๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 15:16:59



Konu Başlığı: Gönül Bahçıvanları
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 15:16:59
Gönül Bahçıvanları

Yürekteki coşkuya eşlik edemeyince dilin, yeni konuşmaya başlayan bir çocuğunkinden beter pepemeleştiği zamanlar vardır. Sözün, ifade çaresizliğinden, şaşırıp kaldığı bazı aksiyon zamanları vardır. Ve bütün damarlarına hayatiyet iksiri taşımak için yeryüzünün ücralarına doğru tutkulu yolculuklara çıkmış meşakkat delisi yürekler vardır.

İnsan, durup anlamaya çalıştığı böyle zamanlar, böyle fiiller ve böyle yürekler karşısında muhayyilesinin acınası kifayetsizliğiyle karşılaşınca konuşmaktan çok iç terennüme sığınmayı yeğliyor. Toplumdaki destanlık çapta oluşumların, hâdiselerin hemen destanlaşmadığı malûmumuzdur.

Destanın öznesi, önce toplumun hafızasında devasa çalkantılar eşliğinde kendi yerini yurdunu edinmeye durur. Benimseme ve takdir dönemi tamam olunca; toplumun bağrından, büyük olaylar ve hareketler karşısında dili işleyebilen sanatçılar çıkar ve destanı işlemeye koyulur. Toplum muhayyilesi ancak bir bütün olarak benimserse tabiî bir destan anıtı şekillenmeye başlar.

Dünya çapındaki gönüllü eğitim seferberliğini uzaktan bile olsa gözlemleyen biri, içten içe bir destanın örgülenmekte olduğunu anlayıverir. Bu, apaçık destanlık bir yürüyüştür de dil buna hazırlıksız yakalanmıştır. Yürek, “O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” gerçeğince bunun anlamı karşısında şaşırıp kalmıştır. Dil hazırlıksız yakalanmıştır diye dünyayı kucaklayan bu fedakârlık örneği faaliyetler söze dökülmesin mi?

Şimdilik elbisesi kalıbına dar gelse de, kendisine ait bir literatür geliştirinceye kadar mânânın elinden tam tutamayan kelimelerle destanın kareleri birer birer kayda alınacaktır. Yeryüzü, uzun derin bir uykudan, müşfik, nazenin dokunuşlarla uyandırılmaya çalışılan bir uykuperest misâli, yeniden sevgi, kardeşlik iklimine uyandırılıyor. Ağır, hantal bir beden hâlinde yığılıp kalmış yeryüzü, bütün uzuvlarına hayatiyet özsuyu taşınmak suretiyle yeniden fıtrî kimliğine davet ediliyor. Ciğerlerini illet sarmış, damarları tıkanmış, kalbi ölümcül darbelerle hırpalanmış yeryüzünün.

Yirminci asrın penceresinden dünyaya bakan ruh ve gönül mimarımız Bediüzzaman, yeryüzünün, önü alınamazsa ebedî karanlığa götürecek hastalıklarını tam zamanında teşhis etti. Hâl çarelerini de Kur’ânî bakışın ölçülü, plânlı, basiretli metoduyla inşaya koyuldu. Toprak, bağrındaki tohumları neşv ü nemaya hazırladıkça alâyişe, patırtıya gerek yok; topraktan baş çıkaran tohum, yine kendi dünyasında dış etkilerden korunarak, suhûletle ve sabırla asırların rüyasına duracaktır.

Tohum vardır, bir bahçeyi; tohum vardır, bir beldeyi; tohum vardır, bir ülkeyi, tohum da vardır bir dünyayı ihya eder… Bediüzzaman’ın rüyası asırların gönlüne sevgi, esenlik tohumları serpen bir hakikate işaret ediyordu. Yepyeni bir âlem sümbüllendirecek bir hakikate… İlahi meşiet, yeniden bir gül mevsimi murat etmişse asırların bağrında boy verip serpilecek bir yeşerme mevsimi yeniden başlayacaktır. Nitekim, Üstad Bediüzzaman’ın toprağımıza ektiği ukba yörüngeli tohumlar sahipsiz bırakılmadı. Bir âlem genişliğindeki Bediüzzaman kalbinde billurlaşan o derin, o cihanşümul mânâ; hizmet ehli ve fedakâr gönüllere yerleşecek ve vazifesini yerine getirecekti. Yüce Yaratıcı, fânî bir bedenin göçüp gitmesiyle yeni maneviyat mimarları, gönül süsleyiciler istihdam ediyor; nitekim bayrak, ulaştırıldığı yerden devralındı, Saadet Asrı erlerinin coşkusunu hatırlatan bir heyecanla, boy verip serpilme hamlesi yepyeni bir mecraya girdi. Ve gurbet ufuklarına doğru lirik bir yürek koşusu başladı.

İnsanlık manzumesini kendi nefsine tercih edip ebediyet ufuklarına yönlendirmek isteyen bir yürek nasıl bir yürektir? Kendi bahçesini bırakıp, bütün dünya toprağını müzeyyen kılmak için seferber olan bir gayret nasıl bir gayrettir? Kendi iç imarından çok, insanlığın ölümsüzlük değerleriyle yeniden tanışmasını dileyen bir hasret nasıl bir hasrettir? İnsanlığın geleceğini ebediyet ufuklarıyla buluşturmak için günlerini, gecelerini tefekkür, dua, ıstırap saatleriyle dolduran “Gönüller Bahçıvanı”nın biricik rüyası, dünyanın bir bütün hâlinde sevgi, hoşgörü, kardeşlik soluklayan bir gül bahçesine dönüşmesidir. Muhabbet erleri, samimiyetlerini, coşkularını yitirmezlerse yeryüzü yeniden bir ‘ebedî istikamet’ aşısıyla kendine gelecektir şüphesiz.

Gönüller Bahçıvanı ve Çırakları

Şafağı müjdeleyen kutlunun işaretiyle nice gönül bahçıvanı, bir mahallenin sokaklarına dağılır gibi, dağıldılar yeryüzünün ücralarına. Bakışlarında Saadet Erleri’nin irşat coşkusu… Kalblerinde, paslı demiri altına çevirme kimyası… Heybelerinde; sevgi, sabır ve yaşatma duygusu… Bir şafak muştusu kulaklarına fısıldanınca uzak bir hayâle uzanır gibi değil; göz kamaştıran bir hakikate koşar gibi koştular dünyanın varoşlarına, bulvarlarına. Bakımsız dünya bahçesini bayındır etmeye koyuldular. İnsanlık toprağı yeniden tohuma dursun diye kendi rahatlarını, huzurlarını ertelediler. Ruhlar yeniden İlahi nefhayı kılcallarına çeksinler diye meşakkatli bir sefere ‘merhaba’ dediler. Dünya hayatı nasıl olsa geçip gidici değil midir? Onlar, gün, ay, yıl dedikleri ömür duraklarını yüce bir ideal yolunda bağladılar. Böylece fânî bir ömrü paha biçilmez değerlerle ebedîleştirdiler.

Tohum toprağa düşer, karanlıkla, çamurla savaşır; kendi varlığından geçer; ama sonunda bire yüz, bin, veren bir berekete annelik eyler. Kalblerinde merhamet tohumları nice fedakâr, insanlık toprağının köşelerine, kıyılarına dağıldılar. Nasıl olsa geçip gidecek ömür yıllarını ebediyet yoluna bağışladılar. Asırların biriktirdiği atalet ve gaflet pasıyla uyuşup kalmış kalbleri sevgi iksiriyle uyandırdılar. Anne yüreğinde bile olmayan şefkat çeşnisiyle genç nesilleri kucakladılar. Bakışları, ötelere kenetliydi. Bu yüzden hiçbir meşakkat, olumsuzluk onları yıldıramazdı. Yürüyüşleri İlahî bir senaryonun yörüngesindeydi; hiçbir dünya lezzeti ukbayla ahitleşmiş yüreklerinin asil renklerini solduramazdı. Dünyada başlayıp ebedî aydınlıkla buluşacak bir sefere çıkmıştılar.

Sen, gönüller bahçıvanı! Kendin gibi bahçıvanlar yetişsin istedin. Bunun için didindin, çırpındın, hafakanlı gecelerde bunun için ıslandı seccaden. Bunun için dertlerin en kavisi misafir oldu gönlüne. Düğüne, bayrama gider gibi koşsunlar istedin en zor zamanda, meşakkatli diyarlara çırakların. Ve her biri, emrin başımızın üstüne, dediler, birer bahar cemresi gibi, düştüler uzak iklimlerin bağrına. Kendilerini bekleyen bir liman, bir han olmasa da nice İlahî ihsanla, lütufla karşılandılar. Dünya toprağından çok, gönülleri yurt edinmenin davasına talip oldular. Örneğin; yüreği kavrulmuş, onurlarıyla oynanmış siyah incilerin yurdunda, beyaz adam başımı okşadı, yollu bir sevince sebep olmayı dünyalara bedel saydılar.

Onlar Mehlika Sultan’a âşık yedi genç değildiler.

Sultanlar Sultanı’na âşık gençlerdiler.

Yüreklerinde ne cennet sevdası, ne mal mülk sevgisi.

Güzeller Güzeli’ne ‘kara sevdalı birer âşıktı’lar.

Rüyalarına giren ukba güzeli, gönüllerini, ruhlarını kuşattı onların. “O muamma güzeli” görmeye kaf dağına değil; dünyanın köşe bucağına dağıldılar. Hayâllerindeki güzel; kaş, göz, yüz, endam güzeli değildi. Gönle ve ruha ışıltı bırakan mânâ güzeliydi. Mânâ güllerini mala, mülke, şöhrete tercih ettiler. Yüreklerini, dünyaya dair bir emeldense ukbaya ait meltemlere açtılar. Gönüllerinde bengi yurt iksiri. Ancak hicret meşakkatiyle ulaşılabilecek mânâ güllerine âşıktılar. Kışı, gecesi olmayan bir uyanışa taliptiler.

Şimdi her biri, nokta nokta, dünya yuvarlağının köşe bucaklarına dağılmışlar. İlahî lütuf ve ihsan yollarına su serptikçe ayak bastıkları yerler yeşerecek ve kurak gönüllere yeniden yeşertme yordamı öğretecekler. İnsanlık bahçesinde yeniden şefkat, sevgi, dostluk çiçekleri bitecek. Vardıkları yer “çıkrığı yok bir kuyu” değil; bakışlarında korku emaresi de yok, her biri umutlu, coşku dolu ve parıltılı… Yaşadıkları, bir hayâl âlemi de değil; âyân beyan bir hakikatin örülüp, örgülendiği, derlenip plânlandığı esenlik âlemi.

Sultanlar Sultanı’na âşık gençler -ki yeryüzünün sevgi ve huzur mirasçıları- yıllar geçse de uzak hicret yurtlarından dönmek istemeyecekler. Saadet Asrı’nın yıldızlarını hatırlatan bir edayla, bağrına düştükleri iklimlerin sesi soluğu, manevî bereketi olacaklar.

 M. Said Türkoğlu