๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 13:46:30



Konu Başlığı: Düsünce ucuzlugu
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 13:46:30
DÜŞÜNCE UCUZCULUĞU

İnsan ve Tabiat…

 

Sosyolojinin, biyolojinin, antropolojinin vb. bilimlerin ve kısmen felsefenin,  hep tekrarlayadurduğu, günümüz dünyasının anlamsızlaşan insanlarına benzeyen, homo erectus ve ardından homo sapiens ve sonrasında uygarlığın oluşmaya başladığı hikâyesi, kurgu bakımından zayıflığını hissettirmeye başladı… Kurgu noksandı ve kurgulayan(lar) düşüncenin işçiliğini yapmamıştı… Bir ucuza kaçma vardı burada ve bir inkâr… Kabullen(e)meyiş…

 

Tabiat, insan için vardı. İnsan öyle düşünmüştü, ucuzca… Tabiat, insana boyun eğmeliydi. İnsan öyle istemişti, pervasızca… Kendini “ben” yaptı önce… Sonrasında Babil Kulesi’nin hikâyesi gibi yükseltti kendini… Makineye hükmettiğini sandığından beridir, gövde gösterisine dönüştü her şeyi… Ve makineleşen yaşam ile meta olunan bir dünyada anlam arayışları sancılı bir hâl almaya başladı. Varlığının, var olmasının, varlıktan hakikat olana ulaşma çabasının anlamına inanmak istemedi. Artık “birçok benim” diyordu insanlık… Çizgiler belirsizleşmeye başladı. Su bulandı… Sesler yükselmeye başladı… Asıl olan göz önünden uzaklaştırılarak saldırdı insanlık, hakikate…

 

Tabiat, aklını idrak edemeyenler tarafından ağır bir darbe almıştı, imar etmek bir kenara bırakılmış, işin kolay olanına kaçılmış ve iş ucuzlaştırılarak fütursuzca tahrip etmeye dönmüştü tabiatı/fıtratı… İnsan tabiatıydı tahrip edilen, sahte Tanrılar tarafından…

 

İnsanlık ruhunu kaybediyordu. Bezmi Elest’teki ruhuydu kaybolan… Görünmeyen, hakikat olan…  Cemil Meriç, İnsan en değersiz şeyini kaybettiğinde idrak eder, ruhunu kaybettiğini mukabilinden bu gerçeğe temas etmişti ve medeniyetler harmanı oluşturmuş, hak aşığı olma anlayışıyla bir yaşam paradigması kurmuş Türk toplumunun ruhunu kaybettiği feryadını yükseltti…

 

Dünyasını da tabiatını da ucuzlaştırıyordu insanlar… Değerinin bir gramını dahi çok görüyorlardı kendilerine…

                                                                                     

İnsan ve Tarih…

 

İnsanın dil kullanımında geçmiş zamana yönelik kullanımlar oldukça yaygındır. Ve insan geçmişini sever… Gelecek çok konuşulmaz, çünkü somutluğu yoktur… Aklı hep geçmiştedir insanın… Yapıp ettiklerinde…  İnsan nasıl bir hâlden bu hâle gelmişti? sorusunun çengeli, insanın aklını hep geçmişe götürmüştü. Geçmiş tarih demekti. İnsanlığın tarihi… İlk insan hep merak edilmiş ve ilkler… Böylece, İlk insan ve ilk uygarlık, hep güncelliğini koruyan sorular/konular oldular… Oysa hep tekerrür etmemiş miydi tarih? Sonra bir maddecilik giydirdiler… Tarihsel materyalizmi inşa ettiler…  Hep tekrarlandı… Hep tekrarladı insanlar… Çok konuşuldular ve çok konuşulacaklar…

 

Âdem ile Havva, insanların en çok dinlediği şeyin; dinlerin (ilahi), insanlara anlattığı bir gerçek miydi? Bundan sonra başlıyordu tüm hikâye… Mükemmel bir kurgu ile ve münezzehliğiyle…

 

Kendini kurtarmaya çalışır insan ve kurar paradigmalarını bir arayışının ve olmuş olanlara sitemin temelinde… Paradigmalar ise ideallerden bahseder, ideal yaşam vaadinden… Kişisel ya da toplumsal olması farklılık göstermez. Bir düzeneği vardır hepsinin. İnsanı kendine çeken yanları… Yaşam alanı bulmak için kendine, yıkmak zorundadır kendinden öncekileri… Yenilik vaadiyle zihinlerde eser durur… Zamanla kendine bir yaşam alanı bulmaya başlar… İnsanları sürükler peşinden; şekilden şekile dizer… Bir yere kadar gider ve oradan öteye geçemez… Kaçınılmaz son kendini gösterir… Artık nefretle kovulmaya başlanır ve nefretle anılmaya… Tatminsizliktir sonuç…

 

Kritersizlik kurutmuştur yaşam alanlarını… Zaten cılız doğan bir akarsu gibi kaynağa ihtiyaç duyarken kendine yeteceğini düşünür alçalmış bilincin üstün idrakiyle… Ve geride körelmiş, pörsümüş yığınları bırakır…

 

Paradigmaların odağında kriterler yer almalıydı… Kriterler hak odaklı olmalıydı ve hakikat temelinden bakmalıydı âlemi nizama… Bir işin, bir eylemin, bir oluşun, bir durumun her birinin kendi içinde farklılıkları ve belirlenmiş çizgileri olmalıydı… En güzel ve en etkin varlık olan insan, kriterlerini insan eksenli bir düşünce işçiliği ile oluşturmadı… “Bir ben”i vardı onun ve “birçok benim” oldu sonra ve tüketti kendini… Bakmalıydı insan ve görmeliydi insanlığını ve örmeliydi örgüsünü… İşi hakikatti ve ruhu bununla kutsanmalıydı insanlığın… Böyle olmadı, acılar yürekleri yaktı, öldürdü Tanrı’sını… Nietzsche’de buldu kendini, tanrılaşan insanların verdiği dayanılmaz acıların feryadı… Ucuzculuğu tercih etti insan ve değerin alaşağı edildiği bir çağa gelindi, tüm sancılarla… Yeni arayışlar başladı… Başlangıcı sonucu şimdiden tıkadı kanımca… Unutuldu tarihin realite temelleri…

 

Tarihsel gerçekliklerin bizlere gösterdiği realite temelleri, evrensel anlamda kritersizliğin tarihi acılara yol açtığını ve bunun bedelinin de insanlık için ağır olduğunun altını çizer. Ve tekrar edilmeye başlanır, tekrar söylenen türküler gibi… Tekrar tekrar salık veren atasözleri gibi…

 

İnsan ve Din…

 

Dinlerin insanlar üzerindeki psikolojik etkileri tartışılmaz bir gerçekliktir. Kitleleri yönlendirmedeki gücünün önüne hiçbir şey geçememiştir günümüze kadar… İç dünyasında din imgesini gerek duygusal gerekse zihinsel bakımdan hep yaşatmıştır insan…

 

Nesnelere indirgeyerek Tanrı’yı/Tanrıları kendilerine yaklaştırdığı sanrısına düştü… İnsan şahsına da indirgedi haddini aşarak… Ve kendisini ona sunmayı düşünmedi… Ona gitmeyi istemedi… Onu getirdi kendince… İkonlara, taşlara, toprağa, ateşe… Yine ucuza kaçmıştı insanlık, ucuzlaştırmıştı Tanrı’sının değerini…

 

İslam’ın mücadelesi düşünce işçiliğinin en ağır olanıydı… En yakıcı olanı… En kutsal olanı…  Putları devirmişti İbrahim ve göğe yükselmişti İsa ve çöle bir nur gibi inmişti peygamber, insanlığa… Aydınlattı gönülleri… Aşıladı sevgileri… Ve gönül medeniyeti geldi vücuda... Asrısaadet kokusu yayıldı dört bir tarafa…

 

Tanrı’ya adanan bir ömrün hikâyesini anlatmalıydı İslam’ın her ferdi bir sonraki nesle… Anlaşılmadı ve anlaşamadı fertler… Ucuzculuk kendini göstermeye başlamıştı birçok cepheden… Ebu Zer, sabrediyordu, peygamberinin yanına gidene kadar, öyle istemişti peygamber… Sabır ise yaratandandı… 

 

İnsan ve Dil…

 

İnsanın var olma hakikatinin anahtarı ve Tanrı’ya en fazla yaklaştırabilen ikinci araç… Tanrı’ya giden yolun bekçileri… Zihnin üstün idrakinin anahtarları… Varlığın anlamının perdeleri… Anlamın gizliliğin şifreleri… Dökülün artık, bekleniyorsunuz…  Yolu gösterin artık, çağrılıyorsunuz…

 

Kelimeler insanlık kadar eskiydi ve kelimeler de gizliydi her şey… Kelimeleri hor kullandı insan ve kelimelerin değerini de kendine biçtiği değer kadar anlayabildi… Gönlün anahtarının dil olduğunu anlayamadı… Oysa hakikat fısıldanmıştı insan yüreğine, zihnine, şuuruna… İnsan yine de kırdı gönülleri, bir yılan gibi zehrini akıttı yüreklere… Hakikate saldırdı ve batılı övdü… Diline sahip çıkamadı… Düşüncesini ölçemedi. Ölçüsüzce savurdu kelimeleri.

 

Ey insan,

Sen “ben”inden kurtulamadan hakikat olamazsın, hakikate eremezsin… Ermedikçe olgunlaşamazsın. Olgunlaşmadıkça olduğunu göremezsin… Dilinden yüreğine inmedikçe kelimeler, anlamlarını kavrayamazsın… Anlamsızlaşırsın…

 

Ey dil,

Bağırıyorum, neden bu sessizlik?

Ağlıyorum, nedir bu gizlilik?

Hissediyorum böğrümde,

Nedir bu sertlik?

Beklenen sizsiniz dökülün artık…



Üzeyir SÜĞÜMLÜ