๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mart 2010, 17:34:04



Konu Başlığı: Kazanın Işığında Muhasebe
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mart 2010, 17:34:04
'Kaza'nın Işığında Muhasebe 

(http://www.sizinti.com.tr/images/konular/373/5.jpg)

Doğduğu ânda ister istemez ölümü de kabullenmiş olmaz mı her insan? Peki, dünyanın herkesle nişanlandığını fakat hiç kimseyle evlenmediğini söyleyenler haksız olabilir mi? Ya kalbin tik-takları; aslında ölüm bestesinin insicamlı notaları değil midir? Hayat gibi ölüm de inkârı gayrikabil bir hakikat olmasına rağmen hayatın akışı içinde bazı zaaflar insanları esir alır. Sürprizler çıkar karşısına, hâdiseler bazen, amansız yakalar insanı; oysa ne hayaller kurulmuş, ne hesaplar yapılmıştır. Nefis, başını uzatır ve telâş içinde böyle olmamalıydı, der. Ama her şey alt üst olmuş, bütün plânlar bozulmuştur. Akl-ı selim davranıp perde arkasını görmeyi başaranlar için hâdise öyle sanıldığı gibi ne basittir ne de tesadüflere dayalıdır. Zîrâ en usta müfessir olan zaman, gizli kalan noktaları yavaş yavaş gün yüzüne çıkarır; her hâdisede taşların daha bir intizamla yerine oturduğunu, sanki çok uzaklardan ışınlanan notaların esrarlı bir biçimde tabloya dizilip, hayat musîkisini muhteşem bir üslûpla nasıl yeniden yorumladığını gösterir. Hayat bestesi kime aittir öyleyse? Ya notalar? Onlar kimin elindedir; boşluğa yer bırakmayan bu âhenk, hangi sanatkârın desti kudretinden sızmış ve billûr birer damlacığa tahavvül edilmiştir böyle? Havsalamda yeniden kanat çırpan bu sorular, zemherinin soğuğunu insanın içine lâpa lâpa bıraktığı şiddetli bir kış günü, sıcak ve heyecanlı bir hâdiseyle cevaplarını bulmuştu.

Kadere seyahat

Sıla-i rahîmden dönüyordum. Gerçi meteoroloji ve güzergâh ahvali hakkında birkaç gündür yüksek sesle dile getirilen raporlar sıhhatli bir yolculuk yapmanın pek mümkün olmayacağını haber veriyordu. Yolculuk sıhhatli geçmez de beklenmedik bir gelişme olursa, haberlerde dinlediğim o ölümlü kazalardan biri, benim de başıma gelebilirdi. Peki, bu dünyadan göçersem, sevenlerim benim de arkamdan İhsan Raif Hanım gibi: "Kuş misâli uçuverdin nur yağan bir diyara!" derler ve bu temenni içinde beni de kalblerine gömerler miydi acaba? Ve son yolculuğuma uğurlayıp arada bir hatırlar da,
"Soluk yüzlü âşık gibi mehtap mıdır her gece

Mezarının üzerine düşüp sessiz ağlayan?"


mısralarıyla hüzünlenir ve samimi dualarına dâhil ederler miydi? Mevlâna'ya "Şeb-i Arûs" dedirten o mukadder buluşma ânıyla yüz yüze geldiğimde, acep benim hâlim nice olurdu? Aslında bu mülâhazalara yabancı sayılmazdım. Bu düşünceler her seyahat öncesinde zihnimde salkımlanıp bir müddet heyecan ve nasihat yelleri estirir, çok geçmeden bir sonbahar yaprağı gibi uçup giderdi.

Üniversite kapılarını zorlayan kararlı ve istekli talebeler ile 'güzel bir gayeye' kilitlenmiş 'kökleri mazide olan âti' ruhlu, gönül ve mesai arkadaşları vardı gideceğim yerde. Sadece onlar mı? Rehberlik edip bu genç insanların elinden tutalım, diye evlâtlarını tereddütsüz bize teslim eden fedakâr aileler ve onların hiç bitmeyen ümitleri vardı mesuliyetimiz altında.

Nihayet sevdiklerimin hayır dualarını aldıktan sonra yola koyuluyorum. Otobüs şehirden uzaklaşırken, çocukluğumun geçtiği şirin mekânlarla beraber birkaç gündür yâd etme fırsatı bulduğum tatlı hâtıralarım da birer birer geride kalıyor. Birbirini tanımayan ama kader çizgileri -geçici bir süreyle de olsa- aynı istikamette kesişen yolcular, zamanın bu kısa diliminde acaba ne hayaller kuruyor, hayat gergeflerine kim bilir hangi ebrulî desenleri işlemeye hazırlanıyorlar?

Yol kenarlarında toprak, ot ve ağaç gibi tabiat parçalarının, İlâhi bir âhenk içinde sergilediği lâtif manzara, yerini yavaş yavaş ince bir tül perdesini andıran âsûde beyazlıklara bırakıyor. Aracın içinde kısa bir sürede saltanatını kuran sıcak hava, kıvamlı bir rehavet külçesini parçalar hâlinde indiriyor, gevşeyen vücutları sükûnetle teslim almaya başlıyor. Rüzgârın neşeyle söylediği güz şarkıları ince ince kulaklara değmese veya havada uçuşan kar tanecikleri o nazlı savrulmalarıyla camları dövmese, giderek ağırlaşan göz kapaklarını kımıldatmak neredeyse imkânsız hâle gelecek. Boşluğa kendini bırakan kar tanecikleri, hoyrat seğirtmeleriyle mutluluğun sırrını keşfetmiş beyaz kelebekler gibi sevimli görünüyor. Bu esnada onların, kat'i bir emirle toplanıp kuvvetli ordular kurabileceklerini ve kim bilir nerede ve ne gibi hâdiselere yol açabileceklerini düşünmeye başlıyorum ki, birden İbrahim Hakkı Hazretleri'nin o ferahfeza mısraları takılıyor dilime:

"Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler
Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler!"


Sanki illâ söylemem gerekiyormuş gibi bir his alevleniyor içimde. Bu mısraları bir daha, bir daha söylüyorum. Hani kalbim o esnada hastalanmış da en hâlis ilâcını bulmuş gibi; nurdan bir çığ, tâ yedi kat gökten dalga dalga inip kalbimin derununa nüfuz ediyor; rahatlıyorum, gönlüm tarifsiz bir huzura kavuşuyor. "Haydi hayırlısı!" deyip büyük bir şevkle kavradığım "Güller Kitabı"nın, mis kokulu sayfaları arasında gezinmeye başlıyorum. Kelimeleri bir zihin ameliyesiyle derin mânâların temsilcisi hâline getirilmiş ifadeleri okudukça, bir medeniyetin mukaddeslerini çiçeklerin zarafetiyle ne güzel sembolize ettiğini öğreniyor, hele hele risaleti, gülün kokusu; tevhidi, lâlenin asaletiyle nikahlayan bu ince ruhlu kültürün sinesine gönlümü daha bir aşk ile yaslıyor; zambak, leylâk ve nergis rayihalarının buğulandırdığı rengârenk bir hayal bahçesinde âdeta kaybolup gidiyorum.

Zaman ilerlemiş, solgun ışıklarıyla gölgelere son heybetini gönderen ikindi vaktinden, nazarları duman gibi içen akşam saatlerine gelinmişti. Uyuyanlar olduğu gibi, cama başını dayayıp isimlerini dahî bilmedikleri köylerin uzaklardan göz kırpan titrek ışıklarını seyre dalanlar da vardı. Belki de sevdiklerine kavuşacakları o mesut ânı hayalhanelerinde canlandırıp, közlenmekte olan sabır ateşlerini üflemeye devam etmekteydiler. Gel gör ki, yüreklerin en temiz kozasında örülen bu hülyaları zehir edecek bir facianın yaklaşmakta olduğunu kimse bilmiyordu. Birtakım dikkatsizlik ve tedbirsizlikler yumağı içten içe sarmalanmış, acı sürprizin, sebepler tezgâhında bir süredir dövdüğü hazırlıklar neredeyse tamamlanmıştı. Nihayet farklı yokuşlardan tırmanan hatalar doruk noktasında birleşti. Evvelâ kulakları boğan bir uğultu duyuldu; yorgun lâstiklerin buz tutmuş zemindeki bir ânlık denge kaybı ise yolculuğun sükûnetini bozan ilk titreme oldu. Derinlerden gelen ah u vah sedaları kapladı otobüsün içini; yuvalarından fırlayacak gibi açılan gözler, merak ve endişe perdesini aralayarak ön camda temerküz ediverdi. "Ne oluyor böyle!", "Allah'ım sen yardım et!" sesleri bir korku tünelinden çıkıyor, belli ki adresini arıyordu. Herkes metal ve camla örülmüş kafesin içinde mahsur vaziyetteydi... Direksiyonun artık tekerleklere söz geçiremeyeceği anlaşılmıştı. Koca otobüs yaramaz bir çocuk gibi önce yan yan gitti, sonra kaydı.. kaydı.. kaydı... Ve nihayet yandaki tarlanın, karlarla soğuk bir döşeğe dönüşmüş rutubetli ve serin toprağına, hem de can alıcı bir gürültüyle kendini bırakıverdi.

Ne garip, hiç de söylendiği gibi mazi, gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmedi; devrilme esnasında sadece bekledim, akıbetimi elim kolum bağlı vaziyette bekledim...

Yazılan gelir başa

Hayat sayfamda hâlâ doldurmam için boş bırakılan satırlar olduğunu, nefes alıp vermeye devam ettiğimde fark etmiştim. Saçlarımın hizasından başlayıp göz çukurlarıma doğru ılık ılık meyleden sıcaklığın kendi kanım olduğunu anlamam ise geç olmadı.

Tavanda açılan bir rahne vesilesiyle dışarıya çıkmayı başarsam da, bu defa içeriye inat azgın bir tipi karşılıyor beni. Maalesef hava soğuk, hem de çok soğuktu. Şoför ve muavin şaşkın, otobüs mağlubiyeti kabullenmiş bîçare bir pehlivan misâli boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Oradan uzaklaşırken gönlüm çok da rahatsız değildi esasen; kaderde yazılmış, sonra da 'kaza', vakti gelip tebarüz etmişti neticede. Buradan acaba ne ibretler zuhur edecek, kimlerin hayatında ne enteresan sayfalar açılacaktı kim bilir? Muhakkak herkes farklı mânâlar verecekti böyle bir vak'aya; kendi dünya görüşüne veya hayat felsefesine göre tarifler yapacaktı.

"Hadi gel!" dese, çekinmeden giderdim ölümün peşinden; vazifelerimi hakkıyla yaptığım için değil elbette, İlâhî emre itaat noktasında hazırdım. Son defa ne istersin diye sorarlarsa; araya kimselerin girmesine izin vermeden, "Allah'ım, beni yanına al, ama ne olur adaletinle değil, rahmetinle yargıla." derdim. Ölüm hiç de uzak değildi o gün bana, benim ondan uzak olmadığım gibi... Ve yaşamak Allah'ın emri, tıpkı ölüm gibi...

Bir muhasebe zamanı

Kaza mahalline bir Hızır gibi yetişip benimle beraber birkaç kazazedeyi de hastaneye yetiştiren, ama şu ânda ismini ve kim olduğunu dahî bilmediğim o hayırsever can dostunun doğru yerde ve doğru zamanda olması bir tesadüf olabilir miydi? O da ne? Geçmek bilmeyen bu intikal sırasında isyan kulelerinden fırlatılan birtakım zehirli oklar zihnime saplanmaya başlamıştı; bu kaza neden olmuş, hangi sebeple benim başıma gelmiş, hattâ otobüs niçin benim oturduğum tarafa devrilmişti? Az daha canımdan oluyor, istikbalde beni bekleyen güzel günleri neredeyse birkaç saniye içinde kaybediyordum. Ne yani; hayat bu kadar değerli de ölüm neden ona saniyeler mesabesinde yakın duruyor? "Aman Allah'ım ben ne yapıyor, nefsimin meş'um sesini dinleyip kaderi mi sorguluyorum yoksa?" diye düşünürken, mevhibe-i İlâhiye'den sızan nurlar mümbit 'sözler'iyle bir hakikati seslendirmeye başlıyor:

"Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan; kat'iyen bil ki: Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel, bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra, bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, 'Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyaledir.' demişler. İşte bu sırdandır ki: Bazı ehl-i velâyet, dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler. Madem böyledir, hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mâzi, müstakbel; onlar için 'Hayy'dır, hayatdar ve mevcuttur."

Hayat bir ân-ı seyyaleden ibaretse, dünya ne ölçüde hakikiydi o zaman? İşin sırrı maddî âlemden sıyrılarak "Bir ben vardır ben de benden içeri" mesajını keşfe çıkıp görünmeyeni görebilmekte miydi? Sözler, bu defa hakikati dinletmekle kalmıyor âdeta haykırıyordu:

"Ey nefsim!. Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: "Fânîyim, fânî olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem..."

Allah'a şükür ki, hikmet kâsesinden dökülen yıldızlar, mukadderat aynamı nurlandırıp ruhuma bir tüy hafifliği veriyor. Öyle ya, bu kazada ölebilirdim. Cam parçaları gözlerimi tahrip edip dünyamı karanlıklara gömebilirdi. Kollarımı kesen cam parçaları, uzanıp bileklerimi parçalayabilir; kırık çıkık, iç kanama ve travma türünden ağır tahribatlara da mâruz kalabilirdim. Ama bunların hiçbiri olmamıştı. Aslında şükretmem için ne kadar da çok sebebim vardı böyle. Bu düşünceler gönlüme huzur verirken, hafızam birden bayraklarını açıp çerağlarını yakmaz mı? Öyle ya, yakınlarım, evime kazasız belâsız dönmem için ağız birliği etmişçesine beni günlerdir neden bu kadar çok ikaz etmiş ve âdeta bir dua yağmuruna tutmuştu? Vakıa bu kadarı hiç olmamıştı. Peki, birkaç gün önce ihtiyar bir kadının iki öksüze yardım toplamasına tebessümle mukabelede bulunmamla, Mevlâ'mın beni iki çocuğuma bağışlaması arasında bir irtibat söz konusu olabilir miydi? Ya gördüğüm o esrarengiz rüya? Onun bu hâdiseyle bir alâkası var mıydı?

Çitle çevrilmiş sade bir mezarlığa giriyorum. İlk olarak mermerle çevrili dört mezar çıkıyor karşıma, yağmur henüz yağmış olacak ki, toprak hâlâ ıslak. Her mezarın üzerinde de bölük bölük etler ve koyun derileri var. Merak içinde ilerlediğim mecburî güzergâh bu defa daha mühim şahısların yattığı iki kabrin başına kadar götürüyor beni; meğer bu rahmetlilerin yakınları buraya gelip mevtalarıyla rabıtaya geçiyor, halleşiyorlarmış. Başında divan durduğum mezar nedense bir başka geliyor bana; sanki bana benden daha yakın birine ait, hani ruhuma bir hortum dayamış da var gücüyle içine çekiyor. Haşyetle ezilen gönlüme birbiri ardına ateşler düşürüyor. Başucunda açılmış esrarengiz bir çukurdan kabrin zemini görünmekte; ürkerek eğilip dikkatlice aşağıya bakıyorum. Ama kimseyi göremiyorum. Ağlayıp ağıt yakanları izlerken, bekçiye benzer bir zât âniden bana dönüyor, gelmemden memnun olmadığını izhar eden sözler eşliğinde soğuk bir tavır sergiliyor...

Uyandığımda bu rüyaya bir mânâ verememiştim doğrusu. Şimdi düşünüyorum da bu dört mezar, kazada ağır yaralandığı için hastanede yatan dört kişiyi mi temsil ediyordu? Peki, ölmediklerine göre mezarlarındaki etler ve deriler henüz geride bıraktığımız bayramda kestikleri kurbanları mı işaretliyordu? Ve bu kurbanlar onlar için bir nevi kefaret mi olmuştu?

Ya o boş mezar?

Hastaneye vardığımızda küçük bir yastığı tampon yaparak durdurmaya çalıştığım kanım, ince ince akmaya devam ediyordu. Dikişler atılırken önce sevimli kar tanelerinin havada çizdiği mâsum kavisleri düşündüm, sonra da onların zemini nasıl teslim alıp koca otobüsün devrilmesine sebebiyet verdiklerini hatırladım. Ama bütün yaşananlar, şuursuz bir tesadüfler zincirinin muğlak halkaları olamazdı. Bu kısa tiyatroda rol alanların hepsi birer figüran, birer dekor, hattâ itaatkâr vesileler değil miydi aslında? O gün, orada, o saatte... Oldu ve bitti...

Ne zaman nihayete ereceğini ise asla bilemeyeceğim ömrümün geri kalanını tamamlamak üzere evime doğru yürürken, hafızam dilimin ucuna o veciz sözleri çoktan yuvarlamıştı bile:

"...Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler..."


Mehmet GÜLGÖNÜL