๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:35:26



Konu Başlığı: Naylondan kimlikler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 15:35:26
naylondan kimlikler

İzah edilebilir, sahici kimliklerin mi sahibiyiz?

Yoksa; siyasi hesaplar, hesaplaşmalar içinde kimlik yanılsaması mı yaşandı, yaşanıyor?

Kimliğimizi korumak, değişime kapalı olmayı mı gerekli kılar?

 

Yaşanan gelişmeler bu ve benzer soruları düşünce gündeminin tam orta yerine getirip bırakınca kimlik üzerine genel bir ayrıştırma yapmak kaçınılmaz oldu.

 

28 Şubat'ın soğuk, sıkıntılı, sarsıntılı günlerini yaşıyorduk. Araştırma görevlisi ve akademisyenlerden oluşan bir grubun periyodik sohbet toplantılarına  konuşmacı olarak davet edilmiştim. Bu dostlara ne anlatabilirim diye düşündüm. Doğrusu her darbeden sonra insanımızda ciddi kimlik kayması, çatlaması, olmuştur. Ödenen bedeller yanında içe kritik bakışlarla kendimizi gözden geçirmek bakımından bu kimlik tartışmaları, aidiyet ve istikametimizi yeniden sorgulamayı başlatması yönüyle faydasız olmamış da değildir. Son tahlilde kendimizi kaygan, kırılgan hatta savunduğumuzu sandığımız değerlere çelişik zeminlerde inşa etmeye çalıştığımızı anlamışızdır örneğin. Darbe ortamları bir yanıyla rahat düşünme alanlarımızı daraltırken diğer yanıyla da düşünsel arayışları hızlandırmış, çeşitlendirmiştir. Bu dar alanın eleştirel tecrübesiyle bile ulusal kimliğimizi bulmaya çalışırken; yapay ideolojik ayırımların, yapay yapılanmanın ölümcül anaforu dışında kalma gerekliliği gün gibi ortaya çıkmıştır. Bunlara ilaveten beni konuk eden araştırmacı dostlarla 'ulusal kimliğimiz' üzerine düşüncelerimi paylaşmayı tasarlamıştım. 'Gün Uzar Yüzyıl Olur' romanında Aytmatov'un Colaman'ın yitik bilincinden hareketle, kimliğimizi bulacaksak mutlaka tarihten gelen ortak bilgi, bilinç ve değerler dizgemizi yeni zamanların gerçekliği ile sentezlememiz gerektiğine vurgu yaptım.

 

Ulusal kimlik, üyesi olduğumuz sosyal grup, mensubu bulunduğumuz düşünce sistemi ne kadar farklı olursa olsun her toplumsal katmanı kuşatan, kucaklayan, içine alan ortak niteliklerimizi içerir. Bu nitelikler her bireyi daha doğar doğmaz etki sürecine alarak kültür kodları ve motifleriyle toplumsal benliğimizin genetiğini oluşturur. Yani çokluk kendi özel çabamız, tecrübemiz sonunda elde edilmezler. Ulusal kimliklerle birlikte ortak ulusal değer, simge ve idealler de kendiliğinden oluşuverir. Bağımsızlık, vatan, bayrak hatta devlet gibi bu ortak unsurlar herkesindir. Bilinçli bir aidiyet olarak tercih edilmedikleri takdirde, ayırıcı unsur olarak kimsenin değildir ya da. Öyleyse aynı ulusun üyeleri olarak bu değer ve sembollere bağlılıklarımızı öne çıkararak ayrıca bir kimlik tanımı yapılamaz, yapılmamalı. Milletin (toplumun, klanın veya aşiretin) ortak paydası olan değer veya simgelerin ayırıcı vasıf olarak öne çıkarılmasının sebeplerinden biri de ne yazık ki şahsi çabalar sonucu belli, özgün bir değer üretilememesidir. Hiç kimsenin reddedemeyeceği şekilde ve şekilcilikle, sığlığı belirgin olan içerik derinleştirilemez. Dahası samimi düşünsel çabalarla içinde bulunduğumuz toplumsal çöküntüye çözüm ve çıkış arama çabalarının önü toplumun kimi kutsallarına dayanarak kesilmek isteniyorsa orada art niyetli hesaplar kutsal olanlarla perdeleniyor demektir. Kutsal; cehaletin, vandallığın, geri kalmışlığın sığınağı oluyorsa orada din de dâhil olmak üzere kutsalın istismarı var demektir. Orada kutsal, ekonomik ve siyasal rant hesaplarının basit malzemesi durumuna düşmüştür/düşürülmüştür. Tenvir olmuş ve kendi varoluş güzergâhından sapmayan hiçbir toplum böyle bayağı şeylere ne tevessül eder ne ihtiyaç duyar. Buna ihtiyaç duyanlar kutsalın anlam ağırlığını hafifletenler sıradanlaştıranlardır. Çünkü uğrunda ölünecek olanla olur olmaz yerde olur olmaz zamanda gevezelik konusu yapılanlar birbirine karıştırılmamalıdır. Karışıklığın ve karıştırmanın ayrımında olmamak toplumsal çözülmenin hatta çürümenin alameti sayılabilir. Bu negatif tutum ortak değerlerimizi ideolojikleştirerek birbirimizi 'öteki'leştirme sakıncasını içermekle kalmaz, reaksiyoner davranışlar sonucu tehlikeli çatışmalara da zemin hazırlar. Hayır, sağcısı da solcusu da bu memleketin evlatlarıdır. Hepimiz ortak bir kaderi yaşamaktayız. Bir başka söyleyişle tüm ayrılıklarımıza karşın kaderimiz hepimizi aynı mecburiyetlere zorlamakta, sürüklemektedir. Biri diğerinden az ya da çok vatanperver değildir. Kaldı ki bu kimliklerin pratikte birbirlerinden çok da farkları yoktur.

 

Auguste Comte pozitivizmiyle tanımlanan ulusal kimlik bir Cumhuriyet projesi olarak tepeden inmecilikle, zorlamalarla (topluma tek tip deli gömleği gibi giydirilerek) uygulanmaya çalışıldı. Merkeze bağlı sağ, merkeze bağlı sol hatta İslamcı kimlikler, esasen tek rengin değişik tonları gibiydiler. Tedip süresince devletten topluma yayılan tahammülsüzlük giderek toplumun kendi arasında birbirlerinin farklılığına duyulan nefrete dönüştü. Değil mi ki, bizi bulan bir felaket sağcımızı solcumuzu ayırmıyordu. Tepemizde patlayan bir bomba sağcıya ayrı solcuya ayrı tahribat yapmayacaktı. Ya da enflasyonun etkisi şu kesim için farklı bu kesim için daha farklı oranlarda olmayacaktı. Yani aynı dili konuşan, aynı sokakları yürüyen, aynı otobüslere binen, alışveriş yaptıkları marketleri aynı olan, kısacası hayatın pratik realitelerini birlikte yaşayan; esasen gerçek sevinçleri gerçek hüzünleri birlikte paylaşan insanlar nasıl olup da politik farklılıklarla kamplaşıyor, cepheleşiyor (bu askeri terim bir dönem maalesef siyasi, kültürel bir terim olarak da kullanılmıştır) dahası düşman kardeşler oluyordu? 60'lardan 80'e kadar bu kanlı oyunda binlerce çiçek ömrünün baharında soldu, kurudu. Bu talihsiz geçen yılların tarihi, bir neslin absürd kamplaşmalarla yitirildiğinin anaların gözyaşının, dul kalan kadınların, öksüz kalan çocukların tarihidir. Vatan kurtarılacaktı! Bunun için kahraman vatan evlatları 'öteki' taraftaki düşman (olan) vatan evlatlarını göz kırpmadan öldürmeliydi. Yağmurlar yağmasa da sokaklar ıslaktı.

 

Konuşmamda bu tarz ayrımların tehlikeli, yapay ayrımlar olduğu, kimliğimizi ifade edecek tarihsel kökleri, sosyal hatta kişisel nitelikleri bulunmadığı ekseninde yoğunlaştım. Hemen söyleyeyim pek memnun kalmadılar, hatta başkan konumundaki kişi ne dediğimin belli olmadığı şeklinde banal bir tepki verdi. Ona göre net değildim. Çizgim, duruşum belli değildi. Kafam çok karışıktı. Meğer benden milliyetçi söylemi (nasıl bir söylemse) baskın olan bir konuşma bekleniyormuş. Üstat Cemil Meriç yalnızlığıyla oradan ayrılmıştım. Mealen 'Milli değerlerimiz üzerine konuştuğumda sen sağcısın, diyalektik çözümleme yaptığımda solcusun diye dışlanıyorum. Kimseye yaranamadım' diye bir sözü kalmış aklımda. Payıma oradaki sözde aydın insanlar adına yazıklanma dolu üzüntüler düştü. Kendi ironik trajedimiz kuşatıyor yine her yanımı. On yılda her savaştan açık alınla çıkıp, on yılda her yaştan onbeş milyon genç yaratan bu ulusun seçkin, elit olması beklenen münevver evlatları bile duracakları yeri düşünerek belirleyemiyorlar. Var olacağımız yeri düşünerek belirleme yerine, bizim için belirlenmiş yerde düşünmeye çalışıyoruz. Orada bizden başkalarını da buluyoruz, kendimizi bir takım içinde buluyoruz. Böylece düşünsel arayış ve duruşumuzda akımların değil takımların etkisi oluyor. Düşünsel konumum itibariyle tapulu bir yerim olmadı. Aklımın karışık olması belki de bilinen anlamıyla yerimin neresi olduğunu aramamdan da kaynaklanıyor. Bana gösterilen yer, benim için hazırlanmış, düzenlenmiş yer gerçek anlamda benim olan, benim durmam gereken yer midir?

 

AB Müzakerelerinin resmen başladığı üç Ekim'le birlikte öteden beri zaman zaman yoğunlaşarak sürdürülen 'kimlik' eksenli tartışma bundan böyle daha yoğun yapılacağa benziyor. Ben asıl bu ve benzer vesilelerle gündeme gelen/getirilen tartışmaların ne ölçüde samimi ne ölçüde politik veya iktidar hesaplarıyla yapıldığını merak ediyorum doğrusu. Merak ediyorum çünkü hadiseler karşısında konumlarını tekrar belirleyenler (mevzilenenler mi demeliydim?) yıllardır piyasada tamamen tersi söylemlerin yılmaz savunucuları rolüyle göründüler. Dün kanlı bıçaklı olanlar bugün can ciğer kuzu sarması olup sözde Kuvay-ı Milliye hareketi oluşturuyorlar. İnsan sormadan edemiyor; yıllardır sağda ve solda vuruşanların ne oldu da bir anda söylemleri, eylemleri değişiverdi? Doğrusunu isterseniz bana tuhaf gelen bu tarz oluşumların bir şekilde Müslüman ve mütedeyyin toplumsal vasatı hedef almasıdır. Kimi odaklar birbirinden ne kadar farklı ve ayrı da görünseler kitlesel İslami hassasiyetin siyasal, sosyal güce dönüşerek ülke yönetiminde söz sahibi olması karşısında birlikte tutum alıyor ya da aldırılıyorlar demek ki. İçinde birçok kuşku barındıran bu son kanaatimiz önceki sözlerimizle çelişki arz etmiyor mu? İlk bakışta öyle sanılabilir. Doğrudur, ben yapay yapılanma ve ayrımlardan yana olmadığımı ifade ettim. Hatta ulusal kimliklerle bireysel kimlik alanlarının birbirine karışmaması gerektiğini savunuyorum. Yani ulusal kimlik gerekçeleriyle bireysel bakış ve duruşumuz bozulamaz. Biri diğerinin yerine ikame edilemez. Kategorileri, mahiyetleri, kapsama ve ifade alanları farklıdır. Ulusal kimlik farklı yanlarımızı değil ortak yanlarımızı ifade eder. Bu bağlamda gerektiğinde bireysel kimliğimizden ödün verilebilir. Bireysel kimlik ise ortak yanlarımızdan daha çok ve daha önce ayrı yanlarımızla, özellikle de farklı düşünsel yanlarımızla elde edilir. Ulusal kimlik bireysel farklılıkları yok etme enstrümanı değildir. Olamaz. En büyük yanılsama ve yanlışlık burada başlıyor. Ulusal kimlik motiflerine yaslanarak ve gerekçe gösterilerek şahsi tutumlar, şahsi kimlikler bastırılmak, sindirilmek istenmiştir. Sonuçta kişiliği sindirilmiş, silikleştirilmiş insan kalabalığı ortaya çıkıyor. Bu kalabalık anlaşılabilir bir üst kimlik bilinci ve ideali inşa etmede de yetersiz kalacaktır. O nedene 'birlik' düşüncesi yerine 'bütünlük' kavramı etrafında duyarlığımı geliştiriyorum. Birlik kavramı ile biz herkesin tek tipleşme modelini hayata geçirmişizdir. Bu yaklaşım herkesi aynı kalıba dökmek isteyen resmi otoritenin de işine gelmiştir. Ulusu hayatın her alanında homojen yapı arz eden monotik bir kütle olarak düşünenler birlik düşüncesinin savunucusu olmuşlardır. Farklı sesler ve farklı düşünceler milletin birliği esasına dayanarak her defasında boğulmuştur. O nedenle de bu toplum düşünsel gelişimini tamamlayamamakla kalmamış ayrıca dengesiz düşünme ve tepki biçimlerinin sahibi olmuştur. Bu toplum hasta edilmiştir. Sağlıksız bir süreç içinde ayrışanlar hastalıklı bir yapıyla birleşemezler. Bu benim itibar edeceğim bir değişim değildir. Önce kalplerin değişmesi gerekir. Değişen kalplerin buluşmasını düşünmek bile bana heyecan veriyor. O zaman bize tayin edilen yerde başkalarıyla birlikte olma mecburiyetinde kalmayacağız ama kalbimizin götürdüğü yerde başkalarını da bulacağız. Yüreğimiz ülkemiz kadar geniş.

 

Değişim hayatın ve var olmanın dinamiğidir. Diri kalmak için sürekli değişen dünyanın yeni unsurlarını kavramak ve ona göre tutum almak gerektiğine inanıyorum. Yeni olay ve oluşlarla kendimizi birdenbire tam içinde bulduğumuz değişim süreçlerinin gerektirdiği ölçüde duruş belirlememiz sadece doğal değil elzem bir davranıştır. 'Kimlikler statik değil, dinamik bir yapıya sahiptirler.' (1)

 

Kimlik sahibi olmak değişime direnmeyi gerektirmez. Bu fiiliyatta zaten mümkün olmamıştır. Hadiseyi doğru anlamalı, ortaya doğru koymalıdır. Bu konuda da müthiş yanılsamalar gözlenmektedir. Derinlemesine irdelenmediği zaman ortada bir kavramdır değişim. Köklü değişimler iç evrenimizin yeniden yapılanmasıyla mümkün olur. O nedenle kalplerin dönüşümüne önemseyen vurgular yaptım. Algı tarzı ve değerlendirme ölçüsü değişmedikten sonra her türlü değişim şekilde ve yüzeysel kalmak durumundadır. Günlük hayatta sözünü ettiğimiz değişim daha çok bu türden olanlardır. Bu anlamda zaten her şey değişmektedir. Aynı kalan öz her geçen gün farklı görünümlerle karşımıza çıkar. Bu çeşitlilik, bu evrim hayatın, dünyanın doğasında vardır. Tüm değişkenlerin arkasında ve gerisinde değişmez cevher nedir, hangisidir? İşte bu da ayrı bir konu. Bir realite olarak insanı çevreleyen hayatın yeni icaplarına karşı koymak imkânsız ölçüde zorlaşmaktadır. Değişmemek, değişime direnmek yozlaşmayı, akıl ve algı körlüğüyle sonuçlanacak anakroniki getirir.

Değiştirme gücü ve imkânı olanlar değişme kabiliyeti olanlardır diye düşünüyorum. Tarih bir anlamda değişimler silsilesi değil midir? Yıllar boyu değişime direnen üstelik toplumun değişmesini de engelleyen statik ve statükocu kafaların yeni durumu tartışacak donanım ve yetkinlikte olmadıklarını düşünüyorum. Onların şimdiye kadar ne sahih kimlikleri oldu ne de kim olduklarına dair ciddi kaygıları. Bir şekilde iktidar erkine sahip olarak ya da stratejik hesaplarla kendileri için öngörülen aidiyetleri ölümüne üstlenerek bir yandan uzun sürmüş erginliklerinin şımarık benliklerini doyurdular bir yandan da görevlerini ifa etmenin kahramansı rahatlayışının tadını çıkardılar. Hiçbir zaman özgün bakış ve duruş sahibi olamayanların sentetik kimlikleriyle topluma verecekleri bir şey kalmamıştır. Evhamlar büyüterek, korku tacirliği yaparak sürdürdükleri tehlikeli 'var kalma' oyununa son verip çok sevdiği ülkeleri için düşünmeye, yeni açılımlar için biraz da akıl teri akıtmaya başlamak gerekmektedir. Bu tiplerin geçmişte ülkenin kurtuluşu için birbirlerini karşılıklı göz kırpmadan öldürdükleri hatırlanırsa bizim önerimizin önemsiz kolaylıkta olduğu anlaşılacaktır: Düşünme ve bilgilenme hamlesi başlatmak!.. Böylelikle var kalma mücadelesi var olma amacına dönüşecektir. 

 

Tarihsel, kültürel gelişmeler her türlü siyasal ve stratejik kurgulardan daha güçlüdür. Esasen gelişmeler karşısındaki umarsız ya da panik ölçüsüne varan reaksiyonlarımızın nedensel arka planında yeterli tarih bilincine ve bilgisine sahip olmadığımız hemen açığa çıkmaktadır. Tarihsel seyrin hangi istikamette olacağı ancak önceden kestirmeyle tahmin edilebilir. Sadece tahmin. Ama şu da bilinmelidir ki esasen tarihte gerçek anlamda tamamlanmış süreçler yoktur. Biz dünü bu günün bakış açısıyla görüp değerlendirmekteyiz. Ayrıca bu gün esasen dünün bir uzantısı ve sonucu olarak yaşanmaktadır. Yalnızca düne ve Henri Lefebure'ın dediği gibi yalnızca şimdiki zamana tutunmaktan daha kötü bir soyutlama olamaz. Tarih tüm gayret ve önlemlere rağmen müthiş sürprizler, müthiş talihsizlikler veya şanslar sunma ustasıdır. Elbette uzun uzadıya tarih felsefesi yapmayacağım ama eğer şu saptamayı göz ardı edersek zamanın akışı içinde ana istikametimizi belirleyen en önemli unsur olarak algılanabilecek kimlik sorunumuza da sağlıklı olarak yaklaşamayız kanaatindeyim. Çünkü kimlikler dünden koparılmış bir şimdiki zaman içinde bireysel, sosyal ilişkiler toplamı ile kazanılmaz sadece. Her türlü insan ilişkilerinin kimliğin oluşumuna etki eden unsurlar olması yanında tarihsel, kültürel bağlantılar çok önemlidir. Uzun zamanlar içinde edinilen kültürel mahiyet toplumsal kimliğin düzlemini oluşturur. Bireysel anlamda kimlik ve kişiliğimiz (bunlara bağlı olarak reflekslerimiz) oluşurken hep bu bağlamdan hareket ederiz. Ama bir yandan da kimliğini bulan insan yönünü geleceğe dönmek durumundadır. Çünkü yaşam içinde coşkusunu yitirmeden var olma ve yarınlara yürüme iddiasında olanlar için kimlik çok önemlidir. Bir bakıma insanın kendisine saygısı, toplumun ona izafe edeceği karakter özellikler, topluma katılırken doğallıkla öne çıkacak bireysel nitelikler, haysiyet, şeref, göreceği itibar ya da kınanma hep kimliği sebebiyle olacaktır.

 

Tam da bu noktada kimileri tarihi; kurdukları gelecek tasavvuru önünde bir engel gördüklerinden onu yok saymakla sorunu çözeceklerini sanmaktadır. Ortaya toplumun gerçekliğinden yoksun, çoğu zaman savruk, değerleri hafifseyen, ütopik, ideolojik söylemler çıkmaktadır. Bu yaklaşıma göre toplum tepeden tırnağa değişmelidir. Bu değişim talebi ya da dayatmasının arkasında ideolojik öç alma duygusu ve tutumu vardır. Esasen ortak tarihsel tecrübe onların ideolojik amaçlarına uygun imkân vermediğinden bu yol seçilmektedir. Ne çare ki burada, bu ülkede yaşamakta ve buranın dilini konuşmaktadırlar. Yani reddettikleri tarihin kucağında yaşamakta fakat zorunlu bir gereksinim olarak (hadi diyalektik zorunluluk olarak diyelim) başka tarihlere, yabancı kişiliklere dayanmakta bir özdeşleşmeye gitmektedirler. Bu tipler ne kadar sahici kimlik sahibi olabilir? Kök paradigmalarını hep dışarıda arayan hareketler ruhsal ve zihinsel zafiyetin göstergesi olmalıdır. İttihat ve Terakkinin ardından Cumhuriyetle keskin resmi politikaya dönüşen batılılaşma (daha doğrusu batılılaştırma) hareketiyle yeni bir ulus yeni bir kimlik inşa etme çabasıyla yapılan ölümcül yanlışlık da buydu. Sanıldı ki yasal yasaklamalarla yeni bir kimlik oluşacak. Oysa yasalar toplumsal meşruiyetleri ölçüsünde işlerlik kazanırlar. Halkın tarihinden, kültüründen kopuk resmi ideolojinin seçkinci, militarist programları tüm çabalara rağmen tutmadı. Batılı değerleri öncelikle aydınımız içselleştirmiş değildi. Batılılaşma hareketiyle onlar için önemli olan Anadolu insanının dinine, manevi değerlerine saldırmaktı. Üstelik halkçıydılar. Halk adına ve halk için halkın değerlerini ortadan kaldırmak!.. Ne trajikomik bir fenomen.(2) İdeolojiler kültürle ve halkla barışık olamıyorlarsa bu onların inançlar ve yüzyıllar boyu damıtıla damıtıla oluşan tarih bilincine, birikimine dayanmadıkları sebebiyledir. İdeolojik zorlamalarla dayatılmak istenen kimlikler değişmeyi değil değiştirmeyi amaçladıklarından içselleştirilemeyen, mecburiyetten ve emaneten taşınan kimlikler ortaya çıktı. Emanet ve ödünçtü. Bravdel, her kültür devriminin kendinden öncekini yıktığı bilinen gerçeğini ifade ettikten hemen sonra ekler; 'Ancak yıkacağı şey vitrindir, toplum aynı kalır, direnir.' (3)

Sürekli değişen yaşam statükocu düşünceyi fazlasıyla rahatsız eder. Varlığını mevcut yapının işleyişiyle sürdürenler için her bir değişim yaşamsal ölçüde ve önemde bağlandıkları yapının yok olacağı anlamına gelir. O yapıyla kendileri de yok olacaklarından güçlü bir bencillikle direnişe geçerler. Yeni olan her şeye tahammül edemeyişleri refleks olarak onları tarihsel tutuculuğa iter. Yeniye direnmelerinin en meşru dayanağı tarihe sığınmaktır. Tarih onlar için yeniliklere imkân vermeyen bir süreçtir ve tarih sadece onlarındır, onların anladığı gibidir. Bu yaklaşım tarihsel akışı kendi mantıksal kapalılığı içinde dondurmakta, durdurmaktadır. Tarih bitmiş bir süreç olarak algılanır. Tarih tarihle tıkanmaya çalışılır bir bakıma. Gündelik realitelere direnmek adına tarihi zapturapt altına alma çabası da bir koşullanmayı beraberinde getirdiğinden ideolojik karakter içerir. Dikkat edilirse bu fenomende günü anlamak, anlamlı kılmak için bir çaba gözlenmez. Şimdinin zorlu koşullarında kendimizi tanımak ve tanımlamak yerine geçmişin yaldızlı hayaliyle avunma yolu seçilmektedir. Tarihe yönelen herkes ve her durum için geçerli değildir elbette bu söylenenler. Sonuç itibariyle gelecek tasavvurundan koparılmış tarih algısı ile gerçek tarihi süreçten yoksun gelecek düşüncesi arasına sıkışıp kalarak elde edeceğimiz sahici, tutarlı bir kimlik yoktur. Bu kimlikler bizi tam manasıyla izah edemediklerinden, içselleştirilemezler. En ufak toplumsal kırılmalarla çarçabuk değişiverirler. Bu tip kazanılmamış, gerçeklikten yoksun kimlikler her türlü yönlendirmelere açık kimliklerdir. Pratikte hiçbir hükmü yoktur. Bu tür kimlikler sıklıkla kaybolan, kaybedilen kimliklerdir. Çünkü akli, ilmi, düşünsel temelleri yoktur ya da çok zayıftır. Bu kimlikler yakaya rozet gibi, kokart gibi takılabilir. Belli bir grup ya da düzen içinde size verilen görevleri, statüyü, rolü de içerebilir. Ama kendi düşünsel gücünüzle yaşama ve dünyaya bakışınızı ifade eden ayırıcı niteliklerinizi belirtme açısından hükümsüzdür. Hani gazetelerde “Kimliğimi kaybettim. Hükümsüzdür.” Şeklinde ilanlar vardır. Böyle bir ilan vermek için kaybetmek gerekmez. Gerçek anlamda zaten hükmü yoktur!..

 

Kimlik üzerine sürdürülen tartışmaların artması sosyal, siyasal, kültürel alanda bir kimlik arayışı yaşadığımız sebebiyledir de. Bireysel ve toplumsal anlamda varoluşumuzun ehemmiyetini ciddi manada keşfetmeye başlamamızın ardından kendimizi bilme, kurma çabamız kimlik sahibi olmamızın yaşamsal gerekliliğini ortaya çıkardı.

 

Biz kimiz sorusuna vereceğimiz cevap; dünya görüşümüzü, yaşama bakışımızı içerecek tarzda duruşumuzu diğer kimliklerden ayırt edici özellikleriyle izahtan yoksunsa sahici kimliklerimiz kâmil manada oluşmamış, oturuşmamış demektir. Eğer ayırt edici niteliklerimizle kimlik kazanmışsak birey olarak benliğimizi de inşa etmişizdir.

 

Birey olarak bizi farklı kılan özelliklerimiz ve aidiyetlerimizi kendi çabamızla mı kazandık, yoksa onları sosyal ortamımızda hazır kalıplar olarak mı bulduk? Eğer gerçek bireyler olarak benliğimizi ve kişiliğimizi inşa etmişsek kazanılmış ve açıklanabilir kimliklerin sahibiyiz demektir. Doğallıkla kimliğimiz üzerine bir yanılsama yaşama ihtimalimiz zayıftır. Oysa çoğumuz varoluş iddiamızı bizim için önceden tasarlanmış ideolojik kimliklerle sürdürmekteyiz. Bir yandan birikim olarak yetersizliğimiz önümüze konulan kimliklerin bağlam ve ortamına düşünce ve değer bazında boyut katma imkânımızı azaltırken diğer yandan bizi ayrıcalıklı ve özellikli yaptığını sandığımız mevcut kültür kodlarımız ya da bireyselleştirdiğimiz toplumsal reflekslerimizin hiçbir özel çaba gerektirmeyen kolaylığı işimize gelmiyor değildir. Siyasal, sosyal gündemi oluşturan kimi çevreler sözüm ona ulusal kimlik, ulusal bakış ve ulusal duruşumuzun kavgası adına kitlelerin heyecanını artırıcı söylemler üreterek politik kazanım elde etme hesabı içine girmişlerdir. Düşünce, kültür ve siyaset alanımız insanımızın sinir uçlarına sorumsuzca dokunarak refleksleri kışkırtılmak suretiyle var olacaksa kendimizi yani kimliğimizi bulma çabamız sekteye uğrayacak demektir. Bu karmaşayı yaklaşık iki yüz yıldır yaşamaktayız. Yolunu düşünerek, bilgi ve çözüm üreterek bulmak yerine heyecan dalgalarını azgınlaştırarak ortak aklın yolunu kesmeyi seçenler vahim yanlışlıklarını 'vatan', 'millet', 'bayrak' gibi ulusal ve hepimize ait olan değerleri hoyratça kullanarak gizleyemezler. Acaba yakın geçmişimizdeki siyasi hesaplarla yapılan yapay ayrışmanın tersten başka bir versiyonu mu sahneleniyor? Bu millete olmadık fenalığı yaptıkları gün gibi ortaya çıkanlar dünkü düşmanca tavırların mı, bugünkü dostane birlikteliğin mi yalan olduğunu açıklamalıdırlar. 'Birbirimizi öcü göstererek binlerce vatan evladının oluk oluk kanlarının akmasına vesile olurken şaka yapmıştık, meğer bizler dostmuşuz' deme hakları ve şansları tabii ki vardır. 'Biz bu memleketi çok sevdiğimiz için geçmişte onları bir kuru ekmeğe, en temel ihtiyaç maddelerine muhtaç ettik, Kuvay-ı Milliye ruhuyla bankaların hortumlanmasına ses çıkarmadık, ekonomik krizi ülkemizi çok sevdiğimiz için çıkardık, bayrağımız özgürce dalgalansın diye ekonomiyi küçülttük' deme hakları ve şansları tabii ki vardır. Ama onlar hakkındaki kanaatini ibraz etme veya muayyen bir zaman mahfuz tutma hakkı asıl bu asude milletindir.

 

Ortak akıl, ortak duygulanım, ortak amaçlar için ulusal kimliğimizi her türlü politik, palyatif çıkar hesaplarının üstünde ve dışında yeniden tartışabiliriz, tartışmalıyız. Yazı başında andığım anekdotta sözünü ettiğim toplantıda öne çıkarmaya çalıştığımda memnuniyetsiz tepkilerle karşılaştığım da bu düşüncelerdi. Unutmadım ve yalnız kalmıştım. Belki o arkadaşlar çoktan unutmuşlardır. Kim bilir belki yeni Kuvay-ı Milliyeci dava arkadaşlarıyla ne kadar mutludurlar.

Ne için, kime karşı?

Bu yeni kimliklerinin, daha doğrusu kimliklerinin bu yeni renginin de bir yalana, yanılgıya taht kurmak olduğu çevresinde bir konuşma yapsam o çevreler bu kez de manasız şeyler söylediğim yargısına varırlar mı acaba?

Yoksa yine yalnızlık mı düşecek payıma?

Hiç değilse kendimi yetmiş milyon kere, yetmiş milyon kadar yalnız hissediyorum.

Ne kalabalık bir yalnızlık değil mi? 
 

_______________________________

(1) -İlker Çağla, “Kamusal Bir din Yaratmak/ Milliyetçilik: Simgeleri ve Törenleri”, Resmi Tarih Tartışmaları -1-, Editör: Fikret Başkaya, s.90, Özgür Üniversite Kitaplığı 53, Ankara 2005.

(2)-ayrıntılı bilgi için bkz. D. Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti, Beyan Yay. İst.1986

(3) -Fernand Bravdel, Cumhuriyet Gazetesi, Kitap Eki, sayı 6, Kasım 1985.



Necmettin EVCİ