๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 25 Mart 2010, 14:41:49



Konu Başlığı: Çağrıya Kucak Açarken
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 25 Mart 2010, 14:41:49
Çağrıya Kucak Açarken 

Ölüm, çağrıların en karşı konulmazı... Beden ve ruhun birbirinden ayrı düştüğü ilâhî davet... Ruhun kanatlanması ve bedenden sıyrılışı sessizce... Yalnızlara yalnızlık azabından kurtuluş davetiyesi... Hayalleri, umutları, beklentileri, ümitleri ve şarkıları yarıda kesen sessiz çığlık...
Sonsuzluğu arzulayan ruhun hayat oyununun ilk perdesinin kapanması anında, çaresiz feryadının değiştiremeyeceği gerçektir ölüm. Her ruh sahibinin ayrılış zamanı geldiğinde, çaresizliğini ve keşkelerini eseflenerek haykırışı.

Sonsuzluğa açılan kapı... Kimilerine göre de dipsiz ve karanlık bir kuyuya doğru salınış... Gizemli yalnızlığın bizi kucaklaması; acısız, sızısız, can çekişmeden... Sanki aniden uykuya dalmışız gibi... Belki de masada kalmış yarım bardak çayın ebedî soğukluğa terk edilişi perde kapanırken. Yarım kalmış bir umut... Bitirilememiş hesaplar, kapatılmamış defterler... Sonbaharı beklemeden bir yaprağın zamansızca rüzgârla savruluşu... Ürkek ürkek yanan bir mumum henüz yarıda iken elvedası.

"Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr
Işıksız ruhumu sallar da durur."


Sezai Karakoç

İçimizdeki fırtınaların dinmesidir ölüm. Beklenen huzurdur sessizlikte kayboluşu kucaklarken. Kalan için de, giden için de yeni bir başlangıç, son sanılan asıl başlangıçtır, randevusu vakitsiz. Sevdiklerimizin yerine o küçük evcikte uzanmayı, çıldırasıya bir tutkuyla isteme...

Her zamankinden çok, herkesten fazla yalnızlığın esaret tahtına oturma...

Bir boşluğun karanlığına atılan taşın duyamadığımız yankısı. Göz yaşlarımızla doldururuz taşın düştüğü bu boşluğu. Belki su yüzüne çıkar tekrar görebiliriz ümidiyle. Oysa boşluğa düşen tahta parçası değil bir taştır, gözyaşlarının kaldıramayacağı ve yerinden oynatamayacağı bir taş...

Ölüm kimine göre çölde susuzluğa mahkûm oluştur. Son bir el sallayış ve son bir veda; dünya kararır o an.

O kadar kararır ki, bir ışık, küçük de olsa bir ışık ararsınız gözlerinizi çıldırtan karanlığa odaklarken. Her şeyin bittiğini, zamanın tükendiğini zannedersiniz. Dakikaların saatlere, saatlerin günlere ve haftalara çileyle yoğrula yoğrula dönüştüğüne şahit olursunuz.

Ve yalvarırsınız yaratana, her şeyin bir hayal ya da şakadan ibaret olması için. Ama o yalvarışlar gideni getirmez geriye; sadece teselli olur, o duru iklimdeki yakarışlar. O andan itibaren gözyaşları gülüşlerin ardına saklanır ve göz tükenmez gözyaşlarına gebedir.

Yanaklardan aşağı titrek titrek süzülmek için çırpınıp duran göz yaşlarımız vardır artık. Ümit beklersiniz o gözyaşlarından, dilin anlatamadığını anlatması için medet dilenirsiniz.

Ama sadece çaresiz bir ayrılışa doğru, göz pınarlarınızdan dökülen damlalara dönüşür o gözyaşları...

"Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun, uyanamadın olacak
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında."


C. Sıtkı Tarancı

Bir namazlık saltanata, ölüm tahtına oturmaya gerçekten hazır mıyız? Sorulanların ruhumuzdaki etkilerini duyar mı bizi uğurlayanlar? Yoksa bizi ebedî istirahatgahımıza uğurlayanların arkasından çaresizliğin kıskacına mı yakalanırız?

Üşüyorum loş dehlizlerin kuytuluğunda. Beni çepeçevre kuşatan beyazlıkların esiriyim. Sesimi bir tek ben duyabiliyorum avaz avaz bağırırken. Gözyaşlarını kurulayan mendillerin gölgesinde sessiz ağlamalar ve inleyişler de uzaklaşmaya başladı. Birazdan başlar sorgu, yaptıklarım ve yapamadıklarıma dair. Yalnızlığa hüküm giydim müebbet olarak. Renkleri soldu hayatımdaki maviliklerin. Solgunluğa mahkûmum artık yeniden doğuma kadar.

Ölümü Mevlana anlayışıyla Şeb-i Arus görenler, ölümü koşarak kucaklarlar. Ölüm vuslattır onlar için. Ölümü yolda bulunmuş bir inci gibi severek karşılarlar. Mute'nin yamaçlarında ölüme koşanlar vuslata ve sevgiliye koşuyorlardı. Sevgilinin kokusunu hissedenlerin geriye dönüşleri mümkün mü, çıldırasıya bir tutkuyla tırmanırken cennet yamaçlarına?

Asırlar öncesinden verilen kutsal muştuya ulaşma idealini yüreğinde taşıyanlar ölümün korkutucu yüzünü hiç görmediler.

Ölüm vuslattı.

Ölüm, muştunun yamaçlarında "sadakte" bezmini temsil etmekti. Bu ruh idi İstanbul surları önündeki ruh...

Ruh temessül eder muştu sahibinin refakatiyle. Bakışlar hedefe kilitlenir. Kılıç ve kızgın yağlar engelleyemez o kutlu yükselişi. Surların üzerinde tebessüm eden güneşe kulaç açarken, sevgiliye vuslat gecesidir ölüm Ulubatlı Hasanlar için...

Mazinin derinliklerinde güzel misaller gizlidir yaprak yaprak. İskilipli Atıf'ın ölümü kucaklayışı yankılanır semalarda. Nebiler Nebisi'nin çağrısı çınlar İskiliplinin kulaklarında: "Ya Atıf! Nedir o elindekiler, yoksa bana kavuşmak istemiyor musun?"

İskilipli'nin bu çağrıya kucak açmaması düşünülebilir mi?

Vazife bitmiş, terhis tezkeresi imzalanmıştır İskilipli için.

"Ölüm güzel şey budur perde ardında haber

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?"


N. Fazıl Kısakürek

Ölümün, davetin, çağrının güzeline kucağımı açtım; bekliyorum...

Ramazan BERK