๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mart 2010, 16:44:11



Konu Başlığı: Dünyada Olmak
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 29 Mart 2010, 16:44:11
Dünyada Olmak 

(http://www.sizinti.com.tr/images/konular/328/196.jpg)

Elbette ki hangi ele ve nasıl doğduğumuzu hatırlamıyoruz. O kırmızımsı tenimizle yeryüzüne bıraktığımız ilk çığlığı duyanların hepsini tanımayız. Doğuşumuzu gözlemleme şansımız da yoktu yani. Kendi doğuşumuzu görmemiş olsak da, biliyoruz ki, hepimiz çıplak doğmuşuz yabancı ellere. Ve şimdi de insanlar çıplak doğuyor. Çıplak. Hiçbir şeysiz. Dışarıda akıp giden hayat karşısında  ‘giysi’ siz, her şeyle ten tene. Açık pencerelerden içerilere sızan rüzgârdan kendilerini koruyan elbiseler olmadan. Öylece bırakılsalar üşüyecekler. Rüzgâr tenlerinde konaklayacak, hayata doluşan onca şey içlerine sinecek.

Hayır, kendi hâllerimizle bırakılmıyoruz. İlk müdahale, o narin o kırılgan bedenimize bir şeyler
sardırmak oluyor. Bu, hayatla aramıza giren ilk şey oluyor. Rüzgârdan, belki de hayattan korunuyoruz böylelikle. Bir elbisemiz oluyor artık. Bir şeye sahip oluyoruz. Şu gökkubbe altında bir şeyimiz oluyor. Bize ait olan. Hiçbir şeysiz geldiğimiz dünyada dünyadan bir şeyi giyinerek dünyeviliğe bulaşıyoruz. Dünyayı giyinmeye koyuluyoruz.

Bedenimizi saran ilk elbise, ilk giyinmemiz, ilk sahipliğimiz ne kadar mâsûm, ne kadar kirsiz, ne kadar şaibesiz… Ne olsun ki? O ter u taze beden, soğukların ortasında öylece mi bırakılsın? Değil tabii ki, giydiriliyoruz. Mâsûmca…

Ancak, hiç şüphesiz bu böyle kalmıyor. Giyindikçe büyüyor, büyüdükçe daha fazla, daha çok giyiniyoruz. ‘Daha’ lar artıkça masumluk sanki bir yerlerinden yırtılıyor. Başka şeyler sızıyor yırtıklardan içeriye. Çok şeye sahip oldukça, sahip olmak istedikçe, ‘sahipliğin’ yüzünde ‘kara’ lıklar beliriyor. Sahip olduğumuz her bir şey, bizi biraz daha dünyanın içine, rengine çekiyor. Üzerimize geçirdiğimiz her elbise (sahip olduğumuz onca şey) bizi biraz daha derinlerde bırakıyor. Alta düşüyoruz, derinlere… Böylelikle daha çok korunuyoruz hayattan, hayat onca şeyi aşıp içimize ulaşamıyor. Elbiselerimiz, evlerimiz, taşınır ve taşınmaz mallarımız, oğullarımız ve kızlarımız, hayatla aramıza giriyor. Sahip olduklarımız bize sahip olmaya başlıyor. Bizim için olanlar için, yaşamaya başlıyoruz. Edindiğimiz ve kendimize ait kıldığımız her bir şey, dünyaya olan ilgimizi artırıyor. Yüzümüzü bütünüyle dünyaya çeviriyor oluyoruz. Daha çok dünyaya gidiyor, dünyada daha çok kalıyoruz. Dünyada kaldıkça, sahip olduklarımızda oyalandıkça, kendimize daha az uğruyoruz. Kendimizi, kalbimizi öylece bırakıyoruz. Yetim gibi. Metruk bir yer gibi. Bakımı bırakılmış bağlar gibi. Az okşanan veya artık okşanılmayan başlar gibi. Yeterince beslenmeyen bünyeler gibi. Sevgisiz kalan yetimler, terk edilmiş mekânlar, bakımsız bağlar, üşüyen başlar, aç kalan bünyeler oluyoruz. Üşüyoruz öylece. Gittikçe yok oluyoruz.

Oysa hatırlayın, üşümemek, üşüyüp hasta düşmemek, düşüp yok olmamak için giydirilmiştik; bedenimize bir şeyler sarılmıştı. Var olmak için giyinmiştik. Bedenimize geçirdiğimiz her yeni bir şey varlığımızın altını bir kez daha çizmek içindi. Kendimizi daha da belirginleştirmek için renkten renge girmiştik. Evi onun için kurmuştuk, oğulları ve kızları onun için davet etmiştik, arabayı onun için altımıza çekmiştik. Her sahip oluşta içimizin biraz daha kabardığını sanmıştık. Kabardıkça, şiştikçe daha bir var olduğumuz hissetmiştik. Dönüp bakmıştık etrafımıza. Bize kilitlenen gözlerde gölgelerimizi görür gibi olmuştuk.

Çok açık ki, yanılmışız. Dışarıyı giyindikçe, bakışımızı dışarıya çevirdikçe, dışarıyla daha çok ilgilendikçe, daha çok dışarıya çıktıkça var olabileceğimiz sanısı bir yalan imiş. Sahip olarak, biriktirerek, daha fazla ilmek atmak suretiyle dünyaya bağlanarak var olamıyormuşuz. ‘Var’larımızı çoğaltarak kendimizi eksiltiyormuşuz. Sahip olduklarımızla kabaran ‘ben’imizin bize bizi unutturduğunu, bu benin, yüzü yokluğa dönük bir ‘varlık’ simülasyonu olduğunu unutmuşuz.

İhtiyacımız kadarı olan sahipliğin mâsûmluğundan artık onun için olduğumuz sahipliğin hoyratlığına savruluşumuzun hikâyesidir bu. ‘Varlık’ın mânâsına, dünyaya gönderilişimize yabancılaşmış sahip olma güdüsünün, sahip olmak suretiyle iktidar/güç olmanın (yani var olmanın), insanı ve hayatı nasıl ‘yok’sullaştırdığını gözlerimize sokan bir dünyada yaşıyoruz. Parayı (yani gücü, yani iktidarı) üst başlık edinmiş çok uluslu şirketlerin kıyasıya boğuştuğu bir savaşta insanlar ve ülkeler çiğneniyor. Birilerinin sahiplikleri arttıkça veya artması için binlerce insan, yüzlerce ülke gözden çıkarılıyor. Hayat gözden çıkarılıyor, ölüm çoğaltılıyor. Dünyanın yaşı küçültülüyor. Kıyamete çalışılıyor.

Bir numara olmak bu çağın temel rüyası. Büyümek, çok daha büyümek… Her şeye sahip olmak, hükmetmek… Bir egemen güç olmak her şeyin üzerinde. Rakip görünen her şeyi tepelemek, aşmak, geçmek… İnsanlar, küçücük birer tanrı gibi. Kimi ülkeler de bu küçücük tanrıların ülkesi, tanrı ülkeler. Saldırıyor, vuruyor, öldürüyorlar. Kendinden başka bir numara görmek istemiyor, tek efendi olmak peşindeler. Ama görünen o ki, bir egemen olarak ‘var’ olanların dünyasında ‘yok’lar hüküm sürüyor. İnsan yok, çevre yok, huzur yok! Yıkım var, ölüm var, savaş var! Bir egemen olarak ‘var’ olmak ‘yok’ları çoğaltmış.

Yaşanır bir dünya, anlamlı insanî bir durum isteyenler, egemen olma düşüne itiraz ediyor; birer tanrı olmadığımızı, varlık üzerinde hâkimiyet kurma gibi bir hakkımızın olmadığını düşünüyorlar. Biz insanların ve her şeyin neticede bir ailenin farklı fertleri olduğumuza dikkat çekiyorlar. İçimizdeki egemen olma virüsünü frenlememiz, benimizi ‘hiç’leştirmemiz gerektiğini söylüyorlar. Kendimizi terbiye ettiğimizde, ‘bir numara’ ve ‘büyük’ değil, ‘iyi’ olduğumuzda, kavga etmeyeceğiz, paylaşacağız; öldürmeyeceğiz, anlamaya çalışacağız. Seveceğiz! Eğer seversek, sevdiklerimizi de ‘var’ edeceğiz; dünyayı, insanları, aşkı, barışı… Eğer ‘var’ yok ediyorsa, ‘hiç’ var edecektir.

Ferzan Özpetek’in Kutsal Yürek filminin ‘başarılı’ iş kadını kahramanı, bir şekilde kendinin ve hayatın sahici yüzüyle karşılaşan başrol oyuncusu, şirket toplantısının birinde kabarmış kalbini açar ve şöyle konuşur: Bizden çok uzaklarda bir ülkenin kadınları, sahip olduğumuz çantalara ihtiyaçlarının olduğunu bilmemektedirler. Biz o uzak ülkenin kadınlarında, sahip olduğumuz çantalara sahip olma ihtiyaçlarının olduğu hissini uyandırmalıyız. Sonra uyandırdığımız hislerini karşılamak üzere çantalar üretip ihracatımızı artırmalıyız. Peki, o kadınların gerçekten böyle bir ihtiyaçları var mı?

Kendi sorusunun cevabını yine kendisi verir. ‘Yok!’ der ve sahip olduğu her şeyden soyunur. Sahip olduklarını dağıtmaya başlar. Acı çeken ne kadar insan varsa kentin kuytularında, ne kadar aç varsa kapalı kapıların ardında onlara vermek üzere vazgeçer sahip olduklarından. Bütünüyle soyunur sahiplikten. Kulağındaki küpeden, üzerindeki elbiseden. Kendisini var ederek yok etmekten vazgeçer, yok ederek var kılar. ‘Varlıktaki yokluk’tan ‘yokluktaki varlık’a geçer. Dünyayı hep giyinerek kendinden uzaklaşan kadın, üzerindekileri çıkartarak kendine, kalbine varır. Böyle yaptığı için kendisine ‘deli’ muamelesi yapılır. Yatırıldığı akıl hastahanesinin doktoruna, ‘Sahip olduklarımı dağıttığım için buradayım. Biliyorum bunu. Sahip olmak istemiyorum artık.’ der.

Doğar doğmaz giyiniyor olmamız, bize ‘giyinmenin’ asıl olduğunu zannettiriyor. Elbiseyi giyinmenin, dünyaya bürünmenin, bir güç olmanın, iktidara geçmenin vazgeçilmezliğini… Bunun bizi var kıldığını… Oysa dünyaya, dünyayı giyinmek üzere değil, onda onu soyunmak üzere gönderiliyoruz. Dünyada ‘ölmek’ değil, ‘olmak’ esastır. Kalbini Rabb’e vermiş her esaslı gönül gibi Mevlâna Hazretleri de, Fihi Ma Fih’te bizi, ‘olmak’ için dünyalıklarımızı çıkarmaya çağırıyor. Kalbimizi fazlalıktan arındırmaya… Dünyadaki sahiplikten, buradaki varlıktan vazgeçmeyi, Rabb’e teslimiyette var olmayı salık veriyor. Fihi Ma Fih kitabı, bir anlamda ‘yok’taki ‘var’ın kitabıdır. ‘İçindeki içindedir’ mânâsına gelen Fihi Ma Fih, bize, ‘içimizi’ gösteriyor. İçimize, kalbimize yapacağımız yolculuktan kendimizi çıkaracağımızı söylüyor. ‘Kitabımın içindekiler içindedir.’ diyor sanki.

Ölmek üzere doğduğumuz dünyada ‘olmak’ gibi bir mükellefiyetimiz var. Olmak.. ve öylece ölmek. Ölerek olmak, olmuş olarak ölmek… Said Türkoğlu, Yoklukta Hayat Var kitabında, şöyle diyor: “Bir bitki, çürüyüp tohumunu toprağın bağrına bırakmadıkça yeniden dirilip gün yüzü görmez. İnsanın mutlak varlık denizine katılıp ondan bir parça olabilmesi için bütün dünya ilgilerinden soyunması, kendi varlığına ilişkin bütün iddiaları ve talepleri itmesi gerekir. Dünya ilgileri katmerlendikçe dünya ehli olmaklığımız kaçıp kurtulunması imkânsız bir hâl almaya başlar. İnsan, dünyanın çekici çağrılarını eliyle itmedikçe, sâlim bir istiğna katına çıkamıyor. Çünkü dünya ehlinin, dünya güzelliklerine ve varlıklarına duyduğu oburlukla mücadele etmedikçe, içteki gerçek varlık madeni parlamaya başlamıyor.” Samiha Ayverdi ise Yaşayan Ölü romanının girişinde; ‘Ölmeden yaşamak çabası, can çekişmekten başka bir şey değildir.’ derken, ölüme kara şallar giydirerek bizleri yüzünde aydınlık taşıyan bir uyarıcıdan mahrum bırakan modern zamanları, can çekişen hayatları işaretliyordu.

Üstad Bediüzzaman’ın ‘dünyanın üç yüzü’ bağlamında söylediklerine mugayir bir şey söylemiş olmuyoruz. Tabii ki, dünya ile birlikte bütün bir varlık, Allah’ın isimlerine aynadır ve dünya da âhiretin tarlasıdır. Bu mânâda ne dünya ne de dünyeviliğimiz necistir. Elbette ki evlerimiz, evlâtlarımız, taşınır ve taşınmaz mallarımız, iyi çalıştığımız işlerimiz, mâmûr ettiğimiz beldelerimiz olacaktır. Sahip olduğumuz şeylerin bize sahip olmalarına izin vermeden, hayatımıza giren ‘şey’lerin, hayatımızın ‘dünya gölgeliği’nde bize eşlik eden vasıtalar olduğunu bilerek yaşayacağız. İtirazlarımız, Bediüzzaman’ın ‘dünyanın üçüncü yüzü’ dediği, dünyanın kendine bakan tarafınadır. Bizim için olan dünyanın bizi kendisi için kılan aldatıcı yüzüdür şikâyetimizin konusu. Diyoruz ki, dünya, bizi sahip olmaya çağırırken, bize sahip olmayı gerçekleştiriyor. Bizi sahip olduklarımızın altına alıyor, orada boğduruyor. Kalbimiz örtülüyor sahipliklerimizle.

Nihat DAĞLI