๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Eylül 2010, 16:35:55



Konu Başlığı: İçimdeki cennete yolculuk
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Eylül 2010, 16:35:55
İçimdeki cennete yolculuk



İçimdeki cennete yolculuk

Çok ızdırap çekiyordu.

Müzik dinlese, kitap okusa…. Hayır…

Patlamak, infilak etmek üzereydi.

Parçalarını kâinat balonunun kenarlarından toplayacaklardı.

Ümit koymuşlardı adını. Ümitsiz insanlara ümit olsun diye ama şimdi bir tutam ümide, bir demet ışığa muhtaçtı.

Başka çaresi yoktu, intihar edecekti… Ümidi kalmamıştı. Ümit insanı en son terk ederdi.

Gençti, güzeldi. Henüz daha otuz yaşındaydı.

Balkona çıktı. İçi-dışı zifiri karanlıklardaydı.

Kopmuştu…

Yıldızlar gökyüzünde ipi kopmuş tespih taneleri gibi savruluyordu.

Boşluğa bıraktı gözlerini. Dalgın dalgın bakıyordu, dalga dalga karanlıklar üstüne üstüne geliyordu. Öylece ne kadar zaman geçtiğini bilmeden durdu.

Birden bir ses işitti.

Mahşer gününde İsrafil'in suru üfürdüğünde mezarından ne kadar hayretle uyanacaksa, ondan daha büyük bir hayretle irkildi.

“Bu ne böyle?” dedi.

Selami Çeşme taraflarından, dalga dalga bir ses geliyordu.

“Aman ALLAH'ım! Bu ne ses böyle?”

Ana rahmine düştüğü günden beri dinlediği bu sesi meğerse hiç duymamıştı. Demek ki dinlemek ve duymak aynı şey değildi.

Sukuta bürünmüş varlıklar, karanlıklar; geriniyordu, silkiniyordu, kendine geliyordu bu ilahi beste karşısında.

Şerha şerha karanlıkları yırta yırta, aydınlıkları devşire devşire geliyordu ses.


* * *

Bir el diplere, en diplere, denizin en karanlık diplerine doğru çekiyordu.

Güzeldi.

Başarılıydı.

Otuz yaşındaydı.

Belirli bir maddi sıkıntısı yoktu.

Öyleyse neden hayatı; siyah bir dekorda, siyahlar giymiş oyuncuların, siyah eşyalarla oynadığı anlamsız bir trajediye benziyordu?

Ne zaman geleceği belli olmayan bir titreme hali ensesinden yakalıyor, bütün bedenini ve ruhunu zangır zangır eliyordu.

Titremekten uzuvları ağrıyor, merkez üssünün neresi olduğunu bilmediği bir sarsılma ile kainatın orta yerinden çevrilip çevrilip kainatın dışına fırlatılıyordu.

Fakat hiçbir yere düşmüyordu. Düşse, kolu kafası kırılsa, ölse kurtulacak, rahat edecekti. Fırtınalar dinecekti. Ama düşmüyordu. Işık hızını sollayan bir hızla durmadan derin uçurumlara yuvarlanıyordu.


Yine böyle kâbuslarla dolu bir geceydi. 1978 yılının ilkbahar ayları.

Gece evde ailesi ile birlikteydi. İçinde kabus ateşlerini yakan siyah yaratıkların çığlıkları çıldırtıyordu onu ama ne annesi ne de babası duymuyordu.

Annesi “Haydi yatalım artık” dedi. Yalnız kalmaktan ödü kopuyordu.

“Anneciğim sen yat biz babamla biraz daha oturalım” diyebildi.

Annesi titremelerini bilmiyordu. Bilseydi kaldıramazdı, dayanamazdı.

“Peki yavrum” dedi ve uzun koridorun sonundaki yatak odasına doğru yürüdü.

Babası ile baş başa kaldı. Havadan sudan konuştular. Hissediyordu, kâbuslar geliyordu. Titremeler başladı. Yine Cennetin ortasından alıp Cehenneme savuracaklardı. Cehennem olsa razıydı. Cehennem değildi oranın adı. İsmi yoktu oranın, adı yoktu oranın.

“Babacığım kucağına oturabilir miyim?” dedi.

Gözleri görmüyordu babasının, “Gel yavrum” dedi ve kollarını açtı.

Koştu kollarına ve yavaşça oturdu. Güzel ve siyah saçlarını okşuyordu babası ama bağrını yumruklayan kâbuslara bir şey yapamıyordu.

Gittikçe ağırlaşıyordu. Tepeden tırnağa başladı titremeye. Kan döküyordu gözlerinden. Biraz sonra yine çevrilip çevrilip kainatın dışına fırlatılacaktı.

Titredi… Titredi… Titredi...

Babası şaşırıyor, aklı ermiyor, ne yapacağını bilemiyordu.

Hiç böyle bir vaka duymamıştı.

Koskocaman bir beyindi ama buna aklı ermiyordu.

Çaresizdi.

Kucağında yavru kuşu titriyor, titriyordu.

Geçti…

Sonunda yine geçti. Acı fren yemiş, dört tekeri birden yarılmış bir araba gibi durdu.

Babası teskin etti. Saçını okşadı.

Vakit ilerlemiş, gece sırtını sabaha dayamıştı.

“Hadi evladım yatalım artık” dedi.

Babasının gitmesinden, yalnız kalmaktan korkuyordu.

“Gitme baba” diyemedi. Zarifti, inceydi, duyguluydu.

Hem gitmese ne yapacaktı?

Uzun bir koridorun sonundaki odaya doğru babası da yürüdü, gitti.

Tek başına kaldı koca salonda.

Burası salon değil bir mezardı.

Dünya büyük bir mezardı.

Müzik dinlesem, kitap okusam diye düşündü. Hayır, hayır… Patlayacak gibiydi...

Gecenin sonunda kararını verdi, intihar edecekti.

Balkona çıktı. İçi dışı zifiri karanlıkların ağındaydı. Yıldızlar, ipi kopmuş tespih taneleri gibi savruluyordu gökyüzünde.

Dipsiz düşüncelerin derinliğindeydi. Boşluğa bakıyordu gözleri. Kopmuştu. Her şeyden kopmuştu. Boşluktaydı. Karanlık boşluklara bakıyordu siyah ve güzel gözleriyle.

Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyordu. Birden bir ses duydu. Yarın mahşer gününde İsrafil'in suru üfürdüğünde mezarından ne kadar hayretle uyanacaksa, ondan daha büyük bir hayretle irkildi.

“Bu ne böyle?” dedi.

Selami Çeşme tarafından bir ses geliyordu.

Otuz yaşındaydı. Çocukluğundan beri dinliyordu bu sesi ama sanki ilk defa duyuyordu.

O ses, sabah ezanıydı.

Şerha şerha karanlıkları yırta yırta, aydınlıkları devşire devşire geliyordu ses.

Anlamadan, anne karnındaki bir cenin gibi şaşırarak dinledi ezanı.

Dalga dalga yayılan o lahuti ses kendine doğru çekiyordu. Bütün varlıklar susmuş bu sesi dinliyordu. Arka arkaya karanlıkta kanatlanan beyaz güvercinler gibi İstanbul'un minarelerinden göklere doğru uçuşuyordu ezanlar.

Aman ALLAH'ım! Neden duymamıştı daha önce gönüllere inşirah salan bu sonsuzluk bestesini.

Anladı… O ses, onu secdeye davet ediyordu.

“Bu kadar kapı çaldım bir onun kapısını çalmadım, her şey denedim bir namaz kılmadım”

İçine yolculuk başlamıştı. İçeri girdi. Yalap şalap bir abdest aldı. Başına ne bulduysa bağladı.

Evde seccade yoktu. Eline ne geçtiyse yere serdi.

İlk defa o sabah namazını kıldı. Ellerini kaldırdı; “Ey şiddet anımı sükunete dönüştüren, yalnızlığımı paylaşan, ağladığımda hıçkırığımı duyan, sustuğumda sesim, coştuğumda nefesim olan Rabbim. Geceleri uyutmasan uyuyamam, sabahları uyandırmasan uyanamam, yürütmesen yürüyemem. Biliyorum sen oradasın ama dilemezsen gelemem. Ey yüceler yücesi, ey hasretin ta kendisi, duy beni. Sesime kulak ver ve beni kendinden başkasına müptela kılma! Beni bu dünya gurbetlerinde perişan etme. Bahtına düştüm Sultanım.” diyerek. Ağladı… Ağladı…

Dışarıda, gün doğdu doğacak derken, gönlünün tepeleri çoktan ağarmış, karanlıklara veda eden ışıltılı yamaçlarda ümit kelebeği kanat çırpıyordu.

Tam delirmek üzereydi ki o sabah namazı, onu uçurumların kenarından değil, taa dibinden almıştı.

Ruhunu yakan yıldırımlar, iman paratoneri ile toprağa verilmiş gibi kendini tüy kadar hafif hissetti.

Kalbi kırıkların sahibine kalbini açtı. İşte konuşabiliyordu, koşabiliyordu, kanatlanabiliyordu.

Bir sabah namazının taze çiçek açmış dalına tutundu.

Görmeyen “görücü”, babası;”Ümit! Yavrum sen namaz kılmayı biliyorsun bana da öğret” dedi. Büyük mütefekkire namaz kılmayı öğretti.

O sabahki secde onun miladı oldu.

Yeniden doğdu. İçindeki buz dağları çözüldü, berrak sular Meriç Nehri gibi çağladı.

İçindeki Cenneti keşfetti ve bir sabah ezanının sonsuzluk besteleri eşliğinde içindeki Cennete yolculuk başladı.

O hala yollarda…

O hala içindeki Cennete koşuyor.

Harun  Tokak