๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 16:49:12



Konu Başlığı: Estetiğini yitirmiş yaşamlar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 16:49:12
Estetiğini yitirmiş yaşamlar


Geçenlerde Ankara'ya Musa geldi. Sevgili Musa. Benim köklü dostum. Bir yudum yaşamak olup geldi. Delikanlılığımızın en yaman dönemini birlikte yaşadık. Varlığımız birbirini muhkem kılardı. Bozkırın tam ortasında en sancılı iç denizlerin kırışık kıyılarını birlikte yürürdük. O denizler çalkandıkça gençliğin delişmen ruhu köpürür durur. Paylaşa paylaşa bitiremediğimiz yüreğimiz ne kadar büyük, ne kadar duygu yüklüydü.  İğde ve gül ağaçları arasından uzayıp giden yollar nereye çıkar önemli değil. Her yer yaşamak! 'Yaşamak güzel şey be kardeşim.' Nazım'ın baktığı pencereden bizim bahçemiz görülmez. Bizce yaşam(ak) bir eşsiz büyünün tılsımını çözmekle kazanılan coşkudur. Bırakın o gür o gümrah akışa her dem tanık olarak, çoğu zaman bizzat kendimizi içinde bularak fark ettiğimiz büyü bozulmasın. Büyü bozulursa kısık akışlarda, kısır döngülerde bizi ve her şeyi bitiren tuhaflıklar yaşarız. Ay kırıklarının ışıttığı bir gecedir yine. Biz yıldızlar arasında gezinir gibiyiz. O coşkun uçarılıkla bulutları gezinen bir dize fısıldanır birimiz: 'Mezarımızı gökyüzüne kazsınlar bizim.' Toy sayılacak gerçekliğimizin fevkinde imgesel sözler derinlikli düşüncelere bir kapı aralarsa iyi olacak. İyi olacak da doğrudan ölümü çağrıştıran bu dize de nerden icabetti? Bu böyledir. Orada kimse yadırgamaz bu durumu. Adeta her an ölümü anımsamak doğrudan hayatı anımsamak gibidir. Orada, o çizgide, o düzlemde ölüm ve yaşam farklı amaçlara, duygulara yönelmez. Bunlar derin mevzulardır. Ancak şu kadarını söylemem lâzım: Eskiden yaşamın tam ortasını ölürdük, şimdiyse ölümün tam ortasını yaşar olduk. Ne demek bu? Eski ölümler yaşamı onarır, çoğaltır, anlamlı kılardı. Şimdiki yaşamlar bile ölümü aratır oldu. Her gün ölümü yaşayanlar yaşamı nasıl çoğaltacaklar? Gümüşsü parlaklığıyla ay beyaz gecelerin bulutları arasından bize ötelerin sırrını fısıldarken, bizler hem burada hem oradayken, yine hayata dair söyleşiriz. Bana hediye ettiği kitabı hâlâ saklarım. Albert Schweitzer'ın 'Hayata Hürmet'i. Küçük hoş bir kitap. Demek ki hayat, yaşam hep meselemiz olmuş. Ne güzel. Onu hiç olmazsa bilincine vararak, düşünerek, hürmet ederek sürdürmek.  Musa beyaz bir muştu olup geldi. Beton ve demir dokusuyla donuklaşmış dünyamıza bakir uzakların dumansız mavi esintisi gibi geldi. İçinde biriktirdiği ışıltılı ufuklarla şiir gibi geldi. Ufuk olup geldi.

-İnsanlar ne kadar tuhaf, diye başladı ilk izlenimlerini anlatmaya.

-Hayatın bu denli anlam yitireceğini, insanın anlamsızlaşacağını düşünemezdim.

O'nun gibi insan yanı has kalabilmiş olanlar kent insanının kanıksadığı bunalımı, kendini hatırlayamamacasına unutuşunu hemen fark ediyorlar. Saçmalığın peşi sıra koşuşturmakla yaşamdan, varlığımızdan kopan  güzellikleri fark edecek kalp ve ruh duruluğuna ihtiyaç var. Aşk/ın, mütmain. Telaşsız, gümbürtüsüz, dingin, engin, bunalmayan, bulanmayan.

Kendiliğinden kafamın içinde yaşama ve insana dair neredeyse klişeleştirdiğim bildik düşünceler, sorular bir kez daha evrilip çevrildi. Bir yandan düş, düşünce, imge üçgeninde kadim dostumu dinlerken diğer yandan insan merkezli yaşam, anlam üzerine yoğunlaşıyor, bu hayatın ne kadarının kendimize ait olduğunu irdeliyordum.

-Caddelerde, sokaklarda çılgınca bir telaş. Metroda insanların yüzlerine baktım hepsinde korkunç memnuniyetsizlikler. Herkes acı çekiyor. Ruhları acıyı kıvranıyor. Alçak gerilimli uğultu. Bakışlarda yaşamı ve umudu çağrıştıran, çoğaltan ışık matlaşmış. Ruhu karartan boğuntu, kasılma. Yüzlerde metal katılığı; sisli, hissiz, dümdüz ifadeler.

(Musa'nın yaşama imge yoğunluklu bakması sadece şiirsel düşünme kabiliyetinden değil ayrıca ciddi çabalar sonunda kazandığı felsefi açılım sayesinde. Galiba olacak. Dolambacına katılmak için hemen hiç istekli olmadığımız ama her yerde kendimizi içinde bulduğumuz pastel yaşamların kapısına yüreğimizi dayayarak, yüreğimizle dayanarak kurduğumuz imgeler belki içi doldurulamayan nezih tepkilerin ifadesiydi. Ama şimdi, giderek olgunlaştığını sandığım genç bakışların; kazandıkları yeni pencerede her şeyi yeni bir bakışla, yeniden tanıma ve tanımlama cevherini hissediyorum. İnsana, kendimize, yaşama yeni tasavvurun penceresinden bakabilmek. Oradan bakınca yaşam nasıl görülecek şimdilik kestirilemez ama penceresiz, çerçevesiz kalmanın şuursuz perişanlığını şimdiden kestirmek zor olmasa gerekir. Kim bilir belki de başta düşünsel ve kültürel alanda uzun yıllar yaşanan tıkanmanın, savrukluğun, pejmürdeliğin var olduğu genel ortam bununla ilgiliydi.)

-Çarpılmış gibiyiz, diyor.

Muhammet Esed'in benzer gözlemle başlayan düşünce ve ilim serüvenini hatırlatıyorum.

Kent insanı kanıksadığı bu bunalımı, bu baş döndürücü tempoyu her gün yaşar. Yorgun kalkar yatağından. Uykular dinlendirmez onu. Eskiden son namazdan sonra yatılırdı. Gecesi mümince olanların gündüzleri de mümince olurdu. Kim bilir gecenin hangi geç saatlerine kadar ekrana mıhlanan gözler sabaha kan çanağı gibi açılır. Ekranlar, kanallar boyu çokluk müptezel merakların peşine salınıp tensel kışkırtıcılığıyla düşler, kirli rüyalar toplayan bakışlar yeni sabahlara uyanırken ölülerinki gibidir. Baygın, yorgun. Bir koşuşturma ki sormayın. Caddeler, sokaklar: otobüs, metro durakları, banliyöler hıncahınç insan kaynar. Kendinizi şekere üşüşen karıncalar gibi, böcekler gibi hissedersiniz. Karşıdan karşıya geçerken çekirge sürüsüne benzeriz ya da hızla akan araçların çarpmasından bedenimizi kurtarmaya çalışırken kararlı bir kedinin hamlelerinden kaçan fareler gibiyizdir. Oh sonunda kendini attın karşı kaldırıma. Bu gün şansın yaver gitti oturacak bir koltuk buldun. Bu döngüye girmemeye imkân yok. Çıkmak zaten mümkün değil. Geç kalma korkusu, yer kapma telaşı, itişler kakışlar. Tren uzunca bir tünele girer. Karanlık boşluğa bakıp camdan gördüğünüz mermi hızıyla akıp giden aydınlatma ışıklarıdır, panolar, uyarı levhalarıdır. Ne için? Gidişi, akışı kolaylaştırmak için. İyi de dışarıda adeta cinnet getiren kentin uğultusu, içeride sanki yalıtılmış sessizliklerin birbirine çarpa çarpa çoğalan garip gürültüsü arasında bu gidiş nereye? Niçin bu acele, niçin bu hız? Bu insanlar kim, evleri, mahalleleri, komşuları, komşulukları? Acılarını, sevinçlerini kimlerle nasıl paylaşırlar? Bu insanlar her gün her gün nereye gider? Bir ömür, kolay değil tam bir ömür nereye giderler; bıkmadan, usanmadan ve hep aynı. Ömür bir tek günle özetlenecek mükerrer yaşamların adıdır artık. Farksız günlerin toplamı o yok edici tek düzeliği içinde tüm insani değerlerimizi dürüp büküyor. Düşler, düşünceler, en son defterler dürülüyor. Yaşadığımızı sanıyoruz. Mezarlar yaşadıklarını sanan insanlarla dolu olduğu için mi ölümü düşündürmez oldu? Hiçbir yaşam ölümden ürkmüyor, sanki hiçbir ölüm yaşamı ürpermiyor. Neler duyulur, nasıl düşünülür; daha da önemlisi bu koşulların sarmalında insanın duyma, düşünme melekeleri ne kadar gelişkin olabilir? Borsadaki işlem hacmine orantılı olarak yoksulluğu artan yüreğimiz dışımıza ilgisizliğin keyfini sürüyor. Varlığımız kimsesizliği yankıyor. Gündelik telaşelerin rüzgârında kısılmış sesimiz yalnızlığının ötesine düşemiyor; bir ses başka bir sese bağlanmıyor. Bir soru başka bir seste cevap bulmuyor. Her yeri çevreleyen uğultulu kalabalığa karşın insan yalnız yaşıyor, tenha ölüyor. Ölüm ve yaşam birbirine ilgisiz yürüyor. Sanal yaşadığımız için belki de gerçek ölümler yaşanmıyor. Dijital yaşam ve dijital ölüm çağında numaradan yaşamlar numaradan ölümlerle sonlanıyor. Çağrılan maveraya istemeyerek de olsa sürüklenen insan, ardında şimdi ancak bir an mesabesi gelen ömrü boyunca çer çöpten başka kayda değer bir şey, bir anı bile bırakamadan göçüyor. Nasıl böyle olabiliyor? Meselenin nasıllığı uzun uzadıya konuşulsun. Ama şu can alıcı nokta aynı zamanda ölü bilinçlere can verici noktadır: Anlamsız yaşamların anlamlı ölümleri olmuyor. Anlamsız ölümler yaşama hiçbir anlam katmıyor.

Şehirler karanlık tünellerden hızla akarak milyonlarca kez kimsesiz çoğalıyor. Kimsizliğin, kimliksizliğin umutsuz ruhu hicran ve yalan kanıyor. Sahipsizlik, ilgisizlik savruluyor, serpiliyor. Duyarsızlık kanser tümörü gibi yayılıyor; duyarsızlığı çoğaltıyor caddeler, bulvarlar. Galiba biz insanlar binlerce milyonlarca ton demiri, çimentoyu, camı, galvanizi, plastiği bir araya getirip kendimizi gönlümüzce tutukladığımız dar mekânlar toplamına kent, bu dar mekânlarda birbirleriyle konuşmamacasına yaşama becerisi gösterenlere de kentli dedik. Bir Alman atasözü olarak okumuştum; 'Şehir insanı özgür yapar' diyordu. Avrupa'da 'Kent Devrimi' sürecinde ortaya çıkan yeni insanı anlatıyordu bu cümle. Ne ki bu kentler o şehirler değil. Haydi modern insan, ruhu sara nöbetine tutulmuş gibi tir tir titreyen kentlerin asit ve metalle örülü karanlık uğultusunu içine çeke çeke özgürlüğünü yaşa! Bu uzun tren dehlizlerinin, her yanı kaplayan apartman sıradağlarının, onların arasından uzayıp giden kent koridorlarının, eşsiz güzelliklerini seyrederek özgürlüğü kalbinde duy. Kent insanı ontolojik, kültürel, sosyal aidiyetlerinden kopararak özgürleştirir!.. Bağları, bağlantıları koparmak başka deyişle ipini koparmak özgürlük sanılıyor. Durdurulmaz, önü alınmaz, dayanılmaz bir gidişle aşksız, özlemsiz, umutsuz, boyutsuz nereye kadar? Baş dönmesiyle, akıl tutulması, ruh karmaşası, gönül darlığı ile nereye? Mengüşoğlu gibi benim de kafam kamaşıyor. Ölümüyle dirimiyle insan soyunun kurduğu yaşam; hiçliği, amaçsızlığı, acımasızlığı, saçmalığı, bomboşluğu üstelik imrendirilecek biçimde yüceltmemeliydi. Hiç'lik, hiçbirşey'lik modern sekülerizmin kutsalı olmuştur. Varlığın anlamıyla rabıtasını kopararak, maneviyatını yeni uygarlığın atıklar alanına boşaltarak burada da orada da huzurun hakikatini, hakikatin huzurunu bulamayacaktır. Cinnetler ve intiharlar, cinnetler ve intiharlardan arta kalan kaotik karmaşa onun yaşam biçimi olmuştur. Günler sadece aşksız, düşsüz, özlemsiz değil aynı zamanda belirsizlik, sonrasızlık ritmiyle Forster'in tüneline girmiştir. Katlanılır gibi değil. Kafam kamaşıyor. Karanlığın dibi gözükmüyor.

Böyle düşündü, Musa'da böyle düşündü biliyorum.

Çünkü Musa kapalı dünyamıza açık bir gök rengiyle geldi.

'Yeryüzünde hiçbir fert, bütün ömrü boyunca hemcinslerine karşı tamamıyla uzak ve yabancı kalamaz. İnsanlar birbirlerine aittirler.'Hayata Hürmet'ten alıntıladığım (s.24) bu basit tespit modern insanın muhtaç olduğu ne büyük gerçeğe dönüştü. Medeniyetin ışıltılı parlaklığında modern insan imkânsızı mümkün kılarak en dehşet, en akıl almaz olanı başardı. Sekülerizm yeni dünyayı inşa için manayı, maneviyatı telef ve talan  etmek üzerine kurduğu tahtında eşi görülmemiş zaferini kutlayabilir. Düşünün ki; apartmanlarda, otobüslerde, trenlerde yan yana, üst üste, tıkış tıkış istim olacak fakat birbirimize tek kelime bile edemeyecektik. Demir, teneke, cam, beton kutulara birlikte girecektik, aramızda bir santim bile boşluk kalmayacaktı, el ele, göz göze olacaktık ve fakat ısrarla küs, ısrarla sözsüz, muhabbetsiz, aşksız yaşayacaktık. Ne tuhaf! Musa bir yandan Esed'i, Dosto'yu hususen de Yeraltından Notlar'ı düşünür sonra bir an yitirdiğini sandığı uzak yaşamlardan gizli, acımaklı bir gülüş ilişir dudak kıvrımına ve Üstad'ın o meşhur dizeleri zihninde çağıldayan bir şelâle gibi akar, devinip durur: 'Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu.' Şair dost  Hüseyin Korkmaz 'Bu şehrin gameti kâfir / Ana damarları mel'undur' dizeleriyle belli ki öncelikle estetiğini yitirmiş yaşamlar karşısında hayıflanmasını dışa vurmaktaydı.

Estetiği yitmiş, konfetileri uçmuş, büyüsü, aşkınlığı, coşkusu kalmamış zamanlar yaşanmaktadır. Sözde, düşüncede, yaşam tarzında varlığa anlam katan insani değerler süratle yitmekte, yitirilmektedir. Etik, estetik boyuttan kopan insan, yaşamın tüm şiirsel boyutunu kökünden yolarak şimdiki ve gelecek zaman tasavvurunu kaba, küt, vandal iç tepilerine, iç tepinmelerine uygun kurmaya çalışmaktadır. Yaşamı maddi unsurlarıyla inşa etmeyi en büyük ideal olarak belirlemekle kendi küçüklüğünü, hiçliğini ilan etmiştir. Sanal bir yaşamı sürdürmekteyiz. İlk elden akla gelebilecek en temel insan tavrı ve duyarlığından yoksun olarak edindiğimiz oyuncak yaşamlara yine birer oyuncak kahramanlar, minyatür kişilikler olarak katılmaktayız. Bilineceği üzre orantısızlık minyatürün özelliklerindendir. Bir de perspektif yani derinlik yoktur minyatürlerde. Minyatürlerde gerçek dışı ifadeler vardır. İster fıtri ister çevresel olsun kendi gerçekliğimizden kopmuş durumda değil miyiz? Adına çağdaş yaşama biçimi, modernite ne dersek diyelim kurmak için harcına oluk oluk insan teri, kanı, aklı, oluk oluk insan ruhu akıtılan kartondan yaşamlarla aramızda bir uçurum oluştu. Bir kopma, bir bozulma mı bu? Belki çürüme kavramı daha kuşatıcı ifade edebilir halimizi. Çünkü bozulma onarımla düzelebilir problemdir. Her kopuşu yeniden bağlama imkânınız vardır. Ama çürümeyi, çürüyen yapıyı nasıl iyileştireceksiniz?

Yaşamın kurulu sistemi insan merkezli ve insana göre işlemiyor. İnsan varlığınızla daha iyi bir yaşamı hak etmiyorsunuz. Kapılar size değil toplumsal rolünüze, statünüze açılıyor. Kategorinize, mevkinize, kompartımanınıza göre ilgi ve hizmet görüyorsunuz. Kapılar, bariyerler kartınızı, şifrenizi, numaranızı, barkotunuzu okuyup öyle açılıyor. Numaraya gösterilen ilgi sonunda numara yapmaya, numaradan yaşamaya özendirdi insanı. İnsanın yaşama ciddi katkısı olmayınca katılımı numaradan olmaktadır. Numaralarla günü geçiştirme uyanıklığı her defasında insanı asıl yaşamın asıl yaşanması gerekenlerin dışına savurmada insan da yaşam da oyuncaklaşmaktadır.

Bu oyun ciddi amaçlar güdülerek ve sahici edalarla sürdürülünce etkinlik adına ortaya bir şey çıkamamaktadır. Sanat da, siyaset de, düşünce de ağırlığını yitirmişse gerçekle yalanın yer değiştirmesi sebebiyledir. Kültürlü varlık olarak insanın yaşama neler kattığı, yaşamın kendi bireysel zenginliğine yani benlik, kişilik ve kimlik kazanımına neleri kazandırdığı önemlidir. Kültür sürekli bir akış içinde çoğalmak, üretmek ve paylaşmaksa neredeyse bütünüyle kaba, zevksiz, satıhsız bir nesnelliğe indirgenmiş modern yaşam tarzları insanın anlam derinliğine hiçbir şey katamamıştır. İnsanın; önceleri her dem taze akıntılarla yenilenen, yeşeren  giderek verimli alanlara dönüşen iç dünyası artık varlığını besleyemediğinden çoraklaşmıştır. Bu kavurucu kuraklıkta insan varlığımızı şerefli, haysiyetli yapan tüm erdemler birer birer yitmiş ya da yitmektedir. Doğallıkla yaşama erdem ve insanlık adına pek bir şey katılamaz olmuştur. Kazandığı güçte insani değerlerin hiç ölçüsünde katkısı olan yaşam etik, estetik duyarlığı olanlar karşısında fazlasıyla azgınlaşmıştır. Her geçen gün yaşama katılma ve katma imkânımız azalmaktadır. Olanca nesnel çeşitliliğine rağmen öznel alanda korkunç daralma gözlenmektedir. Bu dar alan içinde insan da zorunlu bir daralma ve azalma yaşamaktadır. Her geçen gün azalmaktayız. Bu gidişle açılmanın, çoğalmanın imkânı da görülmemektedir. Düşlerimiz, duygularımız azalmaktadır. Sezgilerimiz, sevgilerimiz git gide azalmaktadır. Aklımız, idrakimiz, ruhumuz, insan yanımız git gide azalmaktadır.

Gündelik telaşlar, beklentiler insan varlığımızı azaltmaktadır.

Önümüze konan amaçlar, umutlar, bakış açıları bizi azaltmaktadır.

Gazetelerden, moda kitaplardan, kışkırtılmaya elverişli beğenilerimize göre düzenlenmiş bulvarlar boyu uzayan vitrinlerden, karşısında aptallığa taht kurulan televizyonlardan, pembe dizilerden aşırılmış  sentetik yaşamlar varlığımızı azaltmaktadır.
 

Yaşadığımız hayatın ne kadarı bize aittir? Kendimizi ne kadar yaşamaktayız? İnsanın bir sosyal, kültürel çevre içinde var olduğunu söyleyenler onun bireysel gücünü göz ardı ediyor olamazlar. Birey yaşadığı çevreye kendi kişiliğiyle dahil olmalıdır. Birey kendi dışındakilerle kurduğu sürekli ilişkilerle yaşamını çoğaltır, zenginleştirir. Bu hiçbir zaman tek yanlı bir ilişki değildir. Kimlikli toplum kimlikli bireylerden oluşacaksa yaşamı çoğaltmak kendi varlığımızı zenginleştirmek ve ait olduğumuz toplumu çeşitlendirmekle olur. Toplum bu tarz çeşitliliği yaşamın daha anlamlı sürmesi adına bir imkân bilmelidir. O zaman kişilik ve kimlik bunalımı daha aza indirgenmiş bireyler olarak iç rahatlığıyla bizim diyebileceğimiz yaşamdan ve bizim diyebileceğimiz toplumdan söz edebiliriz. Katarız, katılırız. Yaşadığımız dünyaya ne katıyoruz, ne kadar katıyoruz? Bizi ifade eden unsurların ne kadarı bizim? Nesnelleşen dünyada orta malı yaşantılardan yaşam, reklamlardan akıl, magazin programlarından  ödünç kişilikler, benlikler alır olmuşuzdur. Bize ait olmayan aşkların, bize ait olmayan hasretlerin, heyecanların adamı olmuşuzdur. Edip Cansever Kirli Ağustos'unda, 'Uçurum' şiirinde 'Benim olmayan bir sevinç duyuyorum' diyordu. Ve yine aynı şiirde 'Benim olmayan bir şeyle yaslanıyorum'derken sanırım bizimle benzer duygulanım ve anlam alanını paylaşıyor olmalıdır. Bırakınız yaşama kattığımızın ne kadarının bize ait olduğunu, bize ait sandıklarımızın ne ne kadarı bizim? Yaşamın ortasına doğru her adım atışta kendimizden bir adım daha uzaklaşıyorsak insan merkezli, estetiği yitirilmemiş bir yaşam sürdürmemiz nasıl mümkün olsun.

Musa geldi.

Musa sentetik, ruhsuz yaşamlar karşısında bozulmadan, çözülmeden, soylu duruşun sembolü olarak, sinemize esenlik serpiştirerek gitti.




Necmettin EVCİ