๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 13:49:39



Konu Başlığı: Düsünür adam düsünen adam
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 13:49:39
DÜŞÜNÜR ADAM, DÜŞÜNEN ADAM

Ziyaretine gittiğim bir dostumun, beni oradakilere hak etmediğim bir iltifatla tanıştırması, hakikat adına olduğunu sandığım fıtri bir refleksle, mahcubiyet duymama neden oldu.

 

“İşte gerçek bir düşünür”

 

Boş yere iltifat mı, hiçliğimizi itiraf mı ediyor bilmiyorum. Düşünce adına henüz kıvanç verici irtifa kazanamamış toplumda, kendimizce bir vasat tutturduğumuzu sanmanın faydasız avuntusunu paylaşıyor olmalı.

 

“Gerçek düşünürlük bana kaldıysa, başka talihsizlik aramanıza gerek yok” diyorum. Ekliyorum: “Bilmeyen bizi Pitagoras, Aristo, Hegel (gibi) falan sanacak. Belki bir kopyası akıl hastanesinin bahçesine konulan ‘Düşünen Adam’la benzeşebiliriz daha çok”.

 

Düşünüyor olmak varoluş bilinci için, ‘varlık bilinci’ düşünüyor olmak için, hayati önemde gerekliliklerdir. Ciddi mesele sahibi olmanın ilk emaresi, bu önemin idrakine bağlıdır. Bu idrak noktasına ulaşmak bile, yüklediği sorumluluklarla ortalama insanlar nezdinde, sahibine ayrıcalık sağlar. Eşrefi mahlûkat olarak yaradılışımızda rabbimizin bize bahşettiği ayrıcalıktan başka, ekstra bir ayrıcalık peşinde değiliz. Şimdi, şurada yapmak istediğimiz; varlığımıza onur kazandıran en önemli, öncelikli fıtri özelliğimizi keşfetmek, üzerinde düşünmek, onu daha işler vaziyete getirmektir. Bunu başarmak, ayrıcalık kazanmaya meyilli insan benliğinin, ruhun zaten yapısında var olan kıymeti yitirmeye yol açacak yozlaşmanın önünü alabilir. ‘Tanrı olmak’ hırsı ile konulan yolların; insanı, şeytanlaşmanın tam ortasına terk ettiği çok olmuştur. Yaptığımız, kendimizi anlama çabasından ibarettir denebilir. Varlığımızın hakikati ile yapay varlığımız arasında oluşan uzak mesafe, bu yöndeki çabaları önemsemeyi zorunlu kılmaya yeter. Az önce söylediğimiz gibi, dehşet bir anlam kayması yaşanan dünyamızda, yaradılıştaki anlamsal espriyi fark etmek bile, hiç olmazsa belli bir duyarlık seviyesinin ifadesidir. Arzulanan ölçüde kemale ermek için, bu kadarı yeterli olmaz elbette. Çünkü bu idrak noktası, tüm zamanı ve mekânı kuşatacak dünyamızın, gittikçe açılacak, yükselecek anlam bütünlüğünün inşa edildiği/edileceği zemini oluşturacaktır.

 

Madem düşünme istidadı ile yaratıldık, öyleyse düşünmek için ayrıca bir çaba gerektiren zorluklar olmamalı, diye aklımızdan geçebilir. Hilkatin hikmetine dair meseleleri olanlar nezdinde, bugün bu çabaya daha çok gerek duyuluyorsa eğer, hangi sebeple olursa olsun varlığımızın zayıflamış veya zayıflatılmış olmasındandır. Kendimizle aramızdaki uzaklık artmıştır. Bunu kestirme bir söyleyişle fıtratın ufuneti ile açıklayabiliriz. Öyle değil mi? Eğer fıtrat, yaratılış özünü yitirmemiş olsaydı; bir istidat, bir meleke olarak düşünmek, halitamızın vazgeçilmez unsuru olacaktı. Hakikat ve bilgi, adeta varlığın kendiliğinden deviniminden içimize düşecek veya o devinimin doğal gerekliliği olarak bizler bilgi ve hakikatin içine düşmekten kendimizi alamayacaktık. Bugün bin parçaya bölünmüş insan varlığımız, neredeyse hakiki özüne ait elde kalan tek bir parçası ile düşünüyor gibidir. O her bir parça insanı düşünür kılmaya yetiyor neredeyse.

“İşte gerçek bir düşünür”

Gülelim mi, ağlayalım mı?

Diğer yandan özellikle modern, pozitif yaklaşım, ancak o parçacığın elverdiği oranda bir insani öz içeriyor gibidir. Yaradılış hakikatimizi çevreleyen şeytani ilgiler, maddi varlığımızı yüceltmeyi birincil amaç edinerek, asıl benliğimizi nefsin arzuları karşısında önemsiz bir dereceye indirmiştir. Nefsin istekleri ruhun istekleri ile çatışır hale sokulmuştur. Nefsin ruha, ruhun nefse karşı, ancak diğerini alt etmesi halinde üstünlük kuracağı yanlışı, şeytani ayartmalarla azmanlaşan çarpık bir benlik ve özgürlük algısının koşullandırmasıdır. Her ne ise, eğer insan bütünlüğümüzü muhafaza ederek fıtratımız üzere varlığımızı sürdürse idik, bu manasız bölünme de düşünce kısırlığı da olmayacaktı. Bölünme algı ve kavrayış dünyamızı yerle bir etti. Yapı ve örgütlenmelerinin ana zeminini pozitif düşüncelere borçlu olan modern devlet ve ideolojiler, fıtri dokumuzun aşındırılmasında programlı bir rol oynadılar. Aşınma vasat olgunluğa bile sahip olamayan kitlelerin, büyük boşluklar oluşmuş benliklerini hiçliğe doğru kaydırdı. Hayata, varlığa, hakikate dair ‘ilgisizlik’, ‘kaygısızlık’ hali ‘üzüntüyü bırak yaşamaya bak’ propagandası ile özendirildi.

 

Kitlelerin benliksiz, düşüncesiz, tarihsiz, anı yaşayan karaktersizlikleri, ideolojik ulus devletlerin işine geliyordu. İdeolojik rejimler belirlenmiş politik amaçlar için gönüllü kurbanlar veya savaşçılar olabilecek ‘ulus’ yaratamadıkları durumlarda, hiç olmazsa yönettikleri halkların, başlarını ağrıtacak farklı arayışlar içinde olmalarını önlemek isterler. İdeolojik yapılar kültür havzalarından beslenmedikleri için, hayatın esnekliğinden, estetiğinden yoksun; sakil, katı, farklı olana tahammülsüz yapılardır. Tarihsel, kültürel birikimlerimiz, ruhumuzda, benliğimizde bir iz kalmamacasına silinmek istenmiştir. Silinmiş bir ruhun, silinmiş bir tasavvurun, silinmiş hafızanın silik kişilikte, silik kimlikli, silik benlikli silik adamları yapılmak istenmişizdir. Benim için bu adamı tahayyül etmek bile güç. Bu adam nedir, kimdir? Yaşamını nasıl kurar, yolunu nasıl bulur, nasıl hatırlar, nasıl çözümler, nasıl beğenir, nelere tepki verir? Hiç. Her şey silik, her şey hiçliğe dönük, hiçliğe ayarlı! Tüm iç ve üst değerlerinden soyunmuş, soyutlanmış varlık olarak insan hiçliğin, sözüm ona yaşayan canlı anıtı gibidir. Ne acı, ne yazık!..Yaşamak, düşünmek; çok bilinmeyenli bir denklemi çözmek gibidir. Bilinmeyenler çoktur. Her şey bilinmezlik içindedir. Üstelik onları yardımları ile çözeceğimiz bilinen veriler de kalmamıştır elimizde. İlgili konuyla, sıkıntıyla ilgili hafızamızda bir kayıt olsa; onun üzerinden, ötekini, berikini, başkasını tanımaya çalışacağız. Haydi düşünelim. Olmuyor.

Haydi düşünelim. Olmaz, olamaz.

Düşüncenin ekileceği, yeşerip, serpilip boy vereceği toprak kurumuş, kuraklaşmış.

Kodlar, kayıtlar silinince ne hatırlayış, ne ölçme, ne değerlendirme oluyor. Düşünce adına bir şey üretemiyorsunuz. Bu durumlarda, bir yandan, içinde bulunulan halin duygusal yansımalarla boş etkileri düşünce sanılabilirken, diğer yandan yine bu durumlarda genetik refleksler, ruhu uyandıracak ipuçlarına dönüşebilir. Şuursuz alışkanlıklar bile hayati öneme sahip olabilir. Ola ki o refleks ve alışkanlıklardan hareketle tekrar ruhumuza, benliğimize can verecek bir damar harekete geçsin. Böyle beter, böyle zor günler yaşamışızdır. Kendi elleriyle kendini hiçleştiren, aklına, ruhuna, kalbine kıyan başka bir toplum var mıdır acaba? Onların tecrübesi nasıldır? Hadi düşünelim. Ha deyince düşünülmüyor. Sağlıklı düşünmeye imkân veren çok yönlü, çok boyutlu bir zemin gerekiyor. Onu var kılıp, büyüten, besleyen zemin inhitata uğrayınca, düşünce varoluş bağlantılarından kopar. Varlık düşünce ile düşünce varlık ile ilgisiz düzlemlerde çırpınır durur. Daha ilk cümlemiz, önemli bir yanı ile bütün bunları ifade etmek içindi. Yine tekrar edelim: Düşünüyor olmak var oluş bilinci için, ‘varlık bilinci’ düşünüyor olmak için, hayati önemde gerekliliklerdir.

 

 

Düşünür müyüm? Düşünür müsünüz? Bu soruların ‘insan düşünen bir varlık’ olmasından hareketle cevaplanması ne kadar doğru ise, aynı tanımdan hareketle bizim anladığımız manada düşünür olmayı hak ettiğimizi sanmak da o ölçüde yanlıştır. Akşam yemeği için manavdan alacağımız ıspanakla, benliğimizi hakikat katında temsil eden varlığımızın olgun bir yetkinliğe nasıl ulaşacağını, genel anlamda belki aynı düşünme melekesi kapsamında karşılıyoruz. Maaşını borçlarına ve ihtiyaçlarına denkleştirme hesabı yapan memur da düşünür, mağara eğretilemesi ile idealar kuramını geliştiren Platon da. Arada birbirine geçişlerin çok zahmetli olduğu katlar vardır. ‘Düşünür’ olmakla ‘düşünceli’ olmak, bu iki çok farklı katlarda olmak gibidir. Düşünür olmak, hayatın tüm cilve ve cezberesini yaşıyor olmakla beraber, kendini düşüncenin peşine bırakmak demektir. Orada insan kendinin de içinde olduğu varlık alanının genişliğini, yüksekliğini yakinen fehmetme melekesi edinir. Gittiği her sonsuzlukta, çıktığı her yükseklikte kendini, kendinden bir parçayı bulmaktadır. Tamamlanmak, kendisiyle bütünleşmek için sürekli kendinden üste çıkmak, kendinden öte gitmek zorundadır. Söylemeden geçemeyeceğim: Düşünmek, insanın kendi sınırları içinde kendisini aşma çabasıdır.

 

/İlginçtir; kendimizi aştıkça kendi sınırlarımızın genişliğini fark ederiz. Meğer kendimizi daraltmak için ne çok çaba sarf etmişizdir. Aslında kendi sınırlarımızı aşmanın da geçmenin de imkânı yoktur. O sınırı geçmek insan doğasının, varlık skalasının dışına çıkmaktır. Çizgimizin ötesinde ve dışında var olacağımızı sanmak, vahim bir yanılsamadır. O geri dönülmez aşamada insan kalmanın imkânı olmaz. Bir yolunu bulup döndüğümüzdeyse, terk ettiğimiz yerimizde insan varlığımızı bulamama tehlikesi mevcuttur. Öyleyse kendi sınırlarımızı yeniden keşfetmeliyiz. O sınırların belirlediği insanlık ve kulluk alanı, sanılandan çok geniş ve yüksektir. Kendimizi küçük görme korkunç hastalığı, büyüklüğümüzle bulunduğumuz yükseklikten gafil olmamız yüzündendir. Bu muazzam alanı, küçülttüğümüz dimağ ve değerlerle kavramaya çalıştığımız için kendimize razı olamayız. Kendimizi aşmak bir anlamda kendi alanımızı keşfetmektir. Her aşma çabası sonrasında varlığımız genişler. Kendimizi aşmanın, aramanın, kendimize yönelişin hazzı sonsuz bir varoluş coşkusu oluşturur. Başta düşünce o coşkudan çıkar, tekrar o coşkuya döner. Aklımız, ruhumuz, benliğimiz de öyle. Çünkü o coşku, varlığı kendi içimizde hissetmenin, kendimizi o varlık içinde hissetmenin sonsuz eriyişidir. Siz buna sarhoşluk deyin isterseniz: Şuuru katlayarak artıran sarhoşluk!... /

 

Düşünceli olmanın gerçekliği daha farklıdır. Tabir yerinde ise, bu insan tipi de bulunduğu kattan çıkmak ister; ne ki, elinde bir şema yoktur. Anahtarı kaybetmiştir, bulmak için de bir çaba içinde gözükmez üstelik. İçerideyse dışarıya çıkmaya isteksizdir. Dışarıdaysa içeriye girmeye gönülsüz. Bulunduğu mevcut sınırlar, kendisini çevreleyen koşullar içinde kimi mecburiyetler edinmiştir. Aslında var oluşsal anlamda o sınırların dayatması kendi içinde oluşmuştur. İç gerçekliğin fazla yoğun olamayışı, dış gerçekliğin habire üzerine abanmasına yol açar. Hayatın üzerimize abanmasını siyasetten, ekonomiye birçok kategoride gözleriz. Bu yük altında rahatlanacak, nefes alınacak bir ortam aranıp durulur. Dış dünyanın sınırlamaları, aslında hayata karşı varlık iddiasında olamamanın getirdiği bir geri çekilme psikolojisidir. İç dünyasını genişletince, dışarısı daralacak gibi bir evhama tutulur. “O zaman, hiç olmazsa sıkıntı geçene kadar, icap ediyorsa iç dünyamızın daralmasına razı olmalıyız.” Bu razı oluş sıklıkla tekrarlanması durumunda benliğe dönüşür. Artık bu insanın anlam dünyasını da tamamen dış tesirler etkisi altına almıştır. Dış tesirler daha çok nesnel, aktüel niteliklidir; nesnel, aktüel amaçları besler. Dönüp aynı amaçlardan beslenir. Bu döngü bütün bir düşünsel varlığımızı da peşine takıp koşturan bir mahiyet kazanır. Giderek tüm öznel boyutlarından soyutlanmış, tek boyutlu hayatın tek gerçekliğine dönüşür. Tek gerçeklik, üstelik içselleştirilen tek gerçeklik; maaştır, izindir, tatildir, kazanmadır, paradır, pazardır, eşyadır, taksittir, hastalıktır, tedavidir, makamdır, televizyondur, eğlencedir vs. Dünyanın, dünyalığın gündelik telaşından, taşkalasından kurulu mecburiyetleridir bunlar. Veya öyle algılanmaktadır. Yine bir ironik paradoks yaşanır. Dünya bütün bir varlığımızın kapatıldığı zindandır artık. Üstelik o zindan bir amaç olarak da kendi içimizdedir. İnsan kendi zindanında tutuklu mudur? Bunun da ötesinde zindanına tutkundur artık. İçinden çık çıkabilirsen.

 

Kendini aştığı için, bütün dünyalık telaşların çekim gücünü sıfıra indirgemiş düşünüre karşılık, kendini gündelik koşuşturmaların anaforuna kaptırmış insanın düşünceli hali, işte burada belirgin bir şekilde ayrışır. Düşünür hayatı, varlığı, burayı, öteyi, nedeni, niçini kavramaya çalışır. Düşünceli adam ise hayatın kaygıları, kuşkuları, sorunları tarafından sımsıkı bağlanır, bağlıdır. Bağı çöz çözebilirsen. Düşünür, dünya yansa umurunda değilmişçesine, şakağını dâhiyane ve kendinden emin bir bükülüşle elinin ayasına yaslamış en uzağa bakıyor. Ruhunun metafizik derinliğini hissettiren gözleri, en uzakta öz be öz kendi gerçekliğini satır satır okumaya çalışıyor. Bu ifadeler yakıştırmanıza göre bir açıdan Promete’yi, bir açıdan Socrates’i betimliyor olabilir. Bu bir düşünür adam. Bu kişi Rodin’in Düşünen Adam’ı ile karıştırılmamalı. Rodin’in düşünen adamı, hızla değişen dünyanın döngüsüne ayak uyduramayan alt kattakilerin, içine düştüğü veya düşürüldüğü çaresizliği hissettiriyor.

 

Rodin’in düşünen adamı kimdir? Birçoklarının düzayak bir yaklaşımla onu bize modern zamanların filozofu gibi takdim etmelerini, üzerinde yeterice düşünülmüş bir vargı olarak görmüyorum. Yontudaki adam yığılırcasına çöktüğü yerde derin mi derin bir düşünceye dalmış. Bu görüntü onun gerçek bir düşünür hüviyeti kazanmasına yetmiyor. Ne düşündüğü ilk bakışta seçilemiyor. Düşüncesinin rengi belli değil. Yumruk yaptığı bir elini çenesine destek vermiş. Gevşese başı önüne düşecek. Tüm benliği ile tüm organları ile düşünüyor. Bu adam ne düşünür niçin düşünür? Durum başını avuçlarının içine alacak denli vahim değil demek ki.   Düşünüyor ama felsefi bir konudan ziyade, kafasına gündelik bir sorun takılmış izlenimi uyandırıyor sizde. Aklın doludizgin aktığı aydınlanma sonrasında, Rodin için bu adamı yontmak, bir mecburiyetti belki. Adam daha rahat bir halde kendini biraz arkaya salmış, ideal bir duruşla başını azdan yana bükerek avucuna bırakmış olsa idi, bir düşünürün tasviri sayabilirdik. Şöyle işaret ve orta parmağı yanağın, elmacık kemiğini kavramış olarak. O zaman ‘bu adam bir diyalektik kuruyor ya da poetika geliştiriyor’ diyecektik mesela. Rodin, bu yontusunu ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru yaptı. Sanayileşme devrimleri merkezli yeni uluslaşmaların, deprem niteliğinde köklü değişimlerle hız kazandığı zamanda. O dönem, felsefe neredeyse bütün metafizik niteliğinden sıyrılarak pozitif akla,  bilime teslim olmaya tam niyetlidir. Avrupa ihtişamla sefaleti iç içe yaşıyor. İhtişam sefaletin ellerinde büyüyor. Sefalet, dünya savaşları olup insanlığın tepesinde patlamaya hazırlanıyor. Egemen sınıf olarak burjuva bir dönem görgüsüzce tadını çıkardığı ışıltılı hayatları yaşama biçimine çoktan dönüştürmüş. Diğer yanda; evvelinden dilenci olmaktan başka yaşama tutunma yolu bulamayacak kadar çaresiz kölelerin, bir lokma ekmek için, insanlık adına ne varsa bir kenara bırakma pahasına kazandıkları yeni işçi kimliği. Kentleşmenin, kalabalıkların getirdiği, sosyal, siyasal sıkıntılar. Kopuşlar, savruluşlar, bağlanışlar hepsi bir arada sürüp geldi, sürüp gidiyor. Rodin, bu eseri işte bu dönemde, böyle bir ortamda yapıyor. Bana göre ‘Düşünen Adam’ yaşadığı günlerin kaygılı sıkıntısından, sorumluluğundan iki büklüm olmuş. Zorluklar karşısında diz çökmüş gibi, daha doğrusu diz çöktürülmüş gibi, kara kara düşünüyor. Belli ki, büyük sıkıntıları var. Biraz daha düşünse anksiyetesi vereme dönüşecek. Bünye yapısına bakılırsa, onun bir işçi olduğu hükmüne kolayca varabiliriz. Belki bir maden işçisidir. Hani şu hiçbir sosyal ve özlük hakları olmaksızın günde ondört-onaltı saat çalışılan, yaşama oranının kırklar, kırk beşler seviyesine düştüğü, muasır medeniyet seviyesi zamanlarının bir işçisi. boşta kalan eline levye veya bir İngiliz anahtarı tutuşturulsaydı, betimleme hiçbir muğlâklığa meydan vermeyecek açıklıkta olacaktı. Düşünmekten çok derdine derman, sorununa çare arar gibi bir hali var. Bu gidiş nereye? Sonum ne olacak? Ben ancak mezarda mı dinlenme imkânı bulacağım? Bir sosyal hak olarak evimde, çocuklarımla geçirdiğim bir zamanım olmayacak mı? Maaşımı harcamalarımla nasıl denkleştireceğim? Kiramı verebilecek miyim? Seni beni çevreleyen benzer sorunlar onun da içini kemiriyor. O daha çok bunları düşünüyor. Düşünüyor, hesap kitap ediyor ama bir türlü işin içinden çıkamıyor. Aklını kaçıracak neredeyse. Kaçırdı bile. İşte şimdi çıldırmamak için tahammülün dayanılmaz sınırında. Onu Bakırköy Akıl ve sinir Hastalıkları Hastanesine götürmek lâzım. Öyle de yaptılar. Düşünen adam heykelinin bir kopyasını, üstün Türk aklının isabetli buluşu ile anılan hastanenin avlusuna kondurduk.

 

Düşünen adam burada.

Peki, ama düşünür nerede diyeceksiniz?

Onları da İttihat ve Terakki hükümetlerinden ve darbelerden bu yana ya faili meçhuller kervanına, ya hapishanelere kattık. ‘Düşünür Adam’ heykellerini de, hiç olmazsa bir dönemin ağır kasvetini hatırlatsın için, hapishanelerin demir sürgülü kapı önlerine veya volta avlularına dikmek gerekir. Baştanbaşa bir ülke, yasakların kalın, baskıların yüksek duvarlarıyla yaşanmaz hale gelince böyle bir masrafa gerek kalmadı. Akıllara ziyan bir dehayla olmazlar başarıldı: Hemen her vatandaşın içine bir hapishane kuruldu. İçlerinde insanlık adına ödünsüz bir vicdan kurmada hiç mi hiç becerikli olamayanlar, insanımızın iç dünyalarında öldürücü korkunçluğuyla zindanlar inşasında görülmemiş ölçüde maharetliydiler. Şimdi çık oradan çıkabilirsen. En büyük mesele, ancak karanlık duvarlarla örüp kapattığımız iç zindanlarına tıkılan insanlarımıza, yeni bir özgürlük ufku kazandırmaktır. O ışık evvela kalbimizin tam orta yerinde gögeren (ve göveren) aydınlık parıltıda aranmalıdır.

 

İnsan olmak düşünüyor olmak için yeterli değil mi?

Düşünmek varoluşsal bir zorunluluk. O nedenle varoluşu ‘düşünme gerek koşulu’ ile açıklama yaklaşımını benimsiyorum. İnsan olmanın gereği düşünmekse eğer, bu nasıl bir ayrıcalık olur? Demek ki, var olmak düşüncenin çok uzağına düşmüş şimdi. Varlığımızın anlamını oluşturan amaçtan uzak düşünce, yaradılış mahiyetimize uygun ‘düşünür adamlar’ olmak yerine, Rodin’in Düşünen Adam’ı olup çıktık. Bu yönüyle o yontu bizi yansıtıyor gibidir. Ancak varoluşu tahkim edecek, ait olduğumuz kültür ve medeniyeti ayağa kaldıracak, yaşamı yeniden canlandıracak niteliği ile düşünürlerimizin de yetişmesi gerekmektedir.

Bir insanı, bir dosta tanıtırken “bu düşünen biri” demek ne keskin bir ironidir bilseniz.

“Bu balık suda yaşar ve yüzer”

“Bu kuş kanatlıdır uçar”

“Çiçekler kokar” demekle aynı şey.

Suda yaşamayan balıkların, uçmayan/uçamayan kuşların, kokmayan çiçeklerin, solunamayan havanın; varlığa, hakikate, anlama yönelmeyen düşüncelerin dünyasında aklımı sen koru Rabbim.

 

Arada benzer ıstırapları kendisiyle paylaştığım dostumun, ilk bakışta iltifat mı hakaret mi olduğu kolay kestirilemeyen sözü, sızlayan duyarlığımı ifade ediyordu, ancak benim içinse merdivenin daha ilk basamaklarında olduğumuzu gizlemeye yetmiyordu. Kara kara düşünen olmaktan yüreğinde göğe eren o iç aydınlığın parıltısını düşünür olmaya doğru bir yekinmeyi gizlemeye…

 

Necmettin EVCİ