๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Denemeler => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 14:57:41



Konu Başlığı: Beni azaltıyorsun
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Eylül 2010, 14:57:41

Beni azaltıyorsun


1.

 

Kaç yıl geçti aradan?

Şarkı sözü gibi oldu. Olsun.

Görüşmeyeli ne çok değişmişsin. Şimdi hiç mi hiç siyahı  kalmamış saçın ve sakalınla daha güzelleşmişsin. Sakin, engin, derin bir derviş gibisin. Belki sizi 'derviş' kelimesiyle ifade etmemeliydim. Çünkü çocukluğumun o güzel hocası dervişliğin her türlüsüne karşıydı.

 

İlk gençlik yıllarımızdı. Duygularımız doludizgin atlar gibi sınır tanımaksızın koşturuyor. Sen o atı habire kamçılıyordun. Duygularımız sende ve seninle birlikte olanlarla güç ve haklılık kazanıyor. Boyumuzdan büyük laflar ettiğimizde bizi bağışlayıcı naif tutumlarıyla karşılayan kimi ağabeylerimizin umut kırıcı sandığımız söz ve uyarılarına karşı bize sığınak oluyordun. Burada böyle kalamazdık. Bir yere gidilecekse de yürümeliydik ve tez elden ayağa kalkmalıydık. Bu gidiş bu yol nereye varır bilmiyoruz. Daha doğrusu düşünce dünyasına uğramaksızın o yolun bir yere varma imkânının olmadığını; okudukça, düşünce çevrelerinde göverdikçe öğrenecektim. Anladım ki ilk menzil kendi içimde olmalıdır. Yakın gibi gözüken o menzil ne kadar uzakmış meğer.

 

Aradan yıllar geçti. Öyküm/üz çetin geçmiş kışlarla, sıkıntılarla, badirelerle doldu. Sarp tepeler, dik yamaçlar kıvrımlar, geçitler aştık. Hasretler, hüzünler, sevinçler, ayrılıklar, buluşmalar yaşadık. Ne yol ne yürüyüş bitti. Yaşımız ilerledi, konumlarımız değişti ama bak işte yine rastlaştık. Bu buluşmalarla değiştiğini fark ediyor insan. Saçlarındaki beyazlığı hesaba katmazsak inan hemen hiç değişmemişsin. Bakışındaki ışık, sesindeki tonlama, sözlerin, kelimelerin bile aynı. Hiç şaşırtmadın beni. Oysa ne çok isterdim şaşırmayı. 'Hocam bunları sen mi söylüyorsun?' demeyi ne çok isterdim. Oturup konuştuk. Aradan geçen uzun yılları bir kalemde atlayarak yine o benim için delişmen ve coşkun olan günlere gittim. Bir yönümle böyle bir geriye gidişe, kendimi koşulların kuşatmasından sıyırarak düş tadında nostaljiye bırakmaya ihtiyacımın olduğunu fark ettim. Yine aynı tonda, aynı içerik ve vurgularla konuşurken bir yandan haklılığını kanıtlamaya çabalıyor diğer yandan beni sorguluyor gibiydin. Ya da ben öyle hissettim.

 

“Ne oldu?” diye başladın söze, “Kaç yıl oldu görüşmeyeli. Birbirimizden ayrı iyi mi oldu? Birlikte çalışmadık. Çoğalmadık. İyi mi oldu?”

Yoksa o cevabı vermemeli o çocuğu üzmemeli miydim?

“Ben sizleri ne kadar çoğaltırdım bilemiyorum. Ama ben yalnızken de azalmadım, azalmıyorum. Belki de size katılsaydım azalacaktım. Sen beni azaltıyorsun”

Üzüldüm. Üzdüğümü hissettim. Daha oracıkta “çoğalmak, azalmak, çocuk kalmak” kavramlarında dönenmeye başladım. Çoğalma düşüncesi ile çocuk kalma arasında neden bağıntı kurdum? Seninle aramdaki ilişkiler özelinde bu kelimeler sözlükleri aşan özel anlamlar giyinir.

 

2.

 

Değişiyoruz. Her bir değişim mahiyetine uygun güzellikler, çirkinlikler ekliyor varlığımıza. Dışımız gibi içimiz de değişiyor. Arzu edilen, değişimin yüzde/yüzeyde değil özde olmasıdır. Her şeyimizin nicelik olarak değişiyor olmasına orantılı, dengeli nitelikte özümüz değişiyor mu? Asıl mesele bu. Her bir değişimle varlığımıza eklenenlerle çoğalıyor muyuz? Değilse yaşlanıyor olmamıza rağmen anlam dünyamız olması gereken verimlilikte yeşermeyebilir. Görünürde büyüyor olsak da yüreğimiz çocuksu çırpınışlarıyla hep küçük kalır. Düşüncemizi mümbit kılacak akış kurur. O zaman sayısal çokluğa sahip olsak da çoğalamayız. Çoğaldıkça çözülürüz. Birlikteliğimiz birbirimizi azaltan kısır ilişkilere dönüşür. Çünkü gerçek çoğalım anlam ve düşünce dünyamızın artmasıyla olmalıdır.

 

Üst bakışımızı yerküremize yönelttiğimizde kütle ve hacim olarak dünya varlığımızın artıp eksilmediği söylenebilir. Buna mukabil anlam ve değerler dünyamız sürekli artmakta veya eksilmektedir. Artan değişen durumlara ve konumlara göre algılarımız, tasavvurlarımızdır. Çoğalan her bir katkı ve katılımla yeniden şekillenen duygu ve düşünce dünyamızdır. Eğer anlam dünyamız bütün bu etki ve edimleri içermiyorsa niteliksel bir azalma yaşıyoruz demektir. Gelişmenin ve değişimin yönü bu istikamette olmadığı takdirde sayısal çokluk azalmamızı önleyemez. Bunun gibi kalabalık olmasanız da yeni duyuşlarla, yeni değerlerle varlığınızı anlamlı kılmayı başarıyorsanız çoğalıyorsunuz demektir. Düşünce ekseninde teşekkül eden ufuk açıcı ilişkiler insanı çoğaltır. Öbür türlüsü birbirimizi yankıyacağımız, tekrar edeceğimiz için hakikatte azalırız diye düşünüyorum. Birliktelikler belli bir anlam üretmek ve anlam paylaşmak için olduğu zaman değerli olur. Tersten anlamı azaltan, daraltan, tüketen birliktelikler de olabilir. Bu tarz birliktelikler cismani varlıklarımızın bir araya gelişlerinden güç bulduğunu, çoğaldığını sanan heyecandan, sürü mantığından başka bir şey yüklenmeyen boş benliklerin avuntusundan ibarettir. Ben çoğalmak derken fikri, ilmi ve estetik anlamda hülasa 'anlam' kavramıyla özetlediğim soyut ilgi ve yönelimlerimizin çeşitlendirilmesini anlıyorum. Her birimiz diğerimize farklı açılar, açılımlar kazandırmalıyız. Siz olmadığınız zaman toplam varlığımızda ciddi bir eksilme ve boşluk olmalıdır. Hepimiz bir tek duygunun, bir tek benliğin emrinde ve hizmetinde oluyorsak, birlikteliğimizin farklılıklara izni ve tahammülü yoksa gerçek anlamda çoğalma sağlanamaz. Orada çoğalmak, birbirimizi çoğaltmak adına birbirimizi azaltmış oluruz. Yüreğimizi yüreğimize bir darlığı, erimeyi, azalmayı paylaşmak adına yanaştırırız. El ele gönül gönüle verirken de ruhumuzdaki çorak yalnızlıkları giderme dürtüsü harekete geçmiştir. Yapılanlar son tahlilde doğrudan beşeri varlığımızı bir dayanışmayla koruma ve kollama amacına dönüktür. Bir araya gelerek kocaman ve devrilmez birlikler kuracağımızı sanırız. 'Birlikten doğan kuvvet' ile kastedilen, çoğu durumlarda düşünceye tekabül etmez. Bireysel varlığımız birbirine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Tek başımıza var olma gücü zayıflamıştır. Zayıf varlıkların birleşmesiyle güçlü bir ortak kişiliğin oluşacağı sanılır. Ancak bir başkası ile var oluruz. Birliğin diğer üyeleri kendi varlığımızın teminatıdır. Kendimi muhafaza etmem güç bulduğum birliğimi, birlikteliğimi korumam anlamına gelir. Birliğimizi koruduğum ölçüde var olurum. Bu noktada 'biz' tüm bireysel varlıkları potasında eriterek kuvvetli bir benliğe, giderek ruha, davaya, kavgaya dönüşür. Cemaat anlamında kurulan birlikteliklerin varsa eğer anlam örgülerinde bu etkiler, itkiler ve bağlar çok önemlidir. Dava ile benlikler arasında aşırı derecede iç içe geçmiş dokular söz konusudur. Birinin olmayışı diğerinin de olmayışı, birinin varlığı diğerinin de varlığı demektir. Çoğalmaktan anlaşılan da bu basit işleyişten başkası değildir. Sayısal olarak ne kadar çok olunursa o kadar güçlü, haklı, baskın olunur. Bilgiden, düşünceden söz edilecekse eğer, cemaat yapılarına hizmet ettiği ölçüde söz edilecek, değer bulacaktır. Çok haklı gibi gözüken gerekçelerle farklı şeyler düşünebilirsiniz. İnsan realitesi zaman zaman bu tarz eğilimler, çıkışlar içinde olabilir. İçinde yaşanan zamanın mecburiyetleri insan realitesini farklı ve aykırı duruşlara kışkırtabilir. Farklı görüş ve duruşlar birliktelikleri zaafa uğratacağından tehlike büyümeden önü alınır. Yani insanın kendi özgün kimliğini bulmasının önüne geçilir. Çoğu durumlarda fitne çıkarmakla itham edilenler, dışarıya bile itilebilirler. Ya özgür düşünüyorsan cemaatte yer alamayacak, dışlanacak ve açıkta kalacaksın; böylece her türlü saldırıya açık, korumasız olacaksın ya da eğer güvende yaşamak istiyorsan mevcut yapı içinde farklı sese farklı soluğa yönelmeyecek, uyumu bozmayacaksın. Burada her türlü istismara açık yanıltıcı bir birlik anlayışı söz konusudur. Orada birlik adına ve hatırına insanlar birbirlerini azaltır, tüketirler. Farklı düşlere, düşüncelere, yaşamlara, algılara, farklı duyuşlara, duruşlara, açılara, açılımlara, farklı seslere, seslenişlere yer yoktur. Gerçekte insanlar birbirlerini azaltırlar. Çünkü birlikte var oldukları sanrısıyla birbirlerini yontar, yok ederler. Yaşanan yalın insan realitemizin gerektirdiği yükleri, yükümlülükleri sırtımızdan atmanın verdiği hafiflik duygusudur.

 

3.

 

Bağlılarını azaltan cemaat yapıları gördüm. Sizler de görmüşsünüzdür. Bu yapı içinde büyümenin neredeyse imkânı yoktur. Hiç büyümeyen benliklerle hep çocuk kalınır. Geçmişten bu güne ve geleceğe bütün bir yaşamı etkisi altına alan kuvvetli bir çocuk benliği. Burada çocuk kelimesinin içini ilk gençlik yıllarının değer ve kazanımlarıyla doldurabilirsiniz. O çocuk biraz akıllı, biraz delişmen veya farklı tavırlarıyla hemen hepimizin içinde vardır. Çocuk yanımızı veya o evreden bir kalıntıyı hemen hepimiz içimizde bir yerlerde saklarız. Belki en duyarlı, en dokunulmaz iç mekânımızda saklar, koruruz onu. Doğrusu zaman zaman o çocuğu arar, hususen onu dinler, onunla konuşur ve hatta buyruklarını yerine getiririz. İçimizdeki çocuk mevcut kişiliğimizle ilişkileri içinde bize ne zaman ne diyeceğini de çok iyi bilir. O, çoğu zaman büyümüş de küçülmüş gibidir. Bizimle konuşur, bizi yönlendirirken şaşılacak bir deneyim ve maharetle koşullarımızı gözeterek ustalıklı ve işe çok yarar dengeler kurar. İçimizdeki çocuk derin kişilik çatlaması ve çatışmaları arasında bize küsmemişse, daha çok da yaşamın katı gerçeklerini esnetme ihtiyacı anında bize çok yararlı olur. Aramızda öyle içkin, içten konuşmalar geçer ki, sözün de ötesinde anlaşırız. Sır alıp sır veririz çoğu zaman. Onu kimsenin faydalı olamadığı zamanlarda en büyük yardımcımız, hatta kimileyin yol göstericimiz olarak el altında tutarız. Onu hiç büyütmememizin haklı gerekçeleri vardır. Bazen yoğun olarak çocukluğa, çocukluğumuza muhtaç oluruz. Motif olarak bile olsa bu geriye dönüşler, bu sığınışlar aslında saf insan yanımıza dönmekle, özümüze dönmekle aynı şeydir. Buraya kadar her şey tamam. Problem içimizdeki çocukta değil. Çocuk çocukluğunu yapıyor. Büyüklük rolleri yapması da önemli değil, hatta o haliyle güzel oluyor. Hatta çocuklar çocukluklarını biraz da büyüklüğe öykünerek kanıtlar. Sorun büyüklerin çocukluk yapmasında. Büyüklerin çocuk kalmasında. Çocuklar kendilerini dünya gerçekliklerinin, realitelerin etkisinden soyutlamışlardır. Bu realiteler onlar için bir oyun malzemesi veya konusudur ancak. Çevreme baktığımda bu tanıma uyan yığınla ileri yaş grubu çocuklar görüyorum. Tatlı düşleri, körpe heyecanları ile birdenbire büyümüş gibidirler. Dünyadan, yaşamdan, realitelerden, anlamdan ve değer üretmekten uzak; ham, uçarı hayallerin adamıdır hepsi. Ölçüsüz heyecanlarını çiğ düşlerini, başıboş arzularını fikir, düşünce, sanat, siyaset sanan nice adamlar erginliği uzun sürmüş çocuklardır bana göre. Doğal olarak bu insanların bana ve yaşama ciddi manada katacakları bir değerin olması için büyümeleri gerekiyor. İnsan ancak yaşamı her aşamasında belli bir duyarlıkla anlayarak, anlamlandırarak, kendi hakikatini kurarak büyür, çoğalır. Bu büyüme ve çoğalmada en büyük yardımı içimizdeki çocuktan alırız dersem şaşmayın. Çünkü uydum kalabalığa mantığı ile yürümeyi yaşamak sanırken bize en olmadık yerde olmadık sorular sorar, soracaktır çocuk yanımız. Küçümsemeyin, o soru kanalını tıkamayın ve devamlı açık tutun derim ben. Hatta düşünmek, bir açıdan o çocuğa cevap vermeye çalışmaktır bile denilebilir.

 

4.

 

Hep karşı durduğun için bulunduğun ortamlarda olay adam oldun. Aykırı, karşı tavırlarınla kendini gündemde tutmayı başarıyordun. Bütün bunlar tavırlarını çocuksu olmaktan kurtarmaya yetmiyordu. Dahası çocuksu damarından besleniyordu(n) şimdi anlıyorum. Bir savaşın tam ortasındaymışçasına, mevzi alır gibi durduğun yer seni varoluşsal anlamda ifade eden yer değildi. Bulunduğun yerde bir karşı duruş sahibi olduğunu söyleyemiyorsam duruşunu muhkem kılacak düşünsel dinamiklerin ve diyalektiğin olmadığı/olamadığı sebebiyledir. Birilerine karşı olarak varlığımızı hissettirmek yerine varlığımızı temellendirdiğimizde birilerini karşımızda bulsaydık bu bizi daha saygın, daha sahici bir konum sahibi yapacaktı. Duruşumuz tutarlı bir diyalektik ve kaide üzerinde belirginleşmiyordu. Var olduğu sanılan düşünce dünyamızın dinamikleri esasen akıl ve ruhumuzu terleterek kazandığımız değerler değildi. Belli kalıplarla, belli etki ve tepkimelerle şekillenmiş bir dünyada alışkanlıklarımıza ve koşullanmalarımıza en uygun yerde durmayı duruş sanmak ne kadar sahici olabilir? Her şeye rağmen eğer vardıysa bir duruşumuz bu fevriydi, analitik ve üzerinde inceden inceye düşünülmemiş, içselleştirilmemişti. Kendi payıma doğrusunu söylemek gerekirse yine aynı veya yakın duyarlık alanında duruyorum. Ancak farklı duyarlıklara, düşünme biçimlerine kapımı aralamış, farklı iklimlere yol bulmuş yol açmış biri olarak. Şöyle de söylenebilir; pergel gibi bir ayağım burada diğer ayağımla farklı alanlarda gezinip durdum, duruyorum. Farklılıkları fark etmekle, değişik anlama biçimi ve seçenekleriyle çoğalıyorum. Tüm kelimeler bizim bildiklerimizden ibaret değilmiş meğer. İnsan güzellikleri aradığı zaman başkalarını ve başkalarında olanı da fark ediyor. Ama doğruyu kendinde bilince başkalarını hep yanlış ve yanlışta sanıyor. Daha da kötüsü arama ihtiyacı duymuyor. Bu noktaî nazardan bakıldığında gelişme seyri içinde herkesin hayatında iki önemli evreden bahsedilebilir. Birincisi doğruların bizde ve bizim söylediklerimizin doğru olduğu dönem. Bu dönemde herkese doğruları tebliğ ve telkin ederiz. İkinci evre ise doğruları anlamaya çalıştığımız, bulmaktan ziyade arama zevkine doyamadığımız dönemdir. Birincisinin tersine ikinci aşamada insan bilmediğinin çokluğunu anlar ve ilginç bir şekilde bilmediklerini artırmaktan zevk duyar.

 

Sen hep bildin. Nedense seni hiç öğrenme konumunda görmedim. Devamlı öğreten oldun. Ömrün herkese hakikati anlatmakla geçti, geçiyor. Seni bileli beri hep böylesin. Kendime ancak şimdilerde sormayı akıl edebildim; bütün bu hakikatleri ne zaman öğrendin, öğrenmeyi ne zaman ve nasıl tamamladın diye. Daha da önemlisi nasıl başarabiliyorsun bütün konuları o bir tek söylemle çözümlemeyi. Her şeyi o tek düze cümlelerle izah etmeyi. Sorulduğunda cevap hazır: Hakikat tektir ve değişmez. Elbette hakikat değişmez. Yaşamın bir gerçeklik olarak önümüze koyduğu olgular, algılar değişir. Oysa sen her hastaya aynı ilacı veriyorsun. Her olay sende aynı teşhis, aynı yorum, aynı tanımla karşılık buluyor(du). Bu indirgemecilik kolayına geliyor olmalı. Öbür yandan baktığımızda ise yaşamaktan, belki hoşuna gitmeyecek ama aynı zamanda hakikatten kaçmak olmalıdır. Niçin mi? Bu uzun bir konu. Şimdilik şunu ifadeyle yetineyim; özellikle mutlaklık yönüyle hakikatin değişmeyeceğine ben de inanıyorum. Ne ki, hakikat durağan bir yapı olmadığı gibi her zamana ve her zemine sirayet edecek dinamik yapıdadır. O değişmezi kendi değişken konumumuzda anlamaya çalışırken bile dinamik bir yapı içinde buluruz kendimizi. Başka değil, bunca yılın öğrettikleriyle bile olsa aslında hakikatin dar sınırlar içine sıkıştırılacak sığlıkta ve basitlikte olmadığını, hatta onun sonsuzluğa ve sınırsızlığa yönelim olduğunu veya bu yönelimi gerektirdiğini sen de biliyor olmalısın. Ancak bu saatten sonra üstelik çoğu şey için geç kalmışlık psikolojisiyle beşeri bir mekanizma işleterek kendini haklı çıkarma gayretleriyle savunma geliştiriyorsun. Bu noktada hakikat motifi seni haklı çıkaracak etkili bir enstrümana dönüşüyor. Belki de gerçeklerle yüz yüze gelip huzursuz olmaktansa gerçeklerden kopuk düşlerinde yaşayarak mutlu olmayı seçiyorsun. Hatanla sevabınla kendini yüklenmeyi, kendini omuzlamayı göze alamayışın hakikatin seni haksız çıkardığı veya çıkaracağı ihtimalinden kaynaklanıyor olabilir mi? Bu mutluluk oyununa başkalarını da katmaya hakkımız olmalı mı? Şimdi ben haklı haksız meselesi üzerinde de durmuyorum. Benim merak ettiğim bütün bir ömür aynı kalmayı, aynı şeyleri söylemeyi nasıl başarıyorsun?

 

5.

 

Otuz küsur yıldır onu böyle, hep böyle tanıdım. O kadar ki, daha ilk cümlesinden sonraki cümlelerinin ne olacağını kestirebiliyorum. Bir de benden öncesi var; aman ya rabbi, en az elli yıl!.. Bir insan nereden bakarsan yarım yüzyılı aşkın bir zaman bir tek konuya, birkaç cümleye ömrünü nasıl kilitler, anlamakta zorlanıyorum.

 

Dosttur. Çocuksu bir dost. Onunla bu bağlamda bir dostluk insana müthiş keyif verir. Birlikte çay içeceksiniz. Bir oyun tadında ilişki kuracaksanız bir diyeceğim yok. Evcilik oynar gibi; mesela devletçilik, cemaatçilik oynayın. O Donkişot siz Sanço Pansa olarak tüm gerçekliklerden bağınızı koparın. İşte karşınızda sıra sıra hayali düşmanlar, saldırın. Yıkın devletleri, şirk düzenlerini. Yerle yeksan olsun zulmün tapınakları. O önde sizler arkasında yer gök inlesin, bu kavganın şiddetinden. Karmaşık insan yapısı kimileyin böyle sanal uçarılıkların verdiği rahatlayışa da gereksinim duyuyor olmalı.

 

Etki alanını düşüncelerimizi sınırlayacak ölçüde genişleten negatiflerin gerçekliğine karşı, gerçekliği kuvvetli bir zihinsel donanım ve hazırlık içinde olduğumuzu söylemek kolay değildir. İşte ben bunu söylüyorum. Tüm bunlara karşın bu ciddiyete sahip olmaksızın bir kavganın sürdürülmesini yadırgarım. Donkişot'un gerçekleri tartmayan saf çocuksu bilinci hoş görülme payını artırıyor. Ancak ortalama bilinç düzeyinde düş ve gerçeğin tokuşmasını yeter ölçüde gözlediği varsayılan insanların önlerinde yapmaları gereken küçük işlerin sorumluluğundan kaytarmak için büyük düşler peşinde koşturmaları, tembel ruhlarıyla zayıf kişiliklerinin marifeti olmalıdır. Pratikte gerçekleştirme olanağı bulamadığımızdan içimizde hep büzüşmüş, yarım kalmış duyguları düş düzleminde tadabiliriz. Manevi ve manyetik alanlarına başkalarını da katarak düşle gerçeği birbirine katanlar içlerinde tüm mızmızlığıyla şımaran çocuğun gönlünü etmek yerine “hayır, biz bu meselelerin adamı değiliz” deseler daha nezih, daha sahici bir duruş ortaya koyacaklar. Üstelik bu tutumla normalleşme emaresi gösteren kişilikleri sadece kendilerini değil başkalarını yanıltmayacak.

 

Herkes kendi yerinde olduğu zaman içinizdeki çocuğu daha bir özenle dinleyebilirsiniz. Bir şartla; çocukça bir oyun tadında ve Donkişot'ça olduğunu bilerek. Hayır ayıp değil, kimseyi yanıltıyor da değilsiniz. Hem sonra kim ne kadar gizlenmeye, üstünü örtmeye çalışırsa çalışsın hepimiz içimizde bir çocuk yaşatmıyor muyuz? Çocukluğumuzda kalması gerekirken kendimizle büyüttüğümüz, beraberimizde alıp getirdiğimiz yanlarımız, yanılgılarımız yok mu? O çocuk kimi zaman bizim en özgür ve özgün yanımızı temsil ediyor belki. Kimse büyüklüğümüzden kuşku duymasın diye kralın elbiselerinin ne güzel olduğunu söyleriz. İçimizdeki o çocuk değil midir “Kral çıplak” diye tüm halüsinasyonların perdelediği gözümüzü ve aklımızı açan? Her ne olursa olsun o çocuğu susturmamalı ama fazla da şımartmamalıdır. Bir yanda hayallerimizin, düşlerimizin, coşkumuzun varoluşumuzu kışkırtması gerekiyor, diğer yanda kişisel gelişmemizin aksamaması.

 

Öncü değil ama hep önde olmak isterdin. Niçin? Bu oyunda bu böyledir. Lider O, kaptan köşkü onun olmalıdır. Komutan O. Siz O'na bağlı ve tabii olmalısınız ancak. Esasen bu tarz ilişkilere uygun zemin zayıf ruhsal eğilimlerin patolojik denilebilecek sapmalarıyla kurulur. Evet, sağlıklı bir zemin değildir bu. Hastalıklı bir ruh durumunu ifade eder. Ya da ne kadar normal görünmeye çalışsa da, kendini aşamamış ve açamamış sorunlu, sıkıntılı bir ruh durumunu. Hakim ya da teslim olma yolunu seçerek sağlanacağı sanılan rahatlama psikolojisinin açığa çıkardığı tavırlar vardır. Anlam üretmek ve anlam paylaşmak gibi varoluşsal amaçlara yönelim olmadığından kişilikleri tatmin etmek için kemiyet öne çıkarılır. Bu yapı içinde düşünceye, düşünsel çabaya fazla gerek duyulmaz. O nedenle otuz yıl, elli yıl sözde düşünce ve kavga adına aynı plak çalınıp durulur. İyi de elli yıl zihnin durağanlığına, “yerinde say marş” ritmine nasıl dayanılır? Hakikati bulduğunu sanma yanılgısıyla, artık hakikati arama ve bulma ihtiyacının kalmadığına inanılırsa dayanılır. Hakikat bulunmuştur ne de olsa. Onu tekrar tekrar aramaya gerek yoktur. Hakikat bu kişilerde hiç eskimeyecek, azalmayacak ve yitirilmeyecek bir şekilde benliğe dönüşmüştür. Huzurludurlar. Daha doğrusu benlik bu yapılanma ile mutlu olmakta, mutlu kalmaktadır. Farklı bir açılım, yeni düzenlemeler, yer değiştirmeler bu saatten sonra mutluluğu bozucu şeylerdir. Bozulacak sadece mutluluk da değil, bütün bir benlik ve onunla özdeştirilen, uğruna bütün bir ömür verilmiş hakikatlerdir. Şimdi o hakikatler yitirilsin mi, bitsin mi? Yeni açılımların ve her dem arayış, buluş içinde olmanın varlığımızı azaltıcı, yontucu etkilere yol açmayacağını bilakis varlığımızı çoğaltıp zenginleştireceğini, bize hareket ve istikamet kazandıran öz her ne ise onu daha dolu, daha donanımlı, daha dinamik kılacağını anlatamazsınız. Anlayamazlar. Yeni arayışların ve yeni açılımların belki başka bir şeyi başlatmak adına bir şeyleri bitirdiği veya bir şeyi başka bir şeye dönüştürdüğü doğrudur. Yaşamak ve varoluş bu değişim ve dönüşüm süreci içinde bir anlam içeriyor olmalıdır. Ancak zihnin ve ruhun bu güzergahta seyrinde bitenin ne olduğu tartışılabilir. Bence biten sizsiniz. Size emanet edilen benliği kendi dar ve kapalı sınırlarınız, sınırlamalarınız içinde yıldırıp sindirdiniz. Ruhunuzun derinliğine sarkma ve salınma cesareti de arzusu da tükendi. Zihinsel dünyanızı zinde tutmak gibi bir çabayla kendinizi çoğaltmanın imkânını ortadan kaldırdınız. Hatta mümkünse size baş ağrısından başka şey bırakmayacak zihin gurultularından uzak durun!.. Zaten hakikat elinizin altında, belki sizin tekelinizde olduğundan hakikati bulmak isteyenlerin de bulmaları gereken sizden başkası değildir. Siz önde diğerleri arkada veya karşınızda başlasın yüksek ideallere uygun nutuklar. Yalçın kayalar gibi direnen kalbimizin işleyişine ayarlı o iyi niyetinizden dolayı sizi kutlarım kutlamasına da, ben asıl olmayan tahtınıza kurulmakla var olduğunu sandığınız hakimiyetinizin gölgesinde gün görmeyen insanlara yazıklanıyorum. Tiyatrodaymışım gibi sizi izlemek bile bir hoş oluyor.

 

Kaç yıl geçti aradan?

Şarkı sözü gibi oldu. Olsun.

Hiç değişmemişsin. Birden ruhum, belleğim kaydı gitti. Geriye dönüşle anıların, hayallerin harmanını savurmak iyi geldi. Oradaki karakterimi ilk mayalayan çocuğu, ilk gençlik yıllarımı sevdim ve şimdiki halimden de müşteki değilim. Hiç değişmemiş halinle kocaman bir çocuk olarak seni de seviyorum. Aynı kalmayı, aynı yerde kalmayı nasıl başardığını çözmeye, çözümlemeye çalışacağım. Bir gün belki bir öyküden çıkıp gelerek, belki bir öyküde gelip karşıma oturarak anlatırsın. Belki seni Muhtelif insanlar koleksiyonuma mesela orada Minyatür Adamlar bölümüne yerleştiririm.

İyi oldu görüştüğümüz.

“Ne oldu?” diye başladın söze, Sanki biraz sitem, biraz sorgu yüklüydü tonlaman. Ama bakışındaki ışık, sözcüklerinin rengi içeriği aynıydı. “Kaç yıl oldu görüşmeyeli. Birbirimizden ayrı iyi mi oldu? Birlikte çalışmadık. Çoğalmadık. İyi mi oldu?”

Yoksa o cevabı vermemeli o çocuğu üzmemeli miydim?

“Ben sizleri ne kadar çoğaltırdım bilemiyorum. Ama ben yalnızken de azalmadım, azalmıyorum. Belki de size katılsaydım azalacaktım. Sen beni azaltıyorsun”



Necmettin EVCİ