๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 13:53:53



Konu Başlığı: Konu sözden açilirken
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 13:53:53
KONU "SÖZ"DEN AÇILIRKEN...

Evet, “Önce söz vardı.” Bu metnin yazıldığı dilin, kültür ve medeniyet algısına göre söz, her ne kadar tanımlanmamış olsa da hep vardı ve değerliydi. Söz karşısındaki duruş, sadece yaşanılan durumun göstergesi değil, hayat denilen kişisel ve kişisine göre sınırı çizilebilen o koşuşturma ya da hareket alanı içinde veya canlılık göstergesinin bütünlüğünde, kendini açık ediyordu farkında olana.

 

Bazen sahibinin kim olduğu unutulup müşterek hazineye kaydediliyor ve kıymetten düşmüyordu. Kim, nerede, nasıl, niye kullanacaksa kullanıyor, hikayesini yaşamaya devam edip gidiyordu. Söz, bu dilin kendisi, bu dil de sözünün efendisiydi. Sözü de özü gibi, özü de olabildiğince(!) sözü gibi… Söz üstüne kurulan bir çarşısı, bahçesi, tarlası, kavgası, barışı, huzuru velhasıl topyekün bir hayatı vardı. Vardı ve varlığını söze dille, dilini de söze her şeyiyle nakşetmişti.

 

Dilin bittiği yerde sükut başlıyor, sözün bittiği yerde ise hayatın rengi, farklı boyanıyordu. En son sözü, tarifsiz sessizliğin örtüsünde, bir eylem söylüyordu: Ölmek ya da kalmak… Ölmek’in zıddı yaşamak değil her zaman, bazen yaşamak olur bazen de kalmak… Çoğunlukla da kalmaktır. “Ölenle ölünmez, geride kalanlara Allah sabır versin.” Derler, ölüm havasının dağılmadığı dar vakitlerde Türkçe söyleyenler.

 

Evet, kıvranıp duruyoruz. Derdimiz sözle, söze dair; sözümüzle sözü anlayalım istiyoruz. Biz ne kadar isteyebilirsek, o da o kadar kendinden verebilecektir. Bizim kendisine kayıtsızlığımız, kendimize kaydolmamızı hatırlatıncaya kadar çile ve acı diye adlandırdığımız sözcüklerde hikayesini yaşayacaktır.

 

Bir atlasın bilinmeyen, bilinmeyi bekleyen değerli ama  değerliliğini kendisinin bile farketme imkanı olmayan sessiz bir yeri gibidir sözsüzlük. Bilseydi ki elmas, kara taşın sadece taş olmadığını, elmaslığını gizlerdi. Bilseydi ki fok balığı, derisinin çok değerli bir kürk olduğunu, dabakhane sektörünü kendisi kurardı. Bilseydi ki İstanbul, dünyanın başka, bambaşka bir yeri olduğunu, üzerinde sadece kendisi gibi olanlara yaşama fırsatı verirdi. Bilseydi ki söz var, insan denilen, bütüncül bilinirlikten yoksun canlıya, rakip olurdu dünya. Dünya, dünya kalmaktan öte geçmedi, geçmeyi bile dileyemedi; sözü mü vardı ki, geçsin?

 

Sözü olanın gözü de, kalbi de, vicdanı da, aklı-fikri de, ölümü-kalımı da oldu. Sözü olmayanın ne gözü, ne vicdanı, ne cümlesi, ne ölümsüzlüğü oldu. Söz oldu, güldü; söz oldu, üzüldü; söz oldu, güçlendi; söz oldu, düştü; sözü oldu, söyledi; sözü oldu, söylemedi; çizdi, işledi, işletti, yazdı, okudu, durdu, yürüdü, sürüdü-süründü. Sözünün bittiği yerde, hiç sözü olmamışlar kadar duramadı; ya çok daha aşağısına ya da sükuta sarınıp çok yukarılara gitti ve geldi. Sözsüzlük hiç olmadı. Söz hep vardı; söyleyicisini, dinleyicisini, anlayıcısını, itirazcısını, onaylaycısını, yaşayıcısını bekledi. Hayır hayır, beklemedi; söyleyicisinin dilinde, bekler haller yaşamış gibi oldu.

 

Söze dil geldi, kulaklar ikişer çoğaldı. Bir dile iki kulak. Bir dile iki göz düştü; kalem kağıda döşenince. Sözde kendini gören insan, megolamanlaşacak kadar ileriye gitti ve kendisinde kayboldu. Sözünü yazarken, sözü unutup yazının dünyasına daldı. Neyi yazdığına, nasıl yazdığına derken, yazarlığında kaldı. Artık söz yoktu; söz olmayınca dil, gramer, dilbilim, gösterge, alfabe, yazı, eskiyazı, yazar, metin, edebiyat, sanat, ses, şarkı-türkü, eylem, söylem, ileti, iletişim, mesaj ve diğer saz arkadaşları(!), aldı başını gitti. Giderken kar topu gibi büyüdü, büyüdü ve çığ oldu… Zaman bu zaman oldu. Şimdi kendi çığının felaketinden kurtulma derdinde insanlık. Kaybettiği yitiği, bir türlü doğru adlandıramadığı için de maalesef bulamadı. Belki de hatırlayamadı.

 

Bu metnin yazarı, bu metnin dilinin hikayesinde dolaşırken söze daldı. Belki tevafuk belki de tesadüf ama iş başa düşünce, başına düşenden aklına girenleri düşündü. Düşündükçe dağıldı, dağıldıkça toparlanma telaşına düştü. Her düş, yeni düşünce, her düşünce yeni kapılar araladı. Hayallerinin peşini bırakma diye çığıran, çağdaş akıl hocalarının sözüne itibar edercesine, kendi yolunda ilerlemeye başladı ve yolculuğu devam ediyor. Bir gün, bir sebep arama dersinde, sordu soruyu; “Söz nedir?”. O gün bu gündür, bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyor. Cevabı bulur mu şimdi bilinmez ama istedi ki, yolculuğuna öyle bir başına devam etmektense, yolu dilden, sözden, düşten, düşünceden geçen herkesle devam etmeye çabalasın. Hatta hiç üşenmedi ve zeminin kayganlığını bile bile oturup bir de kitap hazırladı; Söyleyebilmek –sözlü anlatıma giriş-.

 

Sözün ne olduğuna hala tam karar verememişken, bir de kalkıp başına kitap işini sarması, yolculuğundan caymasına iyicene engel oldu. Öyle değil midir? Bazen başlarız bir yolculuğa, sonra da vazgeçeriz. Sebeplerimiz çoktur; yorgunluk, zorluk, araya başka işlerin girmesi, harici ve dahili sebepler ve daha bir sürü şey.

 

Sözü anlamadan çıkılacak her türlü zihinsel etkinlik yolculuğunun, gözden geçirilmesi gerektiğini, söylemeye çalışıyoruz. Bu metnin dilinin, söze dair söylemleri kadar zengin, söz üzerinde yoğunlaşmış bir ansiklopedik bilgisi yok. Ne zaman konuya dair uzansak raflara ya da dokunsak klavyenin tuşlarına, karşımıza sözün binbir türlü söylenişine dair ürünler çıkıyor da sözün ne olduğunu anlatan bilgiler çıkmıyor. İngilizce’nin gramerinde özel bir kullanım var; “zamanı geldi de geçiyor/geçti”, anlamında; “It’s time ile ya da it’s the time” şeklinde başlayan cümleler. Sanırım Türkçe’de, “söz”le anlaşılması gereken anlamı, tespit etmenin vakti çoktan geldi ya da geçmek üzre!

 

İnsanlık tarihi, hiç olmadığı kadar sözlü bir hayat yaşıyor. Söz’ün kullanım alanları ve etki gücü açısından bile bakılsa başlı başına, çağdaşlığın örtük/örtülü kalan yüzü anlaşılabilir. Şiirin, edebiyatın, sanatın, hatta insanın bunca sözü edilirken, sözün geçerliliği noktasındaki sözde söylemleri düşünmek fayda getirmese de zarar da vermeyecektir kanımca. O halde… O halde, söz çağında, “söz”e başlamaya buyurun!

 

Evet, “Önce söz vardı.” Şimdi daha çok var…

Peki, “Söz nedir öyleyse?..”



Mehmet GEDİZLİ