๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 04 Eylül 2010, 13:11:25



Konu Başlığı: Duygusuz yeni dünya
Gönderen: Sümeyye üzerinde 04 Eylül 2010, 13:11:25
DUYGUSUZ YENİDÜNYA
Tepeyi aşar aşmaz mezra karşımızdaydı. “İşte mezraya geldik” dediğimde arkadaşım sokakları, damlı, duvarlı, pencereli evleriyle bir köyü boşa arıyordu. “Hani” diye sordu, “ben bir şey göremiyorum” “Karşıdaki mağaraları görmüyor musun?” İnanamadı. Neredeyse dili tutulacaktı garibin.  Çaresizlik insanın mekânı olunca mekânlar da çaresizlik üretiyor. Orada neler yaşadığımız uzun bir konu ve şimdi sırası da değil. Ancak bununla birlikte anlatacağım kısa anekdotu paylaşmadan geçmeye gönlüm razı olmazdı. Bu mezradan kalan bir anıyla konuya mecra açmayı uygun buldum: Bu tür köy ve mezra görevlerine gittiğimizde yanımıza bol miktarda ilaç ve daha çok çocukları sevindirmek için şekerleme, bisküvi, çikolata türü yiyecekler alırdık. Bunları dağıttığımızda çocukların masum, çekingen bakışlarıyla genç kızların atlas minyatürü utangaç gözlerinde büyüyen ışıltı içimi dünyanın en geniş ufuklarına akıtırdı. Bir ağacın gölgesinde, oturduğu kaya parçasının üzerinde yün eğiren yaşlı bir kadına yaklaştım. “Torunum da geldi mi?” diye sordu. Torunu askermiş. “Şu dağın arkasına askere gitti” dedi. O’na göre yeryüzü o uzak dağlarla sınırlanıyordu. Torunundan selâm getirdiğimizi, yakında geleceğini, bizden, yerine elini öpmemizi istediğini söyledim. Elini öptüm. Toprak tene, tende kokuya bu denli dönüşebilirdi. Beni nasıl bağrına bastı bir bilseniz. Oğullarından biri İstanbul’da imiş. “Sen niye gitmiyorsun onların yanına, burada yaşamak zor olmuyor mu?” diye sordum. Duygularımda yeni bir hareket dalgası başlatan; saf, saflığı ölçüsünde ilginç bir cevap verdi. “İyi ama oğlum, bu ağaçları nasıl bırakıp giderim.” Sizce de ilginç değil mi? Ağaçları, yaşadığı mağarayı, o vadiyi, kayaları bırakamamak!.. Kadere firak düştüyse can cananından ayrılır da bir insan bir ağacı, toprağını, belki hayvanlarını nasıl bırakamaz? Birbirinden ayrılmayacak ölçüde bir aidiyet ilişkisi kurulmuş; o ağaç ağaç, o kaya kaya olmaktan çıkmış adeta ailenin fertleri gibi doğrudan varoluşsal bir unsura dönüşmüştür. Düz bir bakışla bırakılıp gidilemeyecek olan sadece bir ağaç değildir. O ağacın temsil ettiği, o ağaçla temsil olunan nesiller boyu akış; anılar, yaşamın esintisi, müziği; varlığın, varoluşun doğrudan doğruya kendisi olmuştur. Bütün yakın uzak unsurlarıyla o coğrafya o insanlarda varoluşsal anlam ifade edecek tarzda bütünleşmiştir. Tersi de doğru: İnsan doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu ayrışmaz işleyiş, içinde kendiliğinden bir duygusal bütünlüğü barındırır.

 

Materyalizm fiziğin dar sınırları içinde varlığı ruhundan soyutlayarak algılamaktadır. Böyle bir sapma üzerine inşa edilen ideolojik körlük ve ontolojik yabancılaşmanın insan-doğa ekseninde kurduğu diyalektik;  varlığı, bütünlüğü içinde kavrama yeteneğini yitirdiğinden, kendi zihni yapılanması içinde bile çarpık,  hastalıklı algı dünyasının dolambacından kurtulup, fıtrata açılan yolu bulmayı başaramamakta, başarmaya da niyetli gözükmemektedir. Ruhsuzluk ve duygusuzluk yakıştırılan dünyayı algının temeli  ve düşüncenin referansı yapmak, fıtraten tanrıya dönme istidadında olan kendi cevherimizi derin bir aldanışla perdeleme zayıf gerekçesinden başka anlam taşımamaktadır. Sonuçta akıl, ruh, bilinç gibi varlığımızı anlamlandıran değerler, satıhsız, derinliksiz, boyutsuz bir ortamda teşekkül etmekte; başta kişilik ve benliklerde gözlemlenen sapma, özünde varoluşsal nitelikte bir anlamsızlık içermektdir.  Doğayla inançlı, duygulu, aşkın etkileşim içinde ol(a)madığından, zihin dünyasında hâkim veya mahkûm olmak gibi son derece sert, kaba tarzda kategorize edilmiş iki ilişki biçimi vardır. Hâkim ve sahip olamadığı her nesne onun gözünde savaşılacak düşmandan farksızdır. Batılı modern insan bu perspektiften bakarak kendi dışındaki her şeyi, doğayı ve insanı düşman bilmiştir, bilmektedir. Öteki düşmandır. Başkası cehennemdir. İnsan yeryüzünü de emperyalist sömürü mantığı ve dünyası içinde ötekileştirmiştir. Emperyalist sömürücü yaklaşım ötekini yok etmek üzere kurgulanmış evhamlı, katı, zalim, anlayışsız bir yaklaşımdır. Bu insan tipi sadece değerlere saygılı olmayı becerememekle kalmıyor, insanın ve bütün bir varlığın değer sahibi olduğunu da anlamıyor ya da saçma buluyor. Kendi dışındaki, kendi sapkın istekleri dışındaki her şeye, herkese tahammülsüz, saygısız. İç evreni taşlaşmış, kaskatı bir varlığa dönüşmüştür.

 

Yeryüzünde bir varlık olarak anlamını tüketen insan varlığa karşı konumlanmakla kıyıcı bir hiçlikten, acımasızlıktan, değersizlikten başkasını üretememiştir. Daha da tehlikeli olanı duyarsızlığın ve duygusuzluğun bir kişilik tarzına, yaşama biçimine dönüşüyor, dönüştürülüyor olmasıdır. Bütün bu olumsuzluklar karşısında modern insanın zaten put haline getirdiği nefsinden yani canının istemesinden başka hiçbir dayanağı ve gerekçesi kalmamıştır. Canınızın istemesi bir şeyi yapmanız veya yapmamanız için en makul açıklama, sebep veya gerekçe olabilmektedir. Canının istemesi varlığa ve anlama karşı sorumsuzluğunu artırmış, bu sorumsuzluğu sözde özgürlük adına kutsallaştırmıştır. Modern insan kendini hiçbir şeye hiç kimseye karşı sorumlu hissetmemektedir. Her kademeden kesişerek, birleşerek oluşan bu sorumsuzluk alanında yükselen özgürlük masalı daha baştan çürümeyi, çözülmeyi, cinayeti, savaşları, soytarılıkları anıtsallaştırmaktadır. Gazetelerin üçüncü sayfaları, her gün değerlendirmemize malzeme olacak sayısız haberlerle doludur. Geçenlerde üniversite öğrencisi bir genç kızın yine üniversitede öğretim üyesi olan annesini kesici bir aletle hunharca öldürüp, paramparça edişinin haberi bir iki günlüğüne de olsa herkesi şoke etti. Bu hadise çok iyi ve çok yönlü çözümlenmelidir. Ölenin ve öldürenin anne- kız yakınlıkları, ikisinin de eğitimli insan oluşları bir yana, kızın “Bunu niçin yaptın?” sorusuna verdiği cevap tüyler ürperten çılgınlığın delilik aşamasını yansıtmaya yetiyordu: “Niçin ve nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum. Canım öyle istedi!” Gazetelerde sizler de okumuş olabilirsiniz, sanırım ABD de bir genç adan arabasını hızla kalabalığın üzerine sürerek onlarca kişiyi öldürüyor. Yine soruyorlar. Delikanlı “Stresten fena sıkılmıştım. Rahatlamak için canım böyle bir şey yapmak istedi!” açıklamasını yapıyor. Televizyonlarda buna benzer haberleri üçüncü sınıf Hollywood filmlerinden birer fragman gibi izleyenlerin kalplerinde, az sonra renkli magazin cümbüşüne daldıklarından, kalplerinde acımadan, üzülmeden yana bir titreme bile oluşmadı belki. Duygusuz yeni insanın, duygusuz yenidünyanın hastalığı neredeyse hiçbir tedaviye müspet cevap veremeyecek ölçüde ilerlemiş gözükmektedir. Soruna çare bulması gerekenlerin dönüp sorunu ortaya çıkaran sebepleri çözüm olarak önermeleri ise umutları büsbütün azaltmaktadır. Durum böyle olunca insanın varlıkla ve bu arada dünyayla gerçek bağları kopmaktadır.

 

İnsan içinde yaşadığı, nimetlerini sömürdüğü yerküre ile duygusal etkileşim içinde olamamaktadır. O’nun çıkara ve işe yararlılığa endeksli dünyasında böyle gereksiz gülünçlüklere ve romantik sevdalara yer yoktur(!) Ağaç onun için kereste olacaksa değerli olabilir ancak. Bir kaya parçası ancak maden değeri ile vardır. İnşaatlarımızda kullanılmaya elverişli şekilde mermer veya granit olacaksa kıymetlidir mesela. Gökyüzü artık uydu sistemlerinin kurulduğu, verici veya ölçüm istasyonlarının uzay boşluğudur.  Ay ve gezegenler çıkılmak içindir. Günün çevrimi içinde göğün perde perde aydınlık veya perde perde karanlıkla nasıl dönüştüğünü de bilmeyiz. Bu dönüşüm ruhumuzun sevinç ve hüzün uçlarına bir salınımı içermez. Hele mehtaplı bir gecenin hiçbir dizeyle tam ifade edilemeyen şiirselliğinde sevgiyi, sevgiliyi düşündüren masumiyet o masumiyetin yıldızlı perdelerin aralanmasıyla ahrete kadar uzayan metafizik ürperişi hiç kalmamıştır. Yıldızlar bakılmak için değil artık. Ay sevgiyi, sevgiliyi yankımaz oldu. Hiçbir yıldız hiç kimse için kaymıyor nicedir. Sonsuz tenhalık insanın yüreğine arş-ı âlâ’nın ancak ahret düşüncesiyle algılanabilecek sonsuz kıyısından ilahi duygular taşımıyor. Yıldızlar; hakikati ürpermelere körelen insan gönlün(d)e sönmeden önce bu aşkın duygulara açılan birer pencere ışıltısıydı. Cennetten bir yansımaydılar sanki. Bir tek ‘sema’ kelimesi bile varlığı ilahi duyarlıkla algılayışın manevi bağlantılarını açıklamaya yeter. Sema ay ve yıldızlarla sonsuz gök boşluğu değildir sadece. O bir zikir ve vecd halinde sonsuz döngüdür. Özellikle tasavvuf kültürümüzde sema ve semah ayinleri işte bu döngüyü sembolize eden ritüellerdir. Ayrıca aynı kökten türeyen semi kelimesi işitmek anlamına gelir. O sonsuz zikre, secdeye, o sonsuz sese, şiire, müziğe, o sonsuz aşka yani döngüye kulak ver ve dinle. Semayı seyretmek işte bu halkaya girmekle, bu halkayı güçlendirmekle mümkün olur. Semayı seyretmek! Seyretmek aynı zamanda bir süreci, bir yolculuğu da ifade eder. Seyir halinde olmanın birçok manası yanında benliğin tefehhümle diri kalması, diri benliğin hakikati araması vardır. Çocukluğumun yaz gecelerinde uzun uzun güğü seyrederdim. Bu lacivert gecelerin çoğunda tahayyülüm yıldızların ışıltılı seyahatlerinden iç evrenime süzülen haşyetle genişler zihnimin çeperlerini açardı. Kevniyatın basit ve manasız olmadığını içime ötelerden adeta ahretten gelen huzurlu, aşkın bir fısıltıyla en uzak hücrelerime kadar hisseder, yine çoğu zaman yıldızlar arsında uyur kalırdım. Oysa şimdi aya çıkıyoruz. Aya bakmayı bilmeden, onun büyüsünde coşmayı, dünyanın coşkusuna katmayı bilmeden, beceremeden yıldızlara çıksak ne olur? Yıldızlara çıkışımız ilahi ışığı keşfetmeyi amaçlamadıktan sonra içimizdeki ışıltıyı da kaybedebiliriz ve bu nedenle de kaybetmedik mi? Maddi yükselişimiz, ruhumuzdaki alçalışımızın göstergesi olup çıktı. Bütün bir yeryüzü işgali tamamlandıktan sonra gökyüzünü fethe çıkma çalışmaları meselâ yıldız savaşları projesi yere ve göğe en feci ölümler yağdırmak için değil mi? Gök, varlığın bütünlüğünü bozan ve varlığın bütünlüğünden kendisini koparan modern insanın üstüne kıyamet olup kapanana kadar, çılgınlığın sorumsuz özgürlüğü sürdürüleceğe benziyor. Onu hiçbir izah teskin edememekte, durduramamaktadır. Yeryüzünden aşk ve şefkat alamamakta; yeryüzüne aşk ve şefkat(ini) katamamaktadır. Irmaklar,  denizler ve toprak ölçüyü kaçırmış insanın gazabından nasiplerini almıştır. John Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde sanayileşmeyle insanın ve toprağın psikolojik değişimini de konu eder. Toprakla insan arasında nasıl bir duygusal bağ olabilir diye düşünmeyin. İsterseniz konuyu siyasal veya tarihsel içeriğinden soyutlayarak ele alın. Çiftçi ile toprak özelinde insanla toprak arasında duygusal bir ilişki vardı. Kibar, saygılı, bereketli ve gerçekten aşk üzre. Nitekim Arapçada tohum ‘aşk’ demek olan ‘hubb’ kelimesinden gelmektedir. Habbe, hububat, habip, habibe ve en nihayet çoğalan, paylaşılan sevgi anlamında muhabbet hep tohum demek de olan ‘hubb’ ve ‘habbe’ sözcüğünün türevleridir. Tohum toprağa sevgiyle ekilirdi. Gün gün sevgiyle büyürdü başaklar. Çocuklarım evde saksıdaki çiçekleri sevgiyle suluyor, onlarla konuşuyorlar. Çiçekler sevgiyle büyür, büyüyor. Meyveler bile dalından sevgiyle ve incitilmeden, ağaç küstürülmeden koparılmalıdır. İnsan doğa ile ilişkisini dostluk ilişkisi olarak sürdürüyordu. Dostluk bütün varlığı içine alan, bütün varlık için olması gereken ilahi samimiyetti(r). Kişi toprağa dokunurken aynı zamanda canlı bir varlığa, Allah’ın mübarek bir ayetine dokunduğunu biliyordu. En azından bozulmamış ilişkiler içinde varlığa saygılı bir insani gelenek vardı. Torağı sürerken, ekerken, sularken, çapalarken, hasat kaldırırken bütün bir insanlık boyunca tevarüs eden hassasiyetlere özen gösterilirdi. Hadise sadece ürün almak değil, hele daha çok ürün almak hiç değildi. Ürün alınmalıydı ama yeryüzünün dengesi, dokusu, büyüsü de bozulmamalıydı. O güller, o bülbüller, ağaçlar, meyveler üzerine şiirler, şarkılar da söylenmeliydi. Hayatın maddi alanından öte manevi karşılıklarında da esaslı anlamları vardı her şeyin. Varlık bu anlam bütünlüğü ile bir değer ifade etmekteydi, etmektedir. Oysa her şeyi maddi çıkar boyutuyla öne çıkaran modern insan bu aşk ve sevgiyi, bu bilinç ve bilgi akışını bozdu, bulandırdı. Kültürlenmenin, bilgilenmenin akıldışı bir ivme kazandığı günümüzde, anlamımızı karşılıklı besleyecek içtenlikte ne yeryüzü bize bilgisini sunuyor, ne de bizim ona vereceğimiz bir değer kaldı. Daha da kötüsü yeryüzünün ırzına geçmenin adına kültür diyorlar. Varsa yoksa daha çok verim almak birincil ekonomik amaç olup çıkmıştır. Kapitalist insan denize de, toprağa da sömürücü bir emperyalist olarak yaklaşmaktadır. Traktör denen koca demir böcekler, pulluk denen çelik bıçaklarını toprağın bağrına saplayarak gün boyu yorulmak bilmez bir ameliyatla her yanını yırtmakta, paramparça etmektedir. Sürücü toprak kokusundan çok motorin, yanık yağ ve mazot koklamaktadır. Toprağın börtü böcekle şarkısı yerini gürültülü motor vınlamasına karışan çığlıklara bırakmıştır. Başka bir araç veya üstten uçakla ilaçlama adına anestezi yapılarak, ameliyat yerlerinin ağrısı dindirilmek istenmektedir. Toprak bayılmış, bayıltılmıştır. Toprak yer yatağında ağır sancılarıyla kanserli bir hasta gibi yatmaktadır. Canı istediği için annesini doğrayan kızda veya sıkıntısını gidermek için arabasıyla daldığı kalabalığı ezen delikanlıda açığa çıkan ruh halini, şeytanî benliğinin şuuraltında gizleyen egemen insanın, mevcut karakteri ile iyileştirici bir çaba içine girmesi mümkün değildir. Bu bağlamda iyilik için önce insanın kendisini, kendisi için iyiliği yeniden keşfetmesi gerekmektedir.

 

Yeryüzünün ve bütün bir varlığın sahip olduğu ruh inceliği ve duygu seviyesini, savunduğu maddeciliğin gereği üzre anlaşılmadığını söyleyen Bakunin’in de anlayamadığı aşikârdır. Eğer anlasaydı ‘Yapıtlar’ adlı eserinde bolca örneğini gördüğümüz insanın aşkın yönelimlerine ısrarla kapadığı gözlerini biraz olsun hakikate aralama çabası içinde olurdu. Ama o fütursuzluğu özgürlük sanmanın anarşist yanılgı kapılarını ardına kadar aralamayı bilinçlenme sanmaktaydı. Artık sahillerde denizin uzak kıyılarına düşlerimiz yelken açmıyor. İdraklerimiz daralınca o uzak, geniş kıyılar da çekilip gittiler. Yıldızlar artık bizi semalarına katmıyor veya biz Samanyolu musikisine duyarsız olduk. Yağmur yerine asit dökülüyor bulutlardan, gök deliniyor, yer çırpınıyor, rüzgârlar radyoaktif serpintiler veya zehirli partiküllerle esiyor. Bağlar kopuyor, düzlemler karışıyor. Su bulanıyor. Düzen bozuluyor. Yerle irtibatımız kesilince yersiz bilgiler, yersiz sevdalar, yersiz ilişkiler dolduruyor hayatımızı. Hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Yine o yaşlı ninenin dünyasını düşünüyorum. Onun dünyasının doğal ortamını, onunla içli dışlı olmuş görüngüleri. Onlar mı o coğrafyaya ses, müzik, anlam, akış, canlılık katıyor yoksa doğa mı o insanlara ruh, bilgi, bilinç, müzik, anlayış katıyor? Her ikisi de. İbn-i Haldun’dan beri doğanın insan, insanın doğa üzerindeki belirleyici olduğu gerçekliği bilinmektedir. “Bu ağaçları, bu toprakları nasıl bırakırım” diyen insan, doğayla arasındaki duygusal ilişkinin yanında ancak ‘vatan’ veya ‘yurt’ kavramıyla ifade edilen bilinç seviyesinin en nezih en köklü fıtri kaynağını açığa vurmaktadır. İnsanı doğadan koparmayan bir duyarlıkla baktığınızda yeryüzünün gözü olduğunu ve sizi gördüğünü, kalbi olduğunu; sizi sonsuz sevdiğini, aşkı, duygusu, aklı olduğunu fark eder, bu farkındalığı yaşarsınız. Yeryüzü çiçek çiçek sevinir ve coşku seline, esenlik rüzgârına katarak sizi de sevindirir. Hüzünlü anlarınızı bilir ve size ortak olur. O gün bulutlar matemdedir, tüm açıklılığına rağmen gökyüzü içinize kapalıdır, tüm yapraklarıyla ağaçlar solmuş gibidir. Hele evinizin kedisi, köpeğiniz ne bileyim meselâ varsa eğer atınız onlar da hissetmiştir olup bitenleri. Depremi kişneyen atlarımız vardı; ölünce sahipleri, yaslarını tutan!... Üzülür ağlarlardı. Bütün bir yeryüzü, aynı insan gibi inanır, düşünür, şükreder, hamd eder, duyar, hisseder, öfkelenir, coşar, sevinir. Kutlu peygamberimiz ne diyordu bir hadisinde: “Uhut bizi sever, biz de Uhut’u severiz” İşte hadise bu. İnsanın varlığı sevmesi. Siz varlığı sevdiğiniz zaman, âlemlerin rabbi olan Allah adına ve Allah için sevdiğiniz zaman sevginin yağmur yağmur çiselediğini,  bilincinizin mavi gök derinliğinde açıldığını, aşkın yaprak yaprak çiçek çiçek çoğaldığını hissedecek, bunun da ötesinde bu gerçeği yaşayacaksınız. Elhamdülillahirabbilalemin. Allah âlemlerin terbiye edicisi, öğreticisi, bilgilendiricisidir. Yeryüzü bilinçlidir. Çünkü varlık mutlak bilinçtir. Yeryüzü bilgilidir, çünkü varlık mutlak bilgidir. Yeryüzü akıllıdır, hislidir çünkü varlık mutlak ve sonsuz akıldır. Onlar da korkar, sarsılır, irkilir, severler. “İnsan küçük evren, evren büyük insan” diye inanırız. ‘Uhut bizi sever biz de Uhut’u severiz’ ‘Taş da sever mi, korkar mı’ demeyin. Burada Bakara Suresinin 74. ayetini hatırlamak kâfidir: “Öyle kayalar vardır ki, haşyetlerinden çatlamış bağırlarından sular fışkırmaktadır, kimi kayalar da Allah korkusundan titreyerek yuvarlanır”  Allah’ın kendi ruhundan nefyederek yeryüzünde yarattığı insan tüm varlığa armağan olarak bahşedilen ruhtan ayrı düşmezse, maddi manevi tüm zenginliğiyle yeryüzü ile uyum içinde bütünleşecektir. Varlığın şuurunda olan kişi uyumsuz olmadı. Ne zaman ki, insan kendini yeryüzü karşısında ve doğaya karşı konumlandırdı ruhunda ve dünyasında gerçekleşen altüst oluşlarla varlığın bilincinden de uzaklaştı. Bütün bir varlık alt edilmesi, boyunduruğa alınması gereken düşman olarak algılandı. Bu onun yeryüzünde bir kul olarak varlığının anlam ve amacını reddedişiyle oluşan yabancılaşma sebebiyledir. İçine girdiği manasız çatışma şimdi onu çekilmez bir yaşamın anaforunda boğmaktadır. Kalbi taş kesilmiş, katılaşmıştır. Yukarıda andığım ayet; idrak daralması, ruh kararması ve akıl körlüğü ile tezahür eden yabancılaşmış tipleri konu ederken şöyle der: “Kalpleriniz kaya gibi katılaştı. Hatta daha da katılaştı” Bu ifadeler bir yönüyle duygusuz yeni insanı da betimler gibidir. Yeryüzünün aşkını, sevgisini, duygusunu çoğaltmak yerine onun sabrını tüketecek ölçüde öfkesini ayaklandırmıştır. Şimdi doğa insana onun yaklaştığı dilden daha doğrusu anlayacağı dilden cevap vermektedir. Beton ve demir uygarlığı beton soğukluğunda ve demir sertliğinde duygusuzluk üretmiştir. Derilen, muhabbetle ekilen tohumların hasadı, hasılası değildir. Özüne sevgi sevgisine öz katılan bir hayatın çoğala çoğala büyüyüp herkesi, her şeyi doldurması, donandırması değildir yaşanan. İnsan öfke ekip sıkıntı biçer oldu. İnançsızlık, aşksızlık, sorumsuzluk, acımasızlık üzerine kurduğu dünyanın sonuçları; acı, dehşet, cinnet, cinayet olarak kendine dönmektedir. İnsanın ruhu paramparça olmuş, feleği şaşmıştır. Dehşet ve şaşkınlık artık onun yaşama tarzıdır. Hatta dehşete düşmekten, şaşırmaktan, çıldırmaktan, kendini kaybetmekten zevk duyulmaktadır. Duygusuz yeni insan duygusuz yenidünyadan hoşlanmakta, duygusuz yenidünya duygusuz yeni insanı ortaya çıkarmaktadır.   İnsan ve doğa arasında duygu ve bilinç bağı yok olmak üzeredir. İnsan ve doğa arasındaki ilişki varlığı geliştiren değil, öfkeyi, hıncı, acımasızlığı, bencilliği azdıran çarpık ilişkiye dönmüştür. Bu bütün trajedileri önemsizleştiren bir felakettir. Allah bizi korusun.   

 

Necmettin EVCİ