๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 05:27:25



Konu Başlığı: Kureyşin Hatibi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 05:27:25
Kureyş'in Hatibi

Seçkin bir muhitte dünyaya gelmişti; sözüne kulak verilir ve bir dediği de iki edilmezdi. Meclislerin aranan adamıydı; kalabalıklar, beyanındaki güce hayran kalır, cazibesine kapılıp giderdi. Dilindeki selâset, hitabetindeki cezâlet ve sözündeki insicâmdan dolayı kendisine, ‘Kureyş’in Hatîbi’ deniliyordu; hitâbet denilince akıllara gelen ilk isim o idi.

Şöhretini gölgede bırakıp konumunu sarsan haber Hira’dan gelmişti; ‘Muhammedü’l-Emîn’ bir vuslat yaşamış ve insanlığa yeni bir hitabetle geliyordu! Belli ki artık hitabet adres değiştirecek, o güne kadar çok cazip gelen ifadeler insanlar için bir şey ifade etmeyecekti. Bunu görmek için çok beklemelerine de gerek kalmadı; zira birer ikişer insanlar, eski hatiplerini yalnız bırakmaya başlamış, karşılarına çıkan yeni beyana gönül verir olmuşlardı.

Canını sıkan gelişmelerdi bunlar. Kendini, tarifi imkânsız bir sıkıntı içinde hissediyordu. Eski tadı kaçmış, kendisine rağmen gelişen hadiseleri yönlendiremediğine yanan birisi hâline gelmişti. Zira üç kardeşi, iki damadı ve onlarla birlikte iki kızı da, hitabet kürsüsünü değiştirenler arasındaydı. Omuzlarında yükselmeyi beklediği en yakın dayanaklarını kaybediyordu. Onu asıl yıkan hadise, büyük oğlu Abdullah’ın da bu beyanın cazibesine kendini kaptırıp babası Süheyl İbn Amr’ı hitabet kürsüsünde yalnız bırakmış olmasıydı.

Zaten bir süredir rekabet hissinin tetiklediği duygularına yalnız bırakılmanın acıları da eklenince Süheyl ibn Amr, sözünün hedefini değiştirecek ve Mekke’den gelen yeni habere karşı bayrak açacaktı. Zira bir tarafta kitleler önünde eğilip temenna dururken, en yakınındakilerin başka kapıya yönelmesini bir türlü hazmedemiyordu. Gerçi kulağına kadar gelen beyanlar hoşuna da gitmiyor değildi; ancak ne kadar güzel olursa olsun, kabile mantığının egemen olduğu bir muhitte öncelik yakınlarda olmalı ve aynı kanı taşıdığı bu insanlar, hitabet meydanında sadece ona kulak vermeliydi.

Karmakarışık duygular içinde yönünü tayine çalışırken Ebû Cehil, Ebû Leheb, Ukbe ibn Ebî Muayt, Velîd ibn Mugîre, Âs ibn Vâil, Utbe ve Şeybe kardeşler gibi Mekke önderlerine kulak vermeyi denedi. Onlar da kendisinden farklı düşünmüyorlardı; imkân ve konumlarını kaybedeceklerinin endişesiyle açıktan tavır almış, ‘karşı taraf’ olarak niteledikleri düşünceye, doğru olup olmadığını anlamaya bile çalışmadan daha baştan ve toptan karşı çıkıyorlardı.

Şimdi ayaklarının yere daha sağlam bastığını hissediyordu. En azından yalnız değildi; Kureyş’in efendileriyle birlikte hareket ediyordu!

Kardeşleriyle damatlarına kızsa da onlar için yapabileceği bir şey yoktu; evleri ayrı, maişetleri ayrı ve yolları da farklıydı. Hıncını alıp da yola getirebileceği (!) bir oğlu Abdullah kalıyordu ortada ve bundan sonra o, akla hayale gelmedik işkencelere başvuracak, böylelikle oğlu Abdullah’ı önünde diz çökmeye zorlayacaktı. Sanki söz ustası Süheyl gitmiş ve adeta yerine, beyan meydanında kaybettiğini şiddetin yardımı ve kaba kuvvetin diliyle toparlamaya çalışan bambaşka birisi gelmişti!
Akşamlara kadar işkenceyle yoğurup her sabaha yeni bir mihnetle uyandırdığı oğlunu hizaya getirdiğini düşündüğü bir sırada Hz. Abdullah, onun elinden kaçacaktı; kendisi gibi mihnet kurbanlarıyla beraber gizlice Habeşistan’a hicret etmişti. Bu, Süheyl için yeni bir yıkım demekti ve artık çileden çıkmış, bütün bütün dengesini kaybetmişti. Kin ve nefretten başka bir şey düşünmüyor, dar kalıpların sığlaştırdığı dünyasına intikam hırsından başka bir hissi de misafir etmiyordu.

Bu duygularını tatmin edeceği fırsatı yakalaması uzun sürmedi; Mekkelilerin Müslüman olduğu şayiasının gelmesi üzerine, diğer Habeşistan muhâcirleri gibi oğlu Abdullah da yaklaşık üç ay sonra geri gelecek ve çaresiz, öfkeyle kabaran babasının nefret tuzağına düşecekti. Artık onun için günler, Habeşistan öncesine rahmet okutacak kadar karanlıktı ve günün birinde dayanamayıp Hz. Ammâr misâli, babasının arzusuna ‘evet’ demek zorunda kaldı. Bedir’e kadar da bu hâl üzere devam edecekti.

Bundan böyle Süheyl, kemikleşmiş bir cephenin adamıydı; yanına yaklaşıp da fikrine müracaat edildiğinde insanları kin ve nefretle yönlendiriyor, hiç olmadık isimleri bile hakka karşı şiddete teşvik ediyordu. Hâlbuki Ebû Kubeys tepesine çıkıp da o günlerde kendilerine hitap eden Habîb-i Kibriyâ’nın özü sözü doğru ve güvenilir bir insan olduğunu tasdik edenlerden birisi de o idi. Belki de en çok buna yanıyorlardı; onca gayrete rağmen bir türlü açığını bulamıyorlardı. Ebû Tâlib’in huzuruna girip de yeğenini kendilerine teslim etmelerini söyleyen, Allah Resûlü (sas) Tâif’e gittiğinde O’nu yeniden Mekke’ye sokmama kararı alan ve en son Dâru’n-Nedve’de Resûlullah’ı öldürme fikrinde birleşenlerin arasında Süheyl ibn Amr da bulunuyordu.

Hicret sonrasında daha da kasvete bürünen Mekke, tufan olup Medine’ye akmak üzereydi! Beklendiği gibi o gün Süheyl İbn Amr da Mekkelilerin kin ve nefret ağına rüzgar salanların başını çekenler arasındaydı. Şam’a giden kervanın tehlikeyle karşı karşıya olduğu haberini alır almaz Kureyş’i bir araya toplayacak ve onlara şöyle seslenecekti:

- Onlar sizin kervanınızın peşine düşmüş iken sizler, Muhammed ve arkadaşlarını kendi hallerine mi bırakacaksınız! Mal isteyene işte mal; silah isteyene de işte silah!

Söylediklerinin arkasında duran bir insandı ve bunu fiilen de gösterecekti; elindeki imkânları seferber edip Mekke ordusunu ayakta tutacak bağışlarla ‘cömertliğini’ ortaya koyuyor ve bunlarla Ebû Cehil ordusuna açıktan destek veriyordu!

Dize getirdiğini düşündüğü oğlu Abdullah’ı da Bedir’e yanında götürmüştü. Karşı çıkıyor gibi gözükse de kalben kurban olduğu Resûlullah’a karşı kılıç sallayacaktı Hz. Abdullah! Ne büyük bir imtihandı bu onun için. Ancak yollar Bedir’de buluştuğunda o, babasının yanından kaçacak ve Süheyl gibilerin düşman gördüğü Allah Resûlü’nün yanındaki yerini alacaktı. O gün Süheyl ibn Amr’ı yalnız bırakan sadece oğlu da değildi; yıllardır yedikleri ayrı gitmeyen müttefiki ve dostu Umeyr ibn Avf da saf değiştirmiş, Hz. Abdullah’la birlikte Medine ordusuna katılmıştı. Tam da artık ‘adam oldu’ diyerek yanında taşıdığı oğlu ile dostu Umeyr’in bu hareketi, kin ve nefretini bir kat daha artırmış, savaşa da bu hırsla başlamıştı! Ancak kaderin hükmü daha farklıydı; savaşın sonunda Süheyl ibn Amr da esirler arasındaydı.

Onu esirler arasında gören Hz. Ömer, hızlı adımlarla Allah Resûlü’nün yanına yaklaştı. Hitabetiyle Kureyş’i tetikleyen Süheyl’in haddini bildirmek için onu kendisine bırakmasını isteyecekti:

- Onu bana bırak yâ Resûlallah! Bırak ki dişlerini sökeyim ve sarkan diliyle bir daha hiçbir yerde ve ebediyen Sen’in aleyhinde konuşamasın.

Ancak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) aynı kanaatte değildi:

- Bırak yâ Ömer, diye başladı sözlerine. “Bırak ki gün gelir Süheyl ibn Amr da senin hoşuna giden şeyler söyler!”

Bedir’de nefislerine ve şeytana kurban gidenlerle birlikte başını kaybedeceğini düşündüğü bir sırada ona da hürriyet yolu gösterilmişti. Şiddet beklediği kapıdan gördüğü bu rahmet esintisine bir mana veremiyordu; öldürmeye hayatını adadığı bir insan, hayatını bağışlıyor, öldürmeye imkânı varken af yolunu tercih ediyordu! Aynı fırsatı kendisi elde etmiş olsaydı neler yapmazdı ki!

Mekke’ye döner dönmez bunu da unutacak, gördüğü iyilik aklına bile gelmeyecekti. Zira Bedir’de kalanlara gözyaşı dökmek bile yasaklanmış, Kureyş intikamdan başka bir şey konuşmaz olmuştu. Üstelik büyük oğlu Hz. Abdullah’tan sonra şimdi de, diğer oğlu Ebû Cendel Müslüman olmuştu. Artık daha tecrübeliydi; büyük oğlu Abdullah’a yapamadıklarını Ebû Cendel’e tatbik etmek istiyor, kaybettiklerinin hıncını ondan çıkarmaya çalışıyordu.

Uhud’a da aynı niyetle gelmiş, Hendek’te aynı duygularla hazır bulunmuştu. Ancak gülen taraf bir türlü onlar olamıyordu! Medine’den yayılan Nûr’u durdurabilmek için akla hayale gelmedik yollara başvurmuşlar, ama her seferinde yine elleri boş dönmek zorunda kalmışlardı.

Derken bir gün, 1400 ashabıyla birlikte Allah Resûlü’nün Mekke’ye doğru yola çıktıklarının haberiyle sarsıldılar; silahsız, ihramlarını giyip yanlarına da kurbanlıklarını almış ve sadece ‘umre’ vazifelerini gerçekleştirmek için geliyorlardı. Gelenler arasında oğlu Hz. Abdullah ile artık Müslüman olup Medine’ye hicret etmiş bulunan yakın dostu Umeyr de vardı.

Müslümanların geliş niyeti ne olursa olsun, Kureyş onları Mekke’ye sokmamakta kararlıydı; giderek güçleri zayıflıyor olsa da böyle bir çıkışı asla kabul etmeyeceklerini söylüyor, canları tenlerinde olduğu müddetçe böyle bir zillete karşı koyacaklarına dair yeminler ediyorlardı! Hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar ve neticede aralarından dört kişiyi seçerek onları, bu krizi yönetmekle görevlendirdiler. Bu dört kişiden birisi Süheyl ibn Amr idi.

Umre yolcularını Hudeybiye’de durdurmuşlardı. Günlerce devam edip giden görüşmeler netice vermiyor ve bir türlü sonuç alınamıyordu. Mekkelilerin her türlü tahriklerine rağmen Efendiler Efendisi, onlarla sulh yapıp geri dönmeyi arzu ediyor, gerilimi tırmandıracak en küçük bir harekete bile izin vermiyordu.

Derken bir gün, uzaktan Süheyl ibn Amr’ın geldiği görüldü. Kamer misal yüzlerinde tebessüm belirmişti Sultan-ı Rusül’ün. Zira Süheyl’i tanıyordu. Onu Tâif dönüşünde de yoklamış, ancak o, “Âmir oğulları Ka’b oğullarına asla eman veremez.” diyerek Allah Resûlü’nün uzattığı eli sıkmamıştı. Belli ki gelişini onun için yeni bir fırsat olarak düşünüyordu:

- Umulur ki iş kolaylaştı, buyurdu önce. Zira Süheyl, kelime olarak “kolaycık” manasına geliyordu. Ancak o gün Süheyl’in işi kolaylaştırma gibi bir niyeti olmadığı gibi, her hamleyi çıkmaza sokma gibi bir tavrı vardı. Buna rağmen, tercihini sulhtan yana yapan Efendiler Efendisi’nin gayretleriyle sulh akdi imzalanacaktı. Uzun görüşmelerin sonunda her şey madde madde konuşulmuş ve bir karara bağlanmıştı. O maddelerden birisi de, Mekke’den Medine’ye gidip iltica edenlerin Mekke’ye teslim edilmesini gerektiriyordu. Sıra, bu maddeleri kayda geçirmeye gelmişti. Resûl-i Kibriyâ Hazretleri yanına Hz. Ali’yi çağırdı:

- Yaz, diyordu. “Bismillâhirrahmânirrahîm!”
Süheyl’in hiddetle yerinden fırladığı görüldü; delicesine itiraz ediyordu:
- Rahman da ne? Vallahi ben onu tanımıyorum. Bunu ben bilmiyorum; sil onu ve ‘Bismikallahümme’ diye yaz!

- Vallahi de biz, ‘Bismillâhirrahmanirrahîm’den başkasını yazmayız, şeklinde yükselen itirazlara rağmen Allah Resûlü (sas), Hz. Ali’ye seslenecek ve Süheyl’in dediğine uygun yazması için beyan buyuracaklardı. Ardından yine döndü ve:

- Yaz, dedi. “Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed ile Amr’ın oğlu Süheyl’in arasında…”

Daha cümlesini bitirmemişti ki cinnet hâli iyiden iyiye nükseden Süheyl yine araya girdi:
- Vallahi de, diyordu. “Senin Resûlullah olduğuna inanmış olsaydık, ne Kâbe’yi ziyaretine engel olup yolunu keser, ne de seninle bu kadar savaşıp kan dökerdik. Onu da sil ve benimkinde olduğu gibi kendi adınla babanın adını, ‘Muhammed ibn Abdillah’ diye yaz!”

Onlar sildirmek istese de Habîb-i Zîşân Hazretleri (sas), Allah’ın Resûlü’ydü ve buna rağmen onu da silmesini söyledi Hz. Ali’ye. Ancak, Hz. Ali’nin “Resûlullah” kelimesini silmeye gönlü razı olmayacaktı. Bunun üzerine onu bizzat Allah’ın Resûlü (sas) silecek ve yerine “Abdullah’ın oğlu Muhammed” diye yazdıracaktı.

İsteklerinde direnen ve güya istediğini elde eden Süheyl ibn Amr mutlu gözüküyordu. Ancak bu mutluluğu da uzun sürmeyecekti. Anlaşma maddeleri henüz yazıya geçirilmişti ki, kolu kanadı kırık ve bitkin bir delikanlının uzaktan düşe kalka geldiği görüldü. Ashab merakla geleni süzmeye çalışsa da Süheyl hemen tanımıştı onu; Hudeybiye’ye çıkmadan önce iyice bağlayıp hapsettiği küçük oğlu Ebû Cendel geliyordu. Burnundan soluyan bir eda ile:

- İşte, yâ Muhammed, diye bağırdı. “İlk icraatımız bu olacak ve vereceksin bunu bana. Zira bu gelmeden önce benimle senin arandaki anlaşma tamam olmuş ve iş bitmiştir. Bundan sonra ben, anlaşmayı bozamam ve Allah’a yemin olsun ki bundan sonra da asla sizinle bir anlaşma içine girmem!”

- En azından bu istisna olsun, diyerek Ebû Cendel’in acısını dindirmek istese de Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Süheyl’in geri adım atmaya niyeti yoktu; gerekirse anlaşmayı feshedeceği tehdidini savuruyor; oğlunun kendisine teslim edilmesi talebini tekrarlayıp duruyordu.

Hudeybiye Ebû Cendel’in yalvaran feryatlarıyla yankılansa da Süheyl’in tavrında bir değişiklik olmayacak, çığlıklar içinde çırpınan oğlunu kolundan tutup Mekke’ye götürecek ve işkenceye devam edecekti.

Aradan iki yıl daha geçmiş, anlaşmayı bozan yine Kureyş olmuştu; gecenin karanlığından istifade ederek bir köye saldırıp, çoluk çocuk, yaşlı kadın demeden yirmi üç kişiyi öldürmüşlerdi. Yine Süheyl İbn Amr, başı çekenler arasındaydı. Üstelik meydan okumaya da devam ediyorlardı. Anlaşılan, müjdesi verilen fethin vakti gelmişti ve Resûl-i Kibriyâ Hazretleri, on bin ashabıyla birlikte arzın kalbine doğru yeni bir yolculuğa başladı. Süheyl İbn Amr gibiler karşı koymaya çalışsa da bu yolculuk o gün büyük fetihle neticelenecek, Mekkeliler beklemedikleri bir şefkatle karşılaşacaklardı. Mekke de Mekkeliler de dize gelmişti.

Kâbe’ye yönelen Allah Resûlü’nün yanına bir aralık Süheyl İbn Amr’ın büyük oğlu Hz. Abdullah yaklaştı:

- Yâ Resûlallah, diyordu. “Babam.. babam Süheyl için de eman verip onu da bugün affeder misin?”

Şefkat Nebisi, oğul Abdullah’ın vefa dolu yüzüne baktı tebessümle ve istediğinden daha fazlasını söyledi ona:

- Evet, dedi. “Allah’ın emanıyla o da emindir; o da ortaya çıksın artık. Zaten Ben, Süheyl gibi akıllı bir adamın, bunca yıldır küfür içinde kalışına bir mana veremiyordum!”

Sonra da yanındakilere yöneldi ve yüksek sesle şunları tembih etti:

- Sizlerden her kim Süheyl ibn Amr ile karşılaşırsa, sakın kötü nazarla bakıp incitmesin onu. Açığa çıksın ve gizlenmesin artık o da. Ömr-i hayatıma yemin olsun ki Süheyl, akıllı ve şeref sahibi birisidir; zaten Süheyl gibi birisinin, İslâm’a cahil kalması da düşünülemez. Gerçi o da, bugüne kadar bulunduğu yerin kendisine fayda vermediğini anlamış bulunuyor!

Hz. Abdullah, çocuklar gibi sevinçliydi; babasına da kapılar aralanmış, onun da kurtuluşa erebileceği bir fırsat doğmuştu. Bir çırpıda koştu babasının saklandığı yere. Bir an önce konuşmak ve merak içinde bir o yana bir bu yana dönüp duran Süheyl ibn Amr’a, Resûlullah’ın şefkat yüklü haberini ulaştırmak istiyordu.

Duyduklarına inanamıyordu Süheyl; bu ne civanmertlikti böyle! Bedir’i de aşkın bir affa mazhar oluyordu. Üstelik yaptıklarının hesabı sorulacak diye beklerken bir de iltifat görüyor, beyandaki sıcaklıkla yepyeni bir dünyaya davet alıyordu! Hayret ve takdir hisleriyle dolmuş, Allah Resûlü’nü kastederek dudaklarından şu cümleler dökülüyordu:

- Vallahi de O (sallallahu aleyhi ve sellem), eskiden nasılsa güç ve kuvvet sahibi olduğunda da aynı tavrı sergileyen ne büyük bir iyilik sahibidir.

Ardından vakit kaybetmeden oğlu Hz. Abdullah ile birlikte çıktı yola; Kâbe’ye geliyordu! Sanki Mekke’ye melekler inmişti; karşılaştığı herkesten ayrı bir iltifat görüyor, endişelerinin aksine candan bir sıcaklıkla muhatap alınıyordu.

Kâbe’nin etrafını çeviren kalabalıkların arasından gözüne, eşikte durup insanlara seslenen Muhammedü’l-Emîn ilişmişti; yine keremini konuşturuyor ve Mekkelilere nasıl bir muamele beklediklerini soruyordu. Derin bir sessizlik kaplamıştı her yeri; başlar öne eğilmiş, sararan yüzler mahcubiyetin kollarında esir gibiydi. Cevap verme cesareti bile gösteremiyorlardı!

İş başa düşmüştü ve Kureyş’in Hatibi, cesaretini toplayarak ayaklarının ucunda yükseldi ve şöyle seslenmeye başladı:

- Hayır murad ediyor ve hayır bekliyoruz; zira Sen, Kerîm oğlu Kerîm’sin; biz de Sen’den kerem bekleriz!

Dönüp de sesin geldiği yöne bakanlarla göz göze gelmişti. Tükendiklerini düşündükleri yerde Mekkelileri kurtaran cümlelerdi bunlar. Evet, bu sözlerin sahibi Süheyl ibn Amr idi ve bununla o, yıllarca kendisine yapılan kötülükleri yok sayıp da, her şeye rağmen kardeşlerini affeden Hz. Yûsuf’u hatırlatmak istiyordu.

Sözün hasından en iyi Söz Sultanı anlardı; Süheyl’in ne demek istediğini de anlamıştı. Döndü onlara ve:

- Haydi gidin, hepiniz hürsünüz, deyiverdi!
Ölümlerden ölüm bekleyenlerin üzerine sağanak olmuş rahmet yağıyordu. Kitlelerin kinini çözecek iksir gibiydi bu cümle ve ardından Mekkelilerin gelip de gönülden Müslüman olma yarışına girdikleri görülecekti. Süheyl ibn Amr da onlar arasındaydı. Gerçek hürriyeti şimdi bulmuştu.

Müslüman olmuştu olmasına ama o güne kadar boşa geçirdiği günlerine yanıyor ve kendisi gibi geç kalanlarla birlikte karanlık kalan günlerini aydın kılabilmek için dişini tırnağına takıp her gününe yeni bir azimle sarılıyordu. Şunları söylüyordu:

- Vallahi de, bugüne kadar müşriklerle beraber ne kadar savaşa katılmışsam, aynı miktar savaşa katılarak öncekilerin olumsuzluğunu sileceğim. Onlarla beraberken ne kadar mal harcayıp onları küfür adına vermişsem, mutlaka bir mislini de sadaka olarak şimdi İslâm için ortaya koyacağım!

Belli ki Allah’ın huzuruna tertemiz gitmeyi hedefliyordu. Halbuki bu gelişiyle birlikte Allah (cc), eskiye ait ne kadar olumsuzluğu varsa hepsini temizleyip silmiş, İslâm’a yeni doğduğu günkü gibi tertemiz adım atmıştı. Ancak o, bununla yetinmiyor ve iradesinin hakkını vererek geçmişi adına keffaret arıyordu. Artık, onun kadar eski günlerine ağlayıp gözyaşı döken, geceleri sabahlara kadar namaz kılıp gündüzlerini de oruçla geçiren bir başkasına şahit olmayacaktı Mekkeliler.

Veda haccında görecekti onu Hz. Ebû Bekir (ra); Arafat.. Müzdelife derken ertesi gün Mina’da başını tıraş ettiren Allah Resûlü’nün yanında durmuş, dökülen saç tellerini avuçlarında toplamaya çalışıyordu. Bu arada yere dökülenleri de itinayla alıyor, üzerindeki toz ve toprağı üfleyip silkeliyor, yüzüne gözüne sürerek hıçkırıklara boğuluyordu! İster istemez Hudeybiye’yi hatırlatan bir manzaraydı bu ve Hz. Ebû Bekir (ra)’ın aklına da o gün gelecek, hiç kimseye şartlı bakmamak gerektiğini ifade eden derin bir muhasebe içinde, dünkü Süheyl’i böyle bir keyfiyete ulaştıran Rabbine hamd edecekti!

Hayırlı işlerin muzır manileri olur; bu işin hadimleriyle şeytan çok uğraşırdı; o gün Hz. Süheyl’i tahrik edip de eski defterlerini açmak isteyenler yok değildi. Ancak o, bunların hiçbirine pirim vermiyor ve duruşundaki asalete toz kondurmuyordu. Zira artık o, geçmişten ders çıkarmasını iyi bilen derin bir muhasebe insanıydı. Aklını çelmek isteyenlere şunları söylüyordu:

- İşte.. başımıza gelenler bir defa geldi ve şüphesiz bizi geride bırakanlar da, bu türlü uygulamalar ve kendi tercihlerimizdi. Ömrüme yemin olsun ki İslâm, cahiliyye işlerini ortadan kaldırmıştır. Cahiliyye döneminde adları bile bilinmeyen nice insanları Allah (celle celalüh), İslâm ile gün yüzüne çıkarmış ve el üstünde tutulacak bir kıymete yükseltmiştir. Keşke bizler de, bunlar gibi davranıp, gelip önceden teslim olabilseydik!

Bu arada, kendisinden önce gelip de Hakk’a teslim olan azatlı kölesi ve yakın dostu Hz. Umeyr’e hayranlıkla bakıyor, şöyle teselli oluyordu:

- Neyse ki Allah, kadın ve erkekler olarak benim ailemden de birilerine bu imkanı lutfetti. İşte şimdi ben, onlarla teselli olabiliyorum! Şu eski kölem Umeyr ibn Avf’ı ne kadar da seviyor, bunun için de ben Allah’a sayısız hamd ediyorum. Ümit ediyorum ki Allah, bunların dualarıyla benim de elimden tutar ve cahiliyye halleri üzerine öldürülen benim arkadaşlarımın başına gelenlerden de beni korur!

Eski günler hatırlatıldıkça utancından yerin dibine girecek gibi oluyor ve bu hacaletini de etrafındakilerle şöyle paylaşıyordu:

- Bundan önce ben, Bedir, Uhud ve Hendek gibi nice savaşlara katıldım ki, bunların bütününde Hakk’a karşı çıkan inatçı bir insan idim. Hudeybiye’deki anlaşma ve bunu kağıda dökme işi o gün bana verilmişti. Resûlullah’a karşı o gün yaptıklarımdan dolayı, tekrar tekrar taviz isteyişimi ve batıl bir dava için ortaya koyduğum o gayretleri hatırlıyorum da, Allah Resûlü’nden öylesine utanıyorum ki! Hâlbuki bugün ben, Mekke’de bulunuyorum, Allah Resûlü ise Medine’de! Elbette o gün bizim şirk içinde olmamız, bütün bunlardan daha büyük bir vizir, daha büyük bir kabahatti! Bedir gününü hatırlıyorum da; o gün ben, müşriklerin arasında idim ve oğlum Abdullah ile eski kölem Umeyr ibn Avf’a bakıyordum. İkisi de benimle karşılaşmamaya çalışıyorlardı. O günlerde ben henüz, cehalet günlerimi yaşadığım için hakkı göremiyor, o ikisine Allah’ın lutfettiği hayırdan mahrum bulunuyordum!

Oğlu Hz. Abdullah’ı nazarından ayıramıyor ve elinden tutan bir mürşid olarak saygı duyuyordu. Onun için:

- Meğer İslâm adına Allah (celle celalüh), oğlum için ne de çok hayır murad etmiş, diyor ve bu takdir hislerini büyük bir ihtimamla eski arkadaşlarıyla da paylaşıyordu.

Fetih sonrasında o da Mekke’de kalmayı tercih etmişti. Zaten bundan böyle bu manadaki hicret sona ermiş, böyle bir mecburiyet de kalmamıştı; zira Mekke de artık İslâm yurdu haline gelmişti. Artık başlarında yirmi küsur yaşlarında genç bir vali vardı; Resûlullah (sas) Medine’ye dönerken tayin etmişti onu. O günden bu yana da hep, meselelerini onunla hallediyor, eski konumunu hatırlatıp kıdemini öne sürerek herhangi bir hak arayışı içine girmeyi de asla düşünmüyordu.

Derken o da bir gün, Medine’den gelen acı haberle yıkıldı; her yeni güne ayrı bir terakkiyle adım atan Habîb-i Kibriyâ da Hakk’a yürümüş, dünya ile ukbanın arasındaki incecik perdenin öbür tarafına geçip Refîk-i A’lâ’ya kavuşmuştu.

Dünyası kararmıştı adeta; geç bulmuş, iklimindeki sıcaklığa doyamadan o huzurun sıcaklığını erken kaybetmişti. Üstelik etrafından farklı seslerin geldiğini duyuyordu; meseleyi, Allah Resûlü’nün şahsına bağlı gören ve henüz yeni Müslüman olan bazı Mekkeliler, genç vali Hz. Attâb’ın ikazlarına kulak asmayıp, O’nun yokluğunu da fırsat bilerek yeniden kıble değiştirme temayülü içine girmişlerdi. Yılların yoğurduğu yorgunluktan ana yola çıktıktan sonra yeniden böyle bir patikaya yönelme, kabullenilebilir gibi değildi. İnsan bir kere döner ve güneşler güneşini bulunca da olduğu yerde sebat ederdi.

Musibeti ikileştiren gelişmelerdi bunlar ve belli ki bir hatip olarak iş yine başa düşüyordu. Yüreğine taş basarak önce Kâbe’ye yöneldi; insanları da oraya davet ediyordu. Derken büyük bir kalabalık toplanmıştı etrafında. Kıvam yerindeydi. Belli ki sözün gücüne ihtiyaç vardı ve anlaşılan Hz. Süheyl de, bu gücü kullanarak selîm vicdanlara seslenmek istiyordu. Kâbe’nin eşiğine çıktı ve Allah’a hamd ile başladı sözlerine. Övgü dolu ifadelerle O’nu tenzih ediyordu. Ardından sözü, Allah Resûlü’ne getirip, herkes için mukadder olan yolculuğun, Habîb-i Zîşân için de geçerli olduğunu bildirdi, duygu yüklü ifadelerle. Sonra da:

- Ey Mekkeliler, ey Kureyş topluluğu, diye seslendi hemşehrilerine. “İslâm’ı tercihte sona kalıp geciktiğiniz yetmiyormuş gibi sakın ola ki, ondan mahrum olmada ilk sırayı almayasınız; zinhâr, İslâm’a geç gelip de ondan erken çıkıp irtidat edenler olmayın! Vallahi ben biliyorum ki bu din, güneş ve ay doğup batmaya devam ettiği sürece ayakta kalacak ve asla gurûb yaşamayacak, onların ulaştığı her yere de ulaşacaktır! Sakın ola ki şu durum, sizi aldatmasın! Zira şu benim size hitap ettiğim yerde Allah Resûlü’nü ben, “Benimle birlikte ‘Lâ ilâhe illallah!’ deyin ki Araplar sizin çizginize gelsin ve Acemler de size cizye versin!” dediğini hatırlıyorum! Vallahi de bizler, hiç şüpheniz olmasın ki Kisrâ ve Kayser’in hazinelerini Allah yolunda infak edeceğiz! Baksanıza, daha düne kadar bizler, kâh O’nunla alay ediyor kâh tasdik ediyorduk; buna rağmen gelinen noktayı görüyorsunuz! Unutmayın ki bu işin arkası da gelecek ve Resûlullah’ın verdiği müjde mutlaka tahakkuk edecektir!”

Süheyl ibn Amr’ın söyleyecekleri bunlarla sınırlı değildi; titreyen ses tonuyla devam edecek ve şunları da paylaşacaktı Mekkelilerle:

- Ey İnsanlar! Kim Muhammed’e kulluk ediyor idiyse bilsin ki Muhammed ebedi âleme yürümüştür! Her kim de Allah’a ibadet ediyorsa bilsin ki Allah, Hayy’dır ve asla ölümlü değildir! Şüphesiz ki İslâm, dünya durduğu sürece bâki kalacaktır! Evet, Allah bugün size, Nebi’nizin ölüm haberini ulaştırdı… Halbuki O, sürekli aranızda bulunuyor! Size bir haber daha ulaştırıyor ki, o da ölümdür; burada kimse kalmayacak ve herkes mutlaka bir gün ölecektir. Allah’ın açık beyanlarını ne çabuk da unuttunuz; O (cc) bize, “Sen de ölümlüsün onlar da ölümlü”, “Muhammed, ancak bir Resûldür. O’ndan önce de nice resûller gelip geçti. Şayet O ölse veya öldürülse sizler, gerisin geriye dönecek misiniz!”, “Her nefis, her an ölümü tatmakla karşı karşıyadır.”, “Zat-ı Bâri dışında her şey helak olmaya müheyyadır.” demiyor mu? Öyleyse Allah’tan korkun ve dininize iyi sarılıp Rabbinize tevekkülde kusur etmeyin. Çünkü Allah’ın dini, bâki ve süreklidir; Allah’ın kelimesi tamamdır. Şüphesiz ki Allah (cc), dinine omuz verenlerin yardımcısıdır ve dinini aziz kılmak da O’na aittir. Şüphesiz Allah, sizi en hayırlı yerde cem edip bir araya getirecektir.

Hz. Ebû Bekir’in Medine’deki çıkışına benzer bir hitabetti Hz. Süheyl’in bu seslenişi de; sanki kulağını Medine’ye dayamış öylece konuşuyordu. Ancak konuştukları bunlarla da sınırlı değildi; Mekkeli muhataplarını ikna adına îrad ettiği bu hutbeden sonra, yaşadıkları acı haberin, tam aksine yeni bir yükselişe vesile olacağını haykıracak ve her şeye rağmen çizgisini koruyamayanların aklını başına almak için de şunları söyleyecekti:

- Şüphesiz ki bu, İslâm’a sadece güç kazandıracaktır. Şunu da iyi bilin ki, hâlâ kalbinde kuşku taşıyanın kellesini almak da bize düşer!

Fırtınaların estiği demlerde dimdik ayakta kalabilmenin ifadesiydi bunlar ve Mekkeliler adına akılları başlara getiren seslenişi ifade ediyordu. Hz. Süheyl’in bu çıkışıyla, az önce tereddüt yaşayıp da zikzak çizmeye başlayanlar, yeniden çizgisini bulacak ve kıble olarak Kâbe’ye dönme bahtiyarlığında sebat kararı alacaklardı.

Hadisenin bir de Medine tarafı vardı. Zira her iki beldede yaşanan gelişmeler karşılıklı olarak bir diğer beldeye de ulaşıyordu ve yas tutan Medine’ye Mekkelilerin bu haberi de gelmişti. Hz. Süheyl’in hutbesiyle Mekke’deki çalkantı durulmuştu! İslâm adına vahdetin dağılmasından endişe duyan Medine’yi rahatlatan haberdi bu. Bu haberi duyar duymaz, Hz. Ömer’in hıçkırıklara boğulduğu görüldü; kendini tutamıyor ve hıçkırarak ağlıyordu. Merakla halini anlamaya çalışanlara:
- Ben şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlü’dür ve O’nun getirdiği de haktır, diyor başka da bir kelime edemiyordu. Nihayet bir nebze olsun kendine gelip de durulunca işin gerçek yüzünü ifade eden şu cümleleri söyleyecekti:

- Demek ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bana, ‘Bırak onu ey Ömer! Bırak ki gün gelir o da, senin hoşuna giden işler yapar.’ derken kastettiği günler bu günlermiş!

Şimdi anlaşılmıştı; Hz. Ömer, Bedir’i hatırlamıştı. Bunları söyledikten sonra, adeta o günleri yeniden yaşarcasına etrafındakilere Bedir’i anlatmaya başlayacak ve o gün, esirler arasında gördüğü Süheyl ibn Amr için neler düşündüğünü paylaşacaktı. Derin bir muhasebe hissiyle, onun gibi bir adama böylesine büyük hizmetler gördüren Allah’a gönülden hamd ediyor:

- O gün onun dişlerini söküp dilini kesmiş olsaydım, bugün ondan bu cümleleri duyamayacaktım, diyerek Allah Resûlü’nün gönül kazanma adına attığı adımların nasıl semereye durduğunu herkese göstermek istiyordu.

Ayrılık zordu; bu kadar geç kaldıktan sonra yaşanan firaka katlanmak daha da zorlaşıyordu. Bağrına bir taş daha basmıştı. Hem acılarını unutmak hem de eski günlerine kefaret aramak için kendini cephelere atmış, geç bulduğu Resûlullah’a erken kavuşabilmek için meydanlarda şehadet kolluyordu. Çoluk çocuğunu da alıp Şâm taraflarına gelmişti. Arzuladığı şehâdeti kendisinden önce oğlu Hz. Abdullah’ın yakaladığını duyunca sevinmekle üzülmek arasında kalakalmıştı. Seviniyordu; çünkü hayatını adadığı yolda O’nun adına bir kurban vermişti. Üzülüyordu; iştiyakla beklediği böyle bir fırsat henüz kendisine müyesser olmamıştı. Taziye için kendisini ziyarete gelen halife Hz. Ebû Bekir (ra) ile hasbihal ederken:

- Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder, diyerek Efendimiz’in konuyla ilgili beyanını paylaşacaktı. Kalbi kan ağlayıp gözü yaş döküyordu ama her şeye rağmen hıçkırıklarına hâkim olmaya çalışıyor, dudaklarından kelimeler zor çıkıyordu. Kesik kesik konuşabiliyordu; oğlunu kastederek halifeye şunları söyledi:

- Dünya hayatında elimden ilk tutan o oldu; ümit ediyorum ki oğlum, şefaat işine de ilk önce benden başlar!

Gönülden arzu edene Allah onu da nasib ediyordu. Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin beyanlarında, yürekten şehâdeti isteyen, yatağında da ölse şehit sayılıyordu. Ancak o, ilerleyen yaşına rağmen aradığını yine cephede bulacak olan bahtiyarlardandı.

Bizans’la yaka paça oluyorlardı. Yermûk’te, o günün şartlarında tek kutuplu hale gelen dünyanın lideri konumundaki bir güçle karşı karşıya gelmişlerdi. Yakın arkadaşları Hâlid ibn Velîd ve İkrime ile omuz omuza kılıç sallıyordu. Uzayıp giden yorucu günlerden birisinde onun da şehâdet haberiyle yankılanacaktı Yermûk meydanı; çok sevdiği Resûlullah’a o da cepheden kavuşuyordu. Bir farkla ki, giderken bile arkadakilere kalıcı bir ders veriyordu. Susamıştı. Son bir gayretle kendini toparlayıp:

- Su, diyebildi. Kendisi gibi su talep edip de ağzına matarayı götürmek üzere olan başka bir mücâhid, hakkından ferağat etmiş ve suyu ona göndermişti. Minnet duygularıyla ona bakarak eline aldığında başka bir yerden cılız bir sesin geldiğini duydu. O da:

- Su, diyordu. Hiç tereddüt etmeden onu dudaklarından geri çekti ve zor kaldırdığı eliyle işaret ederek sesin geldiği yere götürmelerini istedi. Zaten bu sırada kolu yere düşmüş, Kureyş’in kudretli şairi de ebediyete yürümüştü. Ebedî yurda yürürken bile hitabet kürsüsüne çıkmış, sessiz ama çok etkili bir beyanla, arkadakilere dillere destan bir fedakârlık dersi veriyordu.

 Ümit KESMEZ