๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 11 Eylül 2010, 18:05:00



Konu Başlığı: Değer üretmek
Gönderen: Sümeyye üzerinde 11 Eylül 2010, 18:05:00
Değer üretmek

Bir Ankara akşamı. Saat 23 suları. Ömer Köse ile Meşrutiyet’in Mithatpaşa’ya yakın  bir yerinde henüz hizmete girdiğini duyduğumuz nezih bir mekânda kahvelerimizi içtikten sonra usul adımlarla Kızılay’a doğru salınıyoruz. Teklifsiz hallerinden sıkı ahbap oldukları anlaşılan iki kişi Başkent’in bu en işlek caddesinde ağır, umarsız adımlarla karşıdan bizim tarafa yürüyorlar. Yürümüyorlar da parkta geziniyorlar sanki.  Biraz olsun tenha bir vakitteyiz. Yine de dikkatli ve ivedi olunmazsa bir facia yaşanabilir. Büyük şehirler gafleti ve dalgınlığı kaldırmıyor, dahası affetmiyor. Caddenin tam orta yerinde durdular. Biri sigara sordu. Diğeri ceplerinde arandı, paketi çıkarıp uzattı. Bu arada kendilerince önemli, keyifli olan hasbıhallerini de ihmal etmiyorlar. Bir otomobil ölümcül bir şaka yaparak yüreğimizi ağzımıza getiren bir hızla neredeyse sıyırarak vınladı geçti. Bizimkiler aldırmadılar bile.  Durup Ömer’e ‘Bak’ dedim, ‘şu anda çok önemli bir olaya tanıklık ediyoruz. Bu fotoğrafı iyi çek. Bu görüntü toplumun her kademesinde bizim niçin değer sahibi olamadığımızın ve değer üretemediğimizin resmidir. Bu sefer de öbür yanlarından bir araba kesintisiz höykürmesiyle egzozundan geriye ‘inleyen nağmeler’ bırakıp roket hızıyla uçup gitti. Allah beterinden saklasın, ne acı bir görüntü. Ya sürücüler? Feci bir kazaya sebep olmamak için dikkatli, temkinli olmalı değiller miydi? Hiçbir kaygı gütmeksizin olmak ile olmamak, yaşamak ile yaşamamak arasındaki çizgi bu kadar mı birbirine yakın olur? Demek oluyor ki insan ve yaşama dair onlar da yeter ölçüde duyarlığa sahip değiller.  Umarım içimden geçenleri Ömer de hissetmiştir: Allah’ım bu insanlar hiç mi korkmazlar? Kendilerine hiç mi saygıları yok, onları yaşama bağlayan amaçları, uğrunda ölecekleri veya yaşayacakları değerleri yok mu? Bu insanların kendileri, eşleri veya çocukları kendileri için bir değer ifade etmiyor mu? Az önceki araçlar gibi bu sorular içimden geçerken değer meselemizin öncelikle insanın kendine değer vermekle mesafesiz bir ilişkisi olduğunu tekrar düşündüm.

 

Bir zamanlar ürettiği değerlerle hayatı süsleyen, anlamlı kılan, medeniyetler kuran bir bizlerin bu perişan duruma nasıl gerilediğimiz ayrı bir konu. Düz bir bakışla sadece şunu soralım: Kendini  hiçe sayan bir adamın sahip olacağı, üreteceği değer olabilir mi? Sokaklar ölü ruhlarını gezdiren hayaletlerle dolup taşmaktadır. Kendini, yaşamını korumak için refleks düzeyinde bile çaba göstermeyenlerin ne ürettikleri değerleri ne de o değerler üzerinde yükselen yaşamları, tarihleri olur. Burada üretim kelimesini seçerek kullanmamın sebebi bize üstünlük ve anlam kazandıracak vasıfların ancak üretilmiş bilinçlere dönüştürülmesi halinde değer vasfı kazanacağı sebebiyledir. Bütün bunları, bu konuda derin bir yanılgı içinde olduğumuza dair gözlemim sonunda söyleme gereği hissettim. Çünkü değerlerin insanlara, toplumlara hatta farklı kültür çevrelerine göre değişmesinin tabanında ayrımına varılmış/varılmamış bilgi ve bilinç seviyeleri vardır. İşte bu seviyeyledir ki, bir insan için değer olan diğeri için bir anlam ifade etmeyebiliyor. Veya tarihin bir döneminde bir coğrafyasında uğrunda her türlü zorlukların göze alındığı bir anlam bir başka yer ve zamanda değersiz ayrıntıya  dönüşebiliyor. Bir değerin değersizliğe dönüşme süreci büyük ölçüde yoğunlaşmış ve tanımlanmış bilinç seviyesiyle ilgili bir mahiyet arz eder.

 

Değere konu olan çaba ve kazanımlar tek başına yaşamdan ve tüm etkinliğiyle insani faaliyetlerden soyutlanamaz. Bana göre hiç bir değer topluma dinamizm kazandıran hiçbir faaliyetten bağımsız değildir. Her bir değer ahlaki ve felsefi olarak bir diğerine bağlı olarak ister bireysel ister toplumsal düzeyde olsun bütünüyle insanı ve bütünüyle bir yaşamı besler, büyütür. Hepimiz biliyoruz ki her bakımdan yoksul düşmüş insanlar toplamından zengin bir toplum oluşmaz. Hayatı besleyen bir damar kurumuşsa bu marazi durum yaşamın diğer alan ve katlarına da sirayet eder. Bir hayat kendi içinde tutarlı bir bütünse ya sanatıyla, felsefesiyle siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısıyla birlikte yükselir ya da birlikte alçalır. Bir yaşamı inşa etmek değerler üretmekle; tersten bir yaşamı çökertmek değerleri tüketmekle, telef etmekle mümkün olur. Bize ait olan yaşamları bize ait değerler dünyası ile kurarız. Başkalarına ait değerlerle kendi özgün ve özgür dünyamızı kurmamız mümkün değildir. Başkalarına ait bir hayatı yaşamak; anlamaya, araştırmaya, derin farkediş ve analizlerle sonuçlar çıkarmaya takati kalmamış taklitçi benliklerin içine düştükleri çaresiz teslimiyetçiliktir. Teslimiyetçi benlikler ödünç ve kişiliksiz yaşamak durumunda kalırlar, kalmışlardır. O kişiler nezdinde eğer bir değer veya değerler skalasından söz ediliyorsa orada aslında kocaman bir yanılsama, koyu bir koşullanma vardır. Taklit, düşünceden bir şey içermediği için kayıp bilinçler üzerinde, ödünç hayatların, ödünç kavramların, ödünç motiflerin sığ kavgası verilir. Kavgası verilen değerler kazanılmış değerler olmadığından zihin ve bilgi gücüne, doğallıkla açılmanın, genişlemenin, dönüşümün heyecanı duyulmaz. Kendisine saygılı insan kazanılmış değerlerle ilkeleri belirlenmiş bir yaşamın savunucusu ve sürdürücüsü olacağından arayışların, eleştirinin önü kapatılmaz. Çünkü kazanım bir defaya mahsus bir olgu değil bilakis her durumda yenilenen, yenilendikçe canlı kalan, diri kılan bir gerçektir. Değer sürekli düşünmeyi, sürekli akıl ve alın teri akıtmayı zorunlu kılar. Eğer sahip olduğumuz değerler üzerinde ve etrafında bu yönde bir gayret gösterilmezse çok geçmeden hayatımıza anlam ve güzellik katan değerler durağan yapısı içinde statikleşir, köhner, çürür; giderek tabuya/tabulara dönüşür. Bir zamanlar bilinç adına değer için, değer adına bilinç için verdiğiniz kavganın istikameti anlayışsızlığa, idraksizliğe, dayatmaya  sapar. Tarih bu acı gerçeğin trajikomik örnekleriyle doludur. Bir zamanlar benliğinizi ve yaşamınızı anlamlı kılan, ışıtan değerler; sizin dışınızda cereyan eden zihni gelişmelerin gerisinde ve içleri boşaltılmış olarak değersizlikle eşitlenir. Bir yandan değerlerinizin içeriğini yenileyememiş, diğer yandan yeni değerler de üretememişsinizdir. Aslına bakarsanız hayatı üretememiş, hayatı yenileyememişsinizdir. Başka bir söyleyişle algı ve anlam dünyanız, her şartta bir ırmak gibi akıp giden yaşam ve varlık gerçekliğini kavrayamamıştır. Bu noktada değerler bunalımı başlar. Ne nedir, niçindir, nasıldır bilinmez. Kelimeler, kavramlar, kutsallar her el atanın kendi keyfince yontacağı, yorumlayacağı zihni bir çöküntü ve hercümercin tozu dumanı içinde birbirine karışmıştır. Akıl şaşırmış, bilinç kaymış, ölçü kaybolmuştur. Bir milletin kültür ve düşünce varlığını tehdit ve tahdit eden en ciddi bunalım işte budur. Orada bozulan, tıkanan sadece sanat, sadece edebiyat, içtimai tesanüt veya ekonomi değil doğrudan insan ve yaşamdır. İnsan da yaşam da diz üstü çökmüş ve birbirlerine hicranlarını arz etmektedir. Kaygının, korkunun, öfkenin kuşatmasında insan da yaşam da kendi kendini hiçliğe tüketir olmuştur. Madem hayat birbirinden etkilenmeyen bağımsız üniteler toplamı değildir; öyleyse iyileşme de kötüleşme de bütün üniteleri etkileyen faktörler olarak var olurlar. Sanat alanında niçin iyi eserler veremediğimizin açıklaması biraz da niçin iyi ıspanak yetiştiremediğimizde gizlidir diye düşünüyorum. Niçin ekonominin veya siyasetin özlenen düzeyde olmayışının sebebini, niçin aydınlarımızın istenen düşünsel özgürlük ve olgunluk seviyesinde olmadığıyla cevaplamak isterim. Kolayca anlaşılacağı gibi üretim kavramını  salt maddi üretim bağlamında anlamanın yanlış ve eksik olacağını ifade etmiş oluyorum. 

 

Şunu söyleme imkânımızın fazla geçerliliği olacağını sanmıyorum: ‘Belki ekonomi ve bayındırlık alanında iyi sayılmayız ama bizim de üstün bir estetik anlayışımız var’. Veya ‘Adalet sistemimiz fazla iyi işlemiyor, siyasal yapımız problemlerle dolu ama ekonomik faaliyetlerimiz göz kamaştırıcı.’ Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Bana göre bütün bu kendimizi avutmaktan başka bir anlam içermeyen cümleler bir şekilde durumumuzu haklı çıkarmak için çocuksu mazeretler üretme yolunu aklileştirmeye dönük savunma mekanizmasının işletilmesinden başkası değildir. Mesele nedir? Fazla uzatmadan ben meselenin doğrudan yaşam ve insan tasavvuru ekseninde düğümlendiğini söylemek istiyorum. Eğer sağlıklı bir insan tasavvurunuz varsa, yani ontolojik varlığımızı inkâra yönelmeden kendi gerçekliğimize en uygun yaşamı inşa etmeye çalıştığımızda orada tüm soyut ve somut varlığımızın da birlikte güçlendiği görülecektir. Bir hayat bütüncül  yaşandığında; ekonomiye, örneğin tarımsal gelişmelere veya çevreyi temiz tutmaya dönük faaliyetlerle birlikte ahlaki ve kültürel değerlerin de belli bilinç seviyesine eriştiği görülecektir. İşte ancak o zaman bir değerden söz edilebilir ve o değerler gerçekten üretilmiş, kazanılmış karşılıklarıyla bir anlama sahip olabilir. 

 

İlerlemeye ister ekonomik açılımla, isterse değerler noktasından bakılsın, yererli ölçüde üreten bir toplum olmayı, gereken çeşitlilik ve kalitede başaramadığımız için toplumsal yaşam birçok damardan tıkanmış, kültür ve medeniyetimiz yüzyıllardır zayıflama sürecine girmiştir.

 

Maddi ve manevi bir ayrım yapmaksızın gelişmeyi üretimle ilişkilendirmem tüm kavramsal ve olgusal ilişkilerin birbirini dolaysız ve kendiliğinden etkileyen organik bütünlüğü sebebiyledir. Uygarlığını yitirmiş bir neslin çocukları olarak bugün daha iyi koşullarda var olmanın ve yaşamanın mümkün yollarını arama çabası içindeysek tarihsel ölçekte uzun sayılacak bir zamanda kendimizi unutacak tarzda tehir ve ihmal ettiğimizdendir.

 

Tarihin zorunlu olarak getirip önümüze koyduğu mecburiyetler veya yine tarihsel mecburiyetlerle kendimizi içinde bulduğumuz zorlu, üretim ve rekabet dünyasına  gözlerimizi açtığımızda kendimizi tanımlamak için bile özgün kavramlarımızın olmadığını fark ettik. Benliğimizi ve yaşantımızı ifade ettiği söylenen değerler bilinç bulanıklığı içinde dışarıdan ithal edilmiştir. Yakın zamana kadar ithalle ikame olan sadece ekonomimiz değildi(r). Kültürümüz, hukukumuz, edebiyatımız, sanatımız, felsefemiz her şeyimiz ithaldi. Niçin ithal ediyoruz? Çok basit, çünkü üret(e)miyoruz. Üretmediğimiz şeylere de ihtiyaç duyduğumuzdan işin kolayına kaçarak onlara ithal ederek sahip oluyoruz. Belki kolay bir yolla onlara sahip oluyoruz evet ama başkalarının bin bir gayretle ürettiği değere biz bir çırpıda, hemen hiçbir çaba göstermeksizin elde ettiğimizden onun kıymetini de bilemiyoruz. Doğrusu başka insan ve yaşamların ihtiyaçlarına göre üretilmiş değerler belki bizim birinci önceliğimiz değillerdi. Hadi bir şekilde onları hayatımıza kattık diyelim ama gelin görün ki, onları ortaya çıkaran süreç ve koşulları yaşamadığımızdan bir tuhaflık yaşıyoruz. Yaşam biçimimiz, kültür dünyamız ithalle ikame edilen anlayışa ters. Zarureten bu da olabilir, hatta toplumlar, kültürler arası alışverişi, bu yolla sağlanan etkileşimi makul ölçüleri içinde normal  karşılamak gerekir. Aslında kültür birbirine kapalı ilişkilerden ziyade açık ilişkiler ve iletişimler sonunda gelişir, yenilenirler. Bu anlamda her bir kültür diğerinin aynasıdır, denetçisidir. Her kültür diğeri için bir imkândır. Ama bizde böyle olmadı, olmuyor. Kendimizi, kendi kültür kodlarımızı bilerek bir ilişki kursak ve başkalarından mesela batıdan aldığımız kavram ve değerleri tahlil ederek bünyemize uygun hale getirsek, bu, sağlıklı işleyen zihin dünyamızın sadece kanıtı olmayacak aynı zamanda bize belki bir çıkış, bir açılım da sağlayacaktı. Ama zihin dünyamız değer üretme noktasında kendi varlığını tanımayacak ölçüde gaflete düştüğünden batıdan ithal değerler bile değersizliğe dönüşmüştür. İşte anormallik burada başlıyor. Diyelim ki bir kep aldık. Ama kep başa büyük geldi. Onu biraz genişleteceğimiz yerde ısrarla ve zorbalıkla kafamızı küçültmemiz dayatılıyor. Bir toplum, ruhunu ve aklını yitirmeye görsün, onu ne acıklı yaşamlar bekler; bir anlamda hepimiz böyle bir ortamın sıcaklığını yaşamadık mı, yaşamıyor muyuz?

 

Şu ya da bu şekilde ülkelerin birbirlerinden ihtiyaç duydukları malları ithal etmelerini anlamamak imkânsızdır. Hukuk, edebiyat, eğitim, felsefe, anlayış ve giderek yaşama biçimleri ithal etmelerini bir türlü anlayamıyor, kabullenemiyorum. Toplumun içine sürüklenmek istendiği gerilim hattında kavgası verilen tüm kavramlara bakınız, bunların tarihimizde hiç karşılıklarının olmadığını göreceksiniz. Her önüne gelenin ilkokul düzeyini aşmayacak içeriğiyle dillerine pelesenk ettikleri laiklik, çağdaş uygarlık, ilerleme, demokrasi gibi kavramlara bakınız hiç biri ya bize ait değil ya da bünyemize uygun hale getirebileceğimiz bir senteze ulaştırılmamıştır. Bu karmaşa ve akıl tutulması içinde saldıran da savunan da ne dediğinin ayrımında değildir. Kimsenin bir şeyi, bir başkasını anlamak gibi bir derdinin olduğu da gözlenememektedir. Ötekine tıkanmış kulaklar ve sıkılmış yumruklarla denenen diyalog sindirme ve giderek yok etme operasyonuna dönüştürülmektedir.  Siyasilerden, üniversite özellikle YÖK Başkanı Teziç’e kadar, sahici ve samimi olarak söz konusu kavramları Avrupa’da hangi süreçlerin ortaya çıkardığını ya bilmiyorlar ya da kasten jakoben tutum ve amaçlarını dayatmalarla gerçekleştirmek için yapay bahaneler, tabular oluşturma gayreti içindeler. Diyeceğim o ki, üretmediğimiz veya içselleştiremediğimiz kavramlar üzerinden verdiğimiz kavganın toplumda ve tarihimizde karşılığı yoktur. Kör döğüşünü andıran bu tarz kavgalar kendimize ve yaşama olan saygımızı yitirmemiz sebebiyledir. Dayatmacı bir tutumla gerilimden şahsi çıkar umdukları belli olan çevreler yaşamı üretmek için hiçbir kaygısı olmayanlardır. Yaşamı üretmeyen, haliyle yaşamı tüketmeye çalışanlar sadece kendi jakoben ideolojilerinin kaygısını güdenlerdir. Onların yaptıkları kepi büyütmek yerine kafamızın çapını küçültmeye çalışmaktır.       

 

Demek ki, bir toplum üretemediği zaman hayatın her alanında ve her ünitesinde geriye düşüyor. Onun için de kalkınmışlık, gelişmişlik gibi kavramları şimdiye değin yapılan kolaycılıkla sadece maddi veya sadece manevi kategoriye indirgeyerek ele almaktan yana değilim. Ekonomik alandaki gelişmeler kendi kültür temellerini ve geleneğini de oluşturur. Daha da önemlisi kültür ve uygarlık bütün bir yaşamı ve insan realitesini saran, kuşatan, kucaklayan geniş bir iklimi ifade eder. Hayatın, var oluşun doğasına aykırı tasarım ve uygulamalar gelişmeyi de engelleyici etkiler oluşturur. İnsanı ve yaşamı özgür bırakmak gerekmektedir. İnsan ve yaşama saygılı olmak medeniyetin en ilk ve en basit ilkesidir. Bu ilk ve basit ilkeyi çiğnediğiniz zaman insanlığa, uygarlığa sırtınızı dönmüş olursunuz. O zaman yaşam banal çıkarların yok edici kıskacında baskı altında kalır. Yaşamakla yaşamamak, değerle değersizlik arasındaki ölçüyü belirleyen çizgi kaybolur. Bu anlayış ve uygulama içinde olanlar ile, şehrin en işlek caddesinin tam ortasında trafiğe aldırmayan bizim ahbaplar veya onları hiçe sayan edalarla sağlarından sollarından geçen otomobillerin sürücüleri arasında müthiş benzerlik vardır. Farklı kademeler ve farklı kategorilerde de olsalar her iki tip de hayata ve insana değer vermiyor.

 

Öz saygımız olsaydı, kendimize değer verseydik yaşamı daraltıcı, bunaltıcı bir tutumu benimsemez; düşünce, bilgi ve değer üretimine hayatı zehir ederek tüketmeye hevesli olmazdık.
 
 
Necmettin EVCİ