๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 16:41:38



Konu Başlığı: Bizim Şiirimiz
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 16:41:38
Bizim Şiirimiz

“İşte bu yola baş koyanların en çetin imtihânı budur: Ya kalbindeki aşk ateşiyle pişirdiği yüzlerce yıllık şiir geleneğiyle yoğrulmuş dil hamuruna, Muciz-ül Beyan olan Kur’an ve onun zümrüt yamaçlarında yeşeren söz bahçelerinden aldığı ilhamla rûh üfleyerek insanlık şehrinin meydanına kendi heykelini dikecek; ya da saman alevi gibi bir dönem birden parlasa da çarçabuk sönüp dumanıyla esen rüzgâra karışmayı, külüyle yağan yağmura katılıp şehrin sokaklarından akıp gitmeyi kabul edecek.”

“Çağımızı seslendirmek” düşüncesiyle sıkça dile getirdiğimiz ve bugünlerde “İslâm’ın bir medeniyet olarak yeniden üretilmesi” gibi başlıklarla ülkemizin entelektüel gündemine tekrar düşen tartışmalar hakkındaki düşüncelerimi, bugüne kadar İslâm medeniyetin en temel unsurlarından biri olagelmiş “şiir” çerçevesinde dile getirmek istiyorum.

Öncelikle, şiirin bir medeniyet meselesi olarak ele alınması kanaatindeyim. Zira şiirin çok farklı değerlendirmelere açık yapısı güzel şiirin evrensel kıstaslarından bahsetmeyi nerdeyse imkânsız kılar. Bu yüzden şiir ve teorisi üzerine uzun yıllar emek veren ustaların şiirin güzelliğinden çok sahihliğinin üzerinde durmaları; sahihliği ise şiirin bağlı olduğu medeniyetlerle temellendirmeleri manidardır.

İkincisi, bir medeniyet inşa edilirken yalnız bir sütun üzerinde yükselmez. O medeniyeti yükselten sütunlar, birbirine omuz vererek birlikte yükselir. Bugün kaliteli şiirlerin çoğalabilmesi için gerekli iklim şartları diyebileceğimiz gazeteler, dergiler, yayınevleri, okur, eleştirmen ve bunların buluşabileceği mekânlardan bağımsız bir şiir gelişiminden bahsetmek zordur. Ayrıca bu kurumlarda çalışanların vizyonu, bu türden mekânların yaygınlığı, okurun niteliği ve âlim gücü, eleştirmenlerin kriterleri tek tek üstünde durulmaya değerdir. Aslında bugün bizim bu konularda fikir beyan etmemiz de bir nevi yukarda bahsettiklerimizin uzantısı sayılabilir. Eğer bugün bu meselelere önem veren gazeteler, dergiler, yayınevleri, kültür merkezleri ve bunlarla ilişkili değerli şahıslar olmasaydı; bizim gibi daha yolun başında olanlar için bunlar en geri planda kalacak, çoğumuz büyük resimden habersiz kendi dar dairemizde yazmak-çizmekle teselli bulacaktık.

Bugün, ulaşılan seviye ne olursa olsun çokça şükretmek ve bizden öncekilerin hayâl bile edemediği imkânları, küçük hayâl kırıklıklarına mahkûm ederek tahkir etmemek gerektiğini parantez içinde belirtmek istedim. Ama “Daha yok mu?” anlayışını düstur edinenlerin davayı teselli düzeyinde gütmeyecekleri, onu yeryüzü mirasının vârisleri olarak ancak dünya çapında temsille mesut olacakları aşikârdır. Böyle büyük bir iddiayla yola çıkanların elbette kendi rûhunun âbidesini ikâme edebilmek için büyük bir sabırla yıllar sürecek titiz çalışmaları göze alması gerekir. Fakat bu uzun ve meşakkatli yolda başta kestirme gibi görünen ama sonunda kendi mâna âlemimize varmayan değişik akım ve modalara aldanılmaması ve böyle bir kolaylığa kaçmaktan uzak durulacak basiretin gösterilmesi belki ondan da önemlidir.
İşte bu yola baş koyanların en çetin sınavı budur: Ya kalbindeki aşk ateşiyle pişirdiği yüzlerce yıllık şiir geleneğiyle yoğrulmuş dil hamuruna, Muciz-ül Beyan olan Kur’an ve onun zümrüt yamaçlarında yeşeren söz bahçelerinden aldığı ilhamla rûh üfleyerek insanlık şehrinin meydanına kendi heykelini dikecek; ya da saman alevi gibi bir dönem birden parlasa da çarçabuk sönüp dumanıyla esen rüzgâra karışmayı, külüyle yağan yağmura katılıp şehrin sokaklarından akıp gitmeyi kabul edecek.

Bu noktada Ali Ünal’ın çok önemli tespitlerine değinmeden edemeyeceğim. Dünyada son yıllarda yeniden dolaşıma giren ‘değişim’ sloganı üzerine “Allah’ın insanları ona göre, o temelde yarattığı fıtratıdır İslâm.” (Rûm Sûresi/30:30) âyetini esas alarak yaptığı yorum bence bu minvaldeki en önemli değerlendirmelerden biri. Ali Ünal şöyle diyor: “İslâm, kâinatın da, insanın da dinidir. Bu cümlenin devamında, ‘Allah’ın yaratması için değiştirme (tebdil) olmaz!’ buyrulur. [....] Müsbet olan, teceddüt, yani yenilenmedir; bunu gerçekleştirmeye de tecdit (yenileştirme) denir. Cenab-ı Allah (celle celâluhu), ölçümü mümkün olmayan her bir an kâinatı yeniler; aynı fıtrat üzerinde yeni baştan yaratır. Her an, her saat, her gün, her ay, her mevsim, her yıl, her asır, yenilenmenin takvim cetvelidir.” [Değişim; 10/11/2008, Zaman]

Mevlana’nın işte o meşhur “Dün dünle birlikte gitti cancağızım / Bugün yeni bir gün, yeni şeyler söylemek lazım.” sözünü bu açıdan okumak gerek sanırım. Herhâlde Mevlana’yı bir gün dediği öbür gün dediğini tutmayan biri olarak düşünmek kimsenin aklına gelmez. Bu akım ve modalara gelince onlar Necip Fazıl’ın ifâdesiyle ‘doğruyu söylemekten çok, diğerini yalanlamak’ gibi bir fasit dairede döner, yenilenme(!) adına sürekli şekilden şekle girer, ‘değişir’ dururlar…

Yalnız, bu çeşit cereyanlara karşı tavır alırken bir husus gözden kaçmamalı. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı dönemde, Müslüman olmayan şâir Ümeyye İbni Ebi’s-Salt’ın şiirlerini okutup dinlemiş ve şiirlerinde dinî bir hava olan şâir için, “Ûmeyye İbni Ebi’s Salt iman edeyazmış” ve “Şiiri iman etti, kalbi küfürde kaldı.” buyurmuşlardır. O hâlde Sezai Karakoç’un “Eğer İslam medeniyeti olmasaydı cahiliye şiirleri bugüne ulaşmazdı!” sözünü de hesaba katıp soralım: Belagat gibi en eski ilimlerden birini müminin yitik mallarından saymayarak dışlamak ve hangi inanç ya da meşrebe dâhil olursa olsun gayretinin neticesinde söz meydanında belli bir yere gelmiş kişilerin eserlerinden, tâbi onları değerlerimizin filtresinden geçirdikten sonra, istifâde etmek neden yanlış olsun?

Hem Bediüzzaman demiyor mu “Her bâtılın her vesîlesi bâtıl olması yine lâzım değildir.” Hem Nur’larda “Fena ve fâni bir adamın, güzel ve bâki şöyle bir sözü var” tarzında sözler yok mu?
Hem yine Bediüzzaman’ın kıstaslarına göre bir nevi fetret dönemi insanı sayılabilecek “Benim şiirlerimdeki melek İseviliğin meleğinden çok İslam’ın meleğine benzer” diyen Rilke, “Hiçbir şeyden, hatta kendimden de hoşnut olmadığım için kendimi toparlamayı ve gecenin yalnızlığında, sessizliğinde kendimden biraz gurur duyabilmeyi isterdim. Sevdiklerimin ruhları, adlarına şiir yazdıklarımın rûhları; güç verin bana, destek olun; şu dünyanın insanı yozlaştıran dumanlarını ve yalanı uzaklaştırın benden; ve Rabbim! Bana birkaç güzel dize söylemeyi nasip et ki insanların en bayağısı olmadığıma, hor gördüklerimden daha aşağı olmadığıma inanayım!” diyen Baudelaire, “Ey ahali geliniz ibret alınız, yaşayan ölür. Ölen fânî olur, Allah’ın bir elçisi vardır ki, gelmesi pek yakın oldu. ..Ne mutlu o kimseye ki O’na uyar. ..Ey cemaat nerde süslü saraylar, Ad ve Semut kavmi. Onlar size nispeten daha zengin kuvvet bakımından daha ileri durumda değiller miydi? Dünya değirmeni onları toz etti... Allah birdir, benzeri ve ortağı yoktur, tapılacak ancak O’dur. Anladım ki, herkese olan bana da olacak…” diyen ve Peygamber Efendimizin, (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında “Allah Kus’a mağfiret buyursun. O tek başına müstakil bir ümmet olarak haşrolacaktır.” buyurduğu cahiliye şâiri Kus İbni Saide’yi az da olsa hatırlatmaz mı?

Mevlana yedi yüz yıl önce bir ayağını Hak’ta sabitleyip diğer ayağını bir pergel gibi açabildiğince açıyorsa, günümüz şâiri neden hakikat düşüncesine ayarlı gönül pusulasıyla şiir atlasında rahatça dolaşmasın? Helâl dairesi geniş ise neden şiirini dar bir çerçeveye mahkûm etsin?

Son ve evrensel din olan İslam’ın mensupları bu sorular üzerinde iyi düşünmeli, yeryüzü mirasçılarının bütün insanlığın ihtiyaçlarına cevap verebilecek ölçüde büyük bir zenginliği değerlerinde barındırdıklarını/barındıracaklarını idrak etmelidirler. İşte bu evrensel insani değerleri de kuşatan bir ‘anlayış’ şehrin meydanındaki büyük rûh heykelinin etrafında halkalanan çiçeklerle oluşturduğu, herkesin ziyaretine açık enfes bir kompozisyon olacaktır. Tabi, burada “Mevlana, Bediüzzaman gibi şahıslar olabilseydik zaten ortada böyle bir problem olmazdı, başta sen olmak üzere bizim gibi daha kendi değerleri üzerinde doğru düzgün ayakta duramayanlar nasıl olacak da ayaklarını bir pergel gibi açabildiğince açacak?” tarzında haklı itirazları duyar gibiyim
Hocaefendi’nin “Gelin Bir Kez Daha Kendimiz Olalım” yazısında “Zaten eğer, içinde bulunduğumuz şu kritik günlerde, bütün bilgi, görgü ve müktesebâtımızı insan, kâinat ve Yaratıcı münasebetlerine bağlayarak gerçek ilim ve mârifete yönelmezsek, ilim adına bir kısım vehimlere kurban gitmemiz, kazanma kuşağında kaybetmemiz ve “Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.” (A’raf, 6/175) âyetinde anlatılan talihsizin durumuna düşmemiz kaçınılmaz olacaktır.” diyerek dikkat çektiği böyle bir husus, gerçekten öyle üstünkörü geçiştirilecek bir ikaz değildir.

Böyle bir tehlikeye karşı durmada iki önemli esası rehber edinmek gerektiği kanaatindeyim. Birincisi asrımızın kollektif şuura bakan yönüyle ‘heyet’ anlayışı; ikincisi ise ‘çağımızı seslendirmek’ düşüncesiyle birlikte literatürümüze giren ‘iradî ümmiyet’. Alanlarında çığır açan pek çok büyük düşünürün kendi çağında yaşadığı en büyük problemlerden birinin anlaşılmamak olduğu malumdur. “El değmedik ağaçların başında, / Bir ömür boyu hiç durmadan inler; / Hüzün çağlar gözlerinin yaşında, / Kim görür, kim anlar ve kimler dinler?” diye anlatılan bir bülbüle benzedikleri vâkidir çoğu zaman… Özellikle de sanat dünyasında bu çığlıklar daha çok duyulmaktadır. “Sanat için sanat mı; halk için sanat mı?” gibi “Yumurta mı tavuktan çıkmıştır yoksa tavuk mu yumurtadan?” tarzı tartışmalarla çoğu zaman geçiştirilmiştir bu çığlıklar.

Bana göre halkı kendi seviyesine çıkarma ya da halkın seviyesine inme düşüncelerinin her ikisinde gizli bir kibir nişanı vardır. Gerçek sanatçı halkın içinde olmakla beraber yüzünü halka değil Hakk’a dönüp söylemelidir söyleyeceğini. Böyle bir sanatçı kimi zaman anlaşılmazlıkla kimi zaman sıradanlıkla itham edilse de çoğu zaman asıl Üstad’ı olan Kur’ân-ı Kerim’deki gibi herkesin seviyesine göre istifâde edebileceği bir ‘çok anlam katlılığına’ ve ‘mâna zenginliğe’ ulaşır. Kimi zaman Muhyiddin-i Arabî gibi, herkesin gözü önündeki nesnelerden yola çıkarak baş döndürücü bir derinliğe varır; kimi zaman da Yunus gibi, kitaplık çapta meseleleri bir şiirde en sade bir dille anlatarak herkesi şaşırttır.
Ancak, Hak yolcusu yine de unutmamalıdır ki, müminlere ders mahiyetinde bir kerelik, vahye bile şeytanın kendi fısıltısını karıştırmasına müsaade eden Allah, zaman zaman bu yolda farkında olmadan sınırları aşabileceği konusunda onu uyarmakta ve Ulu Rehberin sünnetiyle her zaman istişareyi en önde tutmayı en doğru yol olarak göstermektedir. Bu yüzden bir sanatçı eserlerinde “Cebrail’in nefesi bile esse” heyetin sesine her zaman kulak vermelidir.

Gerçi, bazen bu heyetlerde ehil olmadığı mevzularda hasbelkadar kaleme aldığı yazıları beğenmeyenlere karşı kırılanlar yahut tam mânâsıyla anlayamadığı eserler hakkında ölçüsüz fikir beyânında bulunanlar olabilir. Bu çoğu zaman, “Hazineye malik nice viraneler var!”, “Onların içlerinde öyleleri vardır ki, saçı başı dağınıktır, sesi soluğu çıkmaz... Ancak, onlar bir duâ etseler, onların duâsını gerçekleştirmek için hadiseleri onların istekleri istikametinde evirir çeviririm.” sırlarına vakıf olamadıkları için, konuşanın tevazuuna ya da dinleyenin sadeliğine takılmalarından kaynaklanır. Ne var ki Hak uğruna eleştiri ve hatalara karşı hoşgörüyle sebat edilen bir heyette kutsî nefesle, o nefesi ‘kendini aradan sıyırıp’ en saf şekilde aksettirenlerin eninde sonunda buluşacakları ve hakikati kıymeti ölçüsünde dillendirecekleri de muhakkaktır.

‘İradî ümmiyet’ mevzuna gelince o, baştan beri bahsettiklerimizin gerçekleşebilmesi için belki de olmazsa olmaz denecek bir mahiyet arz eder. Genelde Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmiliğini okuma yazma bilmemesi olarak düşünürüz. Hâlbuki o, Allah’ın inayetiyle değişik inanç ve felsefelerin rûhuna nüfuzundan korunması, berrak vahiy kaynağının çerle-çöple, başka akıntılarla bulanmamasıdır. “Beni Rabbim terbiye etti.” veya “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? Onun Ahlakı Kur’ân ahlakıydı.” sözlerinin buna işaret ettiği açıktır. Bize gelince, son birkaç asırdır İslâm dünyasındaki hüsranın getirdiği şaşkınlıkla hep dış tesîrlerle şekillenmiş bir ‘eğitim’ ve ‘öğretim’in çocukları olarak müktesebatımız Hak sandığımız batıllarla doludur. Bu açıdan, bugün önemini yeni yeni anladığımız, 20. yüzyıldaki büyük bir kırılış yahut dönüm noktası da diyebileceğimiz Bediüzzaman hazretlerinin o güne kadar öğrendiği bütün ilimleri Kur’an’ın kriterleriyle silkeleyerek eski Said’den yeni Said’e geçişi bizim için ‘iradî ümmiyet’in en mühim örneğidir. Risâle-i Nurlar bu gözle incelendiğinde aslında onların bir iman rehberi olduğu kadar aynı zamanda nasıl bir ‘medeniyet projesi’ olduğu da meydana çıkacaktır.

Neticede edebiyat-sanat-şiir meselelerine bu zaviyeden yaklaşıldığında mesele gelip yine kalb ve kafa bütünlüğüne ermiş, kendi sentezini yapabilecek insana dayanır. Bugün edebiyat-sanat-şiir alanında dil merkezli yazılmış birçok eserin olması ve insanların bu eserlere eskiye kıyasla daha kolay ulaşabilmesi bu alanda daha nitelikli çalışmalar yapılması adına ümit vericidir. Fakat, herkesin mâlumu sebeplerle, kalbleri doyuracak manevî ilimlere dair eski eserlerden günümüz insanın istifâdesindeki zorluk ve yine aynı sebeplerden dolayı çağımız insanının ihtiyaçlarına cevap verecek yeni eserlerdeki, birkaç eser müstesna, yetersizlik gözden kaçmamalıdır. Tabi, manevî ilimlerin sadece kitaplardan öğrenip öğrenilemeyeceği ayrı bir konu; ama her zaman, üstüne basa basa, kendini değil de Nur’ları nazara veren Bediüzzaman hazretlerinin bu konudaki tavrı bile tek başına bu sahada da yazılı eserlerin ehemmiyetini vurgulamaya yeter.

Bu yüzden, yeni bir medeniyetin mimarlığına soyunanların bu alanda günümüz insanın anlayabileceği tarzda yazılan, aynı zamanda süregelen yanlış anlaşılmaları şerh eden ve orijinal üslubuyla bu konuda söz sahibi gönül ehlince değeri defaatle beyan edilen Kalbin Zümrüt Tepeleri üzerinde özellikle durmaları gerektiğini düşünüyorum. Hatta biraz fazla sübjektif olmakla beraber ben, Kırık Mızrap’ı da ancak o sayede anlayabileceğimiz, şimdiye kadar anlatmaya çalıştığım nazarla Kalbin Zümrüt Tepeleri ekseninde kurulacak bir ‘poetika’nın İslam medeniyetinin yeniden inşasının âdeta bir projesi olacağını, bu projenin de gayb hazinelerin ‘müstesna’ şâirlerin elindeki anahtarı olduğunu düşünüyorum.

 Ali Osman KURUN