๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 14:08:49



Konu Başlığı: Dağ ve zirve
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Eylül 2010, 14:08:49
DAĞ ve ZİRVE

Bir dağcı ve bir zirve…

 

 

Zirveye, yukarıya çıkmak ister insan…

Himalaya Dağları sonsuzluk hissi verir bakınca… Zihni dağınıklığını bir an da olsa atar üzerinden insan. Ve tırmanmak ister zirveye… Doruk noktasına geldiğini düşünür ve bütün güç unsurlarıyla zirveden bakmak ister… Tibet’ten, dünyanın en yüksek ve en doğal korunaklı yerinin zirvesinden…

Bir tohum, öncesinde toprak ister sonrasında su, daha da sonrasında ise güneş… Bir istinad yeri arar insan, sağlamlığından emin… Dünyanın bir yerinde olan bir diğer yerinde olmak ister… İnsan, hissi ve akli dengeyi koruma çabasındadır, bir dâhi ve meczup arasında kalmaya çabalar… Uç noktalar keskin gelir insana. Ve insan korkar… Bazen hissi davranıp kaybolup gider, bazen de akli davranıp donup buz olur… Bir yerde bıraktığını bir başka yerde arar insan, bir gün öncekini bir gün sonrasında arzuladığı gibi… Bir gün ağlar bir gün güler… Bir gün düşer bir gün kalkar… Bir mücadeledir gider, gerçeğe ulaşma çabasının idrakine ise ne kadarı varır ne kadarı yolda kalır bilinmez… Bir gidiştir gider insan…

 

 

Bir dağcı ve bir zirve…

 

Gül, bir tür çiçek. Gülmek eyleminin tebessüm içermesindeki etkisini gülün hatırına anlamalı insan… Gül sevgi ister, görecek göz, bir de dokunacak el ve sonunda da sevgiliye nazikçe sevgi armağanı ve sembolü olarak sunulmak… Barışın ve sevginin en büyük güç olarak algılanmasını ister Tibet… Savaş uçakları, savaş gemileri, toplar, tüfekler, bombalar değil de barışı ve sevgiyi güç olarak görür… Milyonlarca Çin askerlerini karşısına alarak, Çin generallerinin karşısında, açık yüreklilikle, yaklaşık bir milyon insanını kaybetmeyi göze alarak söyler bunu Tibet…  Barış ve sevgi dolu gönüller sunar, en büyük güç olarak onlara... Çölün ortasında insanlığa ilahi çağrıyı ulaştırmak için, eşini ve çocuğunu bırakıp insan aramaya gider bir peygamber…  Aklın evvel zamanda kavrayamayacağı o çağrı, milyonlarca insanı Mekke’ye akıtır… Akıl ise bu akını hayretler içinde izler… Ne zaman? Binlerce yıl sonra… İnsan bu ya! Hemen olmasını ister sabredemez, sabır ise yaratandandır…

Bir başka zaman ve bir başka mekân: Bir ülke kurulur şafak vaktinde ve ulu bir çınar gibi büyür gelişir ve yapraklarındaki oksijeni dağıtır soluyanlara… Bir devrim olur ekim rüzgârlarıyla, eşitlik vaat eder, kan ve acı ve zulüm getirir insanlara… Hep bir’le başlar aslında, nedense sonra B İ R dağılır ve ruhlar kararır… Her aydınlığı yangın sanıp onu söndüren insanlar çoğalır ve karanlığa gömerler dünyalarını ve Cemil Meriç haykırır bu gerçeği…

 

 

Bir dağcı ve bir zirve…

 

Bir millet akınlar yapar yılmak bilmeden, bir millet ise ona mukabil setler çeker dünyalarına… Okyanuslar geçilip coğrafyalar gezilir… Denizler suyunu çeker ve cezir hazırlığı yapar, göller sessiz ve tehlikeli duruşunu hiç bozmaz… Çöl topraklarında siyah su akar, ona eşdeğer görülen insan kanları da akıtılır… Fırat ve Dicle geçtiği yerleri yeşertir,  medeniyetler yıkılır-medeniyetler kurulur, bir Doğuda bir Batıda ve Ortadoğuda… Ayna… İcadı çok önemliydi insan için. Bize bizi sundu ayna… Kendimizi, egomuzu sundu. Karşısına geçtik, yakışıklılığımız ve güzelliğimiz ile gurur duyduk, görünen bizdik, gösteren ise ayna… Görünmeyen aynalara yansımadı, görünmez de kaldı… İnsanlar görünenin peşinden gitti, gittikçe geri dönüşün zorlaştığını anladı ve “dönüş yoksa” diye geçirdi içinden “daha da ileri giderim ben” dedi… Daha da giderek kurtuluş ümidi buldu kendince… Gerçeği görüntüde arayanlar aynanın yansıttığı görüntü kadar sahteydi ve değişti aynadaki görüntü zamanla…

 

 

Bir dağcı ve bir zirve…

 

“Bir varmış bir yokmuş…” diye başlar bir anne masal anlatmaya… Elektriklerin sürekli kesildiği bir köyde akşam karanlığında yakılır gaz yağları… Bakar çocuk pencereden, sonbaharın uğultulu rüzgârı ona korkuyla birlikte bir haz verir… Ecinniler gördüğünü söyler bir çocuk ve anlatır ananesine… Büyük olmak ister artık, korkmamak ister, güç ister çocuk… Avrupalı bir nasyonalist dağcı Tibet dağlarına tırmanmak, gururunu yukarılara taşımak ister… Ona en güzel cevabı Tibetli bir terzi kız verir: “Senin halkın ile benim halkım arasındaki fark ise şudur: Siz egonuzu yükseltmek ve insanları peşinizden sürükleyip üstünlük için zirveye çıkarsınız, biz zirveye egolarımızı öldürmek için çıkarız…” Donup kalır Avrupalı nasyonalist dağcı… Ülkesinin savaşı başlatarak tam da kızın söylediklerini gerçekleştirmek için bir katliam yaptığını fark eder… Yıl 1939, yer Tibet…

 

 

Bir dağcı ve bir zirve…

 

Medeniyetler bir düşünce havzasında kurulur, yaşatılır ve değişen koşullara uyum sağlamazsa zihin yenilemesi yapmazsa nihayetinde yıkılır… Çok medeniyetler görür Ortadoğu… Çok medeniyetin yıkıldığına şahit olur… Çok kan görür, çok ordular geçer üzerinden… Cengiz Han, Timur, İskender, Sezar, Yavuz Sultan Selim ordularını da görür Ortadoğu… Kimi kan getirmiştir Cengiz Han gibi kimi barış getirmiştir Yavuz gibi… Bir medeniyet kurar Osmanlı… Asrı saadet kokan, adalet dağıtan, sevgi aşılayan bir medeniyet… Hamuru İslam olan insanlığa armağan ve örnek bir medeniyet…  Zirvede olan ve zirvenin simetrisi kadar da derinde kökleri olan bir medeniyet… Neden sonra bu medeniyetin temsilcileri ayna yansıması şeklindeki bir medeniyeti gerçek sanıp bir kandırmacanın cenderesinde kalır ve medeniyet anlayışı, Batılının elinde beni medeni ete döner… Tek dişini batırır insanlığın böğrüne bunun mümessilleri… Modern çağ gelir, her şey göze hitap eder, göze hitap etmeyen ise söze hitap eder, söz de unutulur gider… Modern çağ, hastalıklı insan ruhu çıkarır ortaya… İnsan şaşırır, tanrılık iddiasına kadar gider şaşkınlığın sarhoşluğuyla… Güç verir gibi görünür modern çağla birlikte bilim insana. Verdiği ise daha da güçsüzlüktür ama fark etmez/edemez insan… Güç insanın içinde kendine hükmedebilmesindedir de kimse aldırmaz… Modern olmak ister insan ve kaybeder kendini…

Hiçbir zaman kavuşamadı dağcı zirvesine, kaçıncı zirveye çıkışıydı oda bilmiyordu ama hala ulaşamamıştı zirvesine…

 

Bir dağcı ve bir zirve…   


Üzeyir SÜĞÜMLÜ