๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Eylül 2010, 22:39:30



Konu Başlığı: İlham ve düsünceye acik olmak
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Eylül 2010, 22:39:30
İLHAM ve DÜŞ(ÜN)MEYE AÇIK OLMAK


Düşünmenin bir ilham işi olduğuna inandığınızı söyleseniz, hafifseyen bir üslupla size dudak kıvıranlar az olmayabilir. Muhtemelen onlar düşünmeyi, hayatı yüzümüze gözümüze sürmemek için, beş duyuyu organize etme görevi de verilmiş aklın, sadece nesnel algı alanında kurduğu bağlantılardan ibaret sayıyorlardır.

 

Aklın kabiliyeti, görünür dünyanın sınırlarına sıkıştırıldı. Aklın pozitivist saptırmalarla şımartılması, düşünce alanını, nesnel verilerin yüzeyselliği ile daralttı. İlham, araştırarak gerçeği öğrenmeye yanaşmayan tembel aklın, şairce edalarla hayata tutunan çocukluğu gibi algılanır oldu. Bu algıyı haklı çıkaracak kimi tiplerin olmadığını söylemek doğru olmaz. Ne ki, en az bunun kadar doğru olan başka gerçekse, hakikati kavrama çabasını, sadece maddi verilerle çalışan akılla tek boyuta indirgemektir.

 

Akıl hakikatin emrinde ve peşinde olmalıdır. Oysa akıl, hakikati belirleyici ana unsur yapılarak, adeta tanrılaştırılmıştır. Aslında çok feci bir şey olmuştur: Hem aklın, hem de hakikatin yeri, sınırı daralmış, değişmiştir.  Ne mi olmuştur? Varoluşsal bağlantıları zayıflamış aklın, değişen niteliğine orantılı olarak ilham kaynakları kurumuştur. Aklın varlıkla, hakikatle ünsiyeti azalmıştır. Artık hakikati, tüm boyutlarından yontup, yalıtarak, indirgediğimiz tek boyutlu gerçeklikle algılamaya çalışıyoruz. Kuru, yavan. Bu algı düşünce adına hatırı sayılır bir değere sahip değil. Sahipse bile o da kuru ve yavan!

 

Akıl kendine yabancılaşmıştır. Onunla birlikte ve ona bağlı olarak duyuş, düşünüş, his, tefekkür, tezekkür hep kendilerine yabancılaşmıştır. Gündelik çıkarlarla yetinmeye razı olmuş insani hassasiyetlerimiz, hakikatin derinliğini, eşyanın mana ve hikmetini merak etmez olmuştur. Daha da vahim olanı, bu yöndeki merakların hayatta hiçbir gerçek karşılıkları olmayan boş uğraşlar olarak algılanmasıdır. Bir ‘Takma kafana’ lakırdısı, şöyle veya böyle kafaya takılan sorulardan kurtulmanın tılsımlı parolasına dönüştürülmüştür. Sorusuz sorunsuz, meraksız, cevapsız yaşamak, amaç edilmiş bir mutluluğun ideal modeli gibi sunulmaktadır. Amaç hoş yaşamaksa boş yaşayacaksın ve kafaya takmayacaksın!.. Esprisi, esnekliği, coşkusu kalmamış; satıhsız, derinliksiz, düzeysiz hayatların sahipleri olup çıktık. Bu yoksulluğa, tembel ruhların rahatlayışa benzettikleri rehavetleri sebep olmaktadır. Rahatlayışla rehavet de adeta kutsanmış bir değere dönüştürülmüştür. Kendi yok oluşuna ilgi duymamayı ‘takma kafaya’ ile hayat prensibine dönüştürmüş acayip bir eğilim, ruhun aydınlığına açılan ilham kapısını sıkı sıkıya kapadı. Üstelik o kapıyı aralamanın da bin zorluğu var. Böylece, varoluşla irtibatı, daha baştan kendi içinde koptu, kesildi. Ruhunu da, ilhamını da besleyen özsu kurudu.  

 

Varoluş ve hakikatle aranızda fıtratınızı sıkıntıya sokan bir uyumsuzluk oluşmamışsa, düşünce kendiliğinden oluşan edimdir, etkileşimdir. Düşünceyi içinize düşmüş bir sonuç olarak bulursunuz. Ya da samimi yönelişleriniz, sizi kendiliğinden engin bir düşüncenin tam orta yerine bırakıvermiştir. Yani düşünce ister içsel, ister dışsal sebeple olsun, fıtratı bozulmamış yaşamın ve benliğin zorunlu fakat zorlamasız kaderi gibidir. İnsan varlığın da, yaşamın da, hakikatin de lezzetine böyle varır.

 

Düşünmek bütün bir fıtratımızın gereklilikleri ve aklımız, ruhumuz, kalbimiz, gönlümüz ile yaşanan, yaşanması gereken ayrışmasız hususiyettir. İnsan sadece aklıyla değil, ruhuyla, kalbiyle, benliğiyle duygusuyla düşünür. Düşünmek varlıkla, hakikatle anlaşılabilen, anlaşılamayan ton ve tarzda hemhal olmaktır. Bu hemhal oluşta, sizde kalan ne ise, işte o düşüncedir. Yani düşünmek bir tek melekemizle başlayıp yine onunla biten bir faaliyet değildir. Hatta bu anlamda indirgenmiş bir düşünceden söz edilemez. Eğer böyle bir indirgenme söz konusu olsaydı, hayat da anlam da değişen durumlara göre son derece katı veya uçuk veya coşkusuz olurdu. Tek boyutlu algılar, pratikler önemli bir tarafıyla işte bu sebeple insana sıkıcı gelir, sıkıntı verir.

 

Tüm insani melekelerimiz, düşünce esnasında, yani varlıkla ve hakikatle ilişkiye geçtiği anda hep birlikte, birbirini tamamlayan, bütünleyen yardımlaşma içinde olurlar. Duygu, aklın, akıl sezginin mütemmim cüzü gibi çalışır. Genel terkip insan benliğini oluşturur. Demek oluyor ki, düşünmek için aklımızın, gönlümüzün kapıları kapalı olmamalıdır. Daha doğrusu gönül akla, akıl vicdana kapısını kapamamalıdır. Bütün kapılar açık olmalıdır. Bilinmelidir ki tüm kapılar insan benliğine, varlığımızın hakikatine çıkacaktır. Kapıları kapatarak benliğimizi aydınlık kılamayız.

 

Bazen, içine kapalı benlik, dışa açılım korkusu yaşayabilir. Bu açılmaktan, aydınlanmaktan, genişlemekten, hatta zenginleşmekten korkmak gibi, ilk bakışta anlaşılmaz gözüken tuhaf bir eğilimdir. Benlik kendi iç evreninde bile genişleyince sanki savrulacak, dağılacak gibi hisseder. Öyleyse “Daha büyük alanda, daha büyük sorunlarla başım ağrıyacağına, daha küçüğü ve azıyla mutlu olayım” diye bir diyalektik geliştirilir. Bir çeşit yitme korkusu ve yetinme psikolojisi. Bu iki ruh hali bir arada tezahür edebilir. Eğer kendi benliğini gerçekten ve korkusuzca keşfe çıksa, güzelliklerin ifadelerin yetersiz kalacağı sebebi ile dışarıya yansıtılamayacak kadar muhteşem, içkin, aşkın mahiyetini fark edecek. O varlığın ve hakikatin doğrudan doğruya içimize gizlenmiş güzelliğidir. Aşkın, içkin bir güzellik. Eğer anlamın, hakikatin aşkınlığını duyarak keşfedersek yitmekten de, bulmaktan da sahip olmaktan da korkmayacağız. Bilakis o aşkınlığı içselleştirerek en üst seviyede hissettiğimiz zaman, insan cevherimiz ayrışmaz bir bütünlük sağlamayı amaçlayarak, ona doğru hamle üstüne hamle yapacaktır. O çırpınış pervanelerin ışık etrafındaki çırpınışı gibidir. Ne bulunacak orda? Bir ışık. Soyut uçsuz bir ışık. Belki o ışık bizi kör edecek. Tüm ıvır zıvırlar kalabalığına kör ama hakikatin ilahi ışığına meftun. Ne bulacağız orda? Belki görünürde hiçbir şey. Hatta belki orada kendi varlığımız da yitip gidecek. Ama ilginç bir şekilde bu yok oluşla varlığımızı hissedeceğizdir. Bütün eklerinden, yüklerinden arınmış olarak. Dışarıda kaybedilen, içeride bulunan, doğrudan kendi cevherimizdir. Bütün bir varlığı hissedecek, bütün bir hakikatle bağlantı kuracak asil, canlı cevher!.. O yüzden bu cevherin can verdiği varlığı; parçalanmış, indirgenmiş bir yapıya dönüştürerek bozmamalıdır. Onun için kalp gözü, gönül gözü, akıl gözü, birinin fark etmediğini diğerinin görmesi için hep açık tutulmalıdır. Açık tutulmalıdır ki ilham kanalları da açık olsun. Belki de bu bağlantılar yitirildiği, zayıfladığı için ilhamı bir düşünme tarzı olarak küçümseme eğilimi başladı. Bu yüzden düşünmenin bir ilham işi olduğuna inandığınızı söyleseniz, hafifseyen bir üslupla size dudak kıvıranlar az olmayabilir. O, insanları şaşırtacak imgeler yaratmak için hoş kelimeler peşinde koşan şairlerin işi olsun!

 

Ruhumuz, kalbimiz en geniş ufuklar gibi açık olmalıdır. O zaman içimize düşer, düşünürüz, Dışımızda düşer düşünürüz. Bir şey düşer veya biz bir şeye düşeriz, düşünürüz. Yeri gelmişken şu ‘düşünce’ kelimesine hayran olmamak mümkün mü? Türkçe düşünme biçimini (veya düşünme biçiminin Türkçesini) ne güzel ifade ediyor. Geçenlerde tam da bu ayrıntıyı konu eden bir yazı okumuştum. Yazarını şu an çıkartamıyorum. Hafızam beni yanıltmıyorsa sanırım Dücane Cündioğlu’na aitti. Düşmekle düşünmek arasındaki etimolojik ilişkiyi açıklıyordu. Aynı kanaatteyim: Düşmeden düşünülemez. Ya sen bir şeyin ne bileyim bir olayın, bir olgunun, bir kavramın içine düşeceksin ya da bir kelime, bir ses, bir an, bir anı, bir olay, bir duygu senin içine düşecek. Sen bir şeye düşünce, bir şey sana düşünce anlarsın, fark edersin, bilirsin. İşte bu düşüşlere ilham dersek yanlış olmaz. Düşünme sonuçta bir düşme hadisesidir. Çokluk düşme hadisesi de isteğimiz, insiyakımız dışı gelişen bir olaydır. Hangimiz durup dururken düşmek isteriz. Ama her an, her durumda ilham almaya ilham vermeye hazır varlığımız, kendiliğinden düşmeye de açık ve hazırdır. Bazen biz bir gerçeğin tam ortasına düşeriz. Bazen gerçek kalbimizin, aklımızın tam orta yerine düşüverir. Sanki kendiliğinden. Birdenbire. Önemli olan insanın düş(ün)meye açık olmasıdır.

 

İlham bu anlamda düşünmenin en canlı kanalı gibidir. İlham olmadık düşünceleri çağrıştıran, bulup çıkaran zamansız usta. Düşünce ise ilhama yol açan sahici ışık. Toprağını canlandıran sağanak.

 

Evet, düşünmenin bir ilham işi onduğuna inanıyorum. İlhamla inancı yan yana anmamın sebebi, ilhamın bizim istencimiz dışında bir hareketi içermesi sebebiyledir. İlhamla içimize düşenleri biz belirlemeyiz. Onlar umulmadık bir zaman ve yerde bizim tasarılarımız ve düzenlemelerimiz dışında ve üstünde bize ilka olurlar. İnsanın her zaman ilhama açık bir yanı, yapısı vardır. Hem ilham alır, hem ilham verir. Varlık ilham boyutu ile esnektir, esprilidir biraz da. Eğer aşkın boyutumuz varsa, bu, varlığın aşkın boyutu sebebi iledir. Varlığı kendi üzerimizden hissederiz. Kendi benliğimizi ne oranda yoğun bir bilinçle kavrıyorsak, varlığı hissediş yoğunluğumuz da o ölçüde çoğalır. Varlık, ilham yolu ile bağlantılar, etkiler, etkileşimler kurar. İlhamı küçümsemek, insanın ve varlığın aşkın boyutunu küçümsemek demektir.

 

Aşkın olanı küçümseme psikozunun tabanında, ruhun pozitivist kanıksamalarla kendini tıkayan alışkanlıklar edinmesi gizlidir. Çünkü pozitif kurguya koşullanmış akıl, nesnel determinizmle izahını mümkün görmediği ilhama, mesafeli durma yolunu seçmiştir. Bu açmazı, varlığını sağlama almak için, garantili bir yöntem olarak seçmiştir üstelik.  İlhamı kabullenmesi halinde, en esaslı dayanakları sarsılacakmış gibi hisseder. İyi de, akıl, niçin iç evrenimizdeki aşkın yönelişleri reddetsin ki? Hayır, kendi varlığımızın hakikatinde, böyle bir reddiye söz konusu değildir. Bir büyülü yanılsamayla o hakikat biraz geriye itilmiştir, hepsi bu. Akıl; kalp, gönül, vicdan, duygu, ilham gibi yardımcı unsurlardan yoksun koşullanma ile, nesnel olmayana karşı ürkek bir karakter kazanmıştır. Akıl göze ve görünür olana mahkûm edilmiştir. Aklımız sadece gözümüzle çalışır olmuştur. Akla düşen sadece görüngü alanına girenle sınırlı tutulmaktadır. Göstergebilim bir yorumu ile böyle anlaşılmaktadır. Oysa insan bütünlüğü içinde akıl, duygu, vicdan gibi diğer unsurlara yardımcı olmalı, o diğer bütün unsurlar da aklın işleyişini tamamlayıcı işlev üslenmelidir. Kültür geçmişimizde düşünme biçimimiz böyle olmuştur, oluşmuştur. Bu düşünme biçimi, insanın, gerçekliği ve hakikati bütüncül kavrayışla ele aldığı bir düşünme biçimidir. Bu donanımlarla bir hakikatin veya olayın içine düşeriz. Veya bu hakikatle var olan gerçekliğimize bir şeyler düşer.

 

Hayatında hiçbir hareket ve var olma emaresi görülmeyenler, elbette düşme riskini veya buradaki çok özel anlamıyla şansını da yitirmiş olanlardır. İçini inatla, ısrarla sıkı sıkıya dışına kapamış olanların, içlerine düşecek bir şey olamaz elbette. Onlar kendilerini o her şeyi bilen akıllarının masif yapıları içine kapamışlardır. Orası en yüksek, en ideal yerdir. Orada kendi özgürlüklerini engellemenin ölümcül savaşını veriyorlar. Onların varlık ve hakikat bilgileri, bilinçleri, hissedişleri; yitirilmiş özgürlükler kahramanı olarak kendileri kadardır, kendileri ile sınırlıdır.

 

Hakikatin sonsuz anlam alanını bilenler, bütün insani melekeleri ile varlığın sırrını çözmeye çabalayanlardır. Bu çaba elbette kendi sırlarını çözmeyi de kendiliğinden amaçlamaktadır. Dışarıdaki sırları çözerken, kendi sırlarını keşfederler. Aynı şekilde kendi sırlarını çözerlerken dışarıyı da kuşatan hakikati fark ederler.  Önemli olan ilhama karşı alaylı bir istihzayla dudak kıvırmak yerine ilhama açık, düşüşe ve düşünceye açık bir iç evrenimizin neden olmadığını veya dar olduğunu sorgulamaktır.

 

İlham aklımızı inkârı bize önermez. Aklımızın ulaşamadığı yerde ilahi bir lütuf ve rabıta ile yardımımıza, imdadımıza koşar. Aslında aklımız da ilhama sırt dönmedi, dönmez. Hayatın her alanında ilhamı engellenmez bir nimet olarak yaşarız da pozitivizmin aklımızı tıktığı hapishaneden kurtulmak için, içine düştüğümüz hezeyanı aşamayız. İlham almayan bir akıl ilham verme özelliğini de yitirdi. Şimdi biraz da bu yüzden akıl deli divane olmuş geziyor. Akıl inkârın elinden ne çekiyor biliyor musunuz?


ALINTI