda sınırlı da olsa hakikatten bir parça taşıyacaksa, bütün bir hayatı kuşatan ama yaşanmayınca anlaşılması kolay olmayan kültür ve ruh durumunu içermeli, yansıtmalıdır. Kelimelerin anlamı biraz da o kelimelerin var olduğu iklimin havasına bağlıdır. Her kelimede ait olduğu yaşamın ve kültürün rengi, kokusu, vardır. O nedenle kelimeler aslında sınırladıkları anlamlardan çok daha fazlasını ifade ederler.   Hiç söylemeye bile gerek yok ki, yaşam içinde karşılığı olmayan ve yaşamın içinden geçerek anlamını bulamayan kelimeler ölü doğmuş bebekler gibidir. Yine aynı gerekçelerle bir dil, tam anlamıyla sözlüklerden değil, biçimlendirdiği yaşam içinde öğrenilir. İnsanlar dillerini yaşarlar, dille yaşarlar. Bir vakitler bu basit hakikati bilemeyen veya bilmeye yanaşmayanlar dille oynayarak yaşamla da oynayacaklarını, dili değiştirerek yaşamı değiştireceklerini sandılar. Varlıklarını ciddi bir gayret, akıl ve ruh terlemesiyle elde etmediklerinden, kültürün de yaşamın da kimlikleri gibi yapay olduğunu sandılar. Hayat her şeyden ve herkesten daha güçlüdür. Hayatın akışına denk düşmeyen tasarımlar silinip gider. Onlar da gölge oyunu gibi hayatın oyuncağı olarak yaşadılar, yitip gittiler.

 

Siz de katılır mısınız bilmem ama okumak ve yazmak arasında kurduğumuz hayatın, hakikati ne ölçüde sahici yansıttığını bilmek için anlama biçimimize yeni unsurlar eklememiz gerekir diye düşünüyorum.



ALINTI