> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Edebiyat Eserleri > Makale Dünyası > Denemeler > Aşkına mecnun
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Aşkına mecnun  (Okunma Sayısı 769 defa)
13 Eylül 2010, 15:41:28
Sümeyye

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 29.261



Site
« : 13 Eylül 2010, 15:41:28 »



Aşkına mecnun

Doksanlı yılların birinde bir şubat ayı; şehrin en soğuk, her yerin beyaza boyandığı, kar’ın toprak üstünde hüküm sürdüğü bir vakitte sımsıcak topraklara doğru yola çıktım. Bir başımaydım. Kendi kendimi alıp dağların üzerinden aşa aşa, çölün her daim yer değiştirmede mahir kumdan tepeciklerine bata çıka uzaklara kanatlandım. Kış mevsiminin ağır, hantal, renksiz, donuk kıyafetlerini çıkarırken, ayaklarıma hiç usanmadığım sevgili sandaletlerimi hassasiyetle geçirdim. Üzerimde gök mavisi bir elbise yerlere dek uzanıyordu. Heyecanım mavilendi birden, gördüklerim maviye boyanıverdi.

           

“ ‘Sana mavi vadedenlerin, gökyüzüne bile dokunamadıklarını farkedemiyor musun?’ diyen bir ses, mavi bir koltuğa oturup belini dik tutmaya çalışıyordu. Başında takkesiyle, her ağzını açtığında mavi kelimelerin döküldüğü, mavi bir kuşu andırıyordu.”

 

Benim dileğim içimdeki üzerine kir yapışmış bölgeleri söküp atmaktı. Arınmak. Ben arınmalıydım. Oralara arınmak için gidiyordum işte. Yıllar boyu kendi üzerimde gerçekleştirdiğim yenilenmeler bir sonuç vermemişti. Her yılın başka kokusu, rengi ve hatırlanış paragrafları vardı. Bir yıl kahveye, bir yıl boz rengine, bir yıl laciverde, bir yıl neftîye dönüştüm; turuncular taktım, siyahsız hiç olamadım. Değiştirdim duruşumu, dönüşümü, tutuşumu, cümlelerimdeki ağırlık noktasını... Hiçbir şey beni tamamlamaya yetmedi.

 

Her gece yastığa sarılıp ağlamak yetmiyordu, sokakları kendinle kol kola arşınlamak yetmiyordu, her saat başı bir kırmızı elma yemek yetmiyordu, dost eli aramak yetmiyordu. Ki dost ararken kendime, ne kadar dost olabiliyordum, hiç düşünüyor muydum bunu? Aranmalar geçici sükûnet sağlıyordu belki, ama geçiciydi işte. Bir şekilde yaz yağmurları gibi geçip gidiyorlardı bir “eyvallah” demeden. Yine kalakalıyordum öyle yalnız, öyle benle, öyle hep birşeyler eksikmiş gibi...

 

“Gibi” değil. Hep eksiktim. Sanki elim var da parmağım yokmuş gibi. Sanki gözyaşım var da gözüm yokmuş gibi. Sanki sesim var da dilim yokmuş gibi. Sanki yürüyorum da ayağım yokmuş gibi... Eksikliklerim. Hep bu eksiklikleri tamamlayacak objeleri aradım biliyorum. Sevdalanışım bu yüzdendi her güzele. Tutunuşum bu yüzdendi her ele. Sarılışım bu yüzdendi her kucağa. Bakışım bu yüzdendi hangi renk olursa olsun bana bakan her göze. Dokunuşum bu yüzdendi her uzanana.

 

Tamamlanmak derdiyle isimden isime, yürekten yüreğe, mekandan mekana, şehirden şehire dolaşmalarım oldu. Acıyordum. Acıyan yanlarımı sakinleştirecek neydi bilmiyordum gerçekte. Bilmemek daha beter yapıyordu insanı. Daha deli, daha kapalı, daha sert, daha sınırsız; daha umursamaz edaları dilimde, gözümde, yüzümde. Her aşk biterdi bana göre. Lakin aşkın bitmediği bir yer olmalıydı. Bana göre hep birşeyler olmalıydı zaten. Rüyalarım bile çağırdığımda “emret komutanım” titizliğinde karşımda durmalıydı. Her şeyi olur’una bıraktığımda, her şeyin beni daha kolay bulabildiğini farkedebilmek için çok yıl yürümem gerekliydi lakin.

 

                        *          *          *          *

 

Aldım kendimi; sıcak topraklarda kim olduğumu, ne olduğumu, nereden gelip nereye gitmede olduğumu, nasıl olduğumu, nasıl olunduğunu bulmaya götürdüm. Bulutları yarıp geçtik saatlerce. Saatlerce hazırlık yaptım gözlerimi devirip. Orada ne bulacaktım? Orada ne olacaktım? Orada olanlar bana açılacak mıydı? Orada olanları ben açmayı başarabilecek miydim? Bilmiyordum elbet.

 

            “Ey deli gönül!

            Ey deli gönül!

Aşk varsa biter dünya. Dünya varsa aşk hiç olmamıştır. Aşk’ı tanıdım sananlar henüz aşk’a uyanmamıştır.”

 

Bir tablette böyle yazıyordu. Kim yazmıştı? Neden yazmıştı? Neler yaşamıştı da bu kelimeler dökülmüştü? “Bir cümlenin oluşmasında bile yılların öyküsü gizlidir” diyordu yazar. Her cümleye bir öykü...

 

“Öyküler kaçar. Öyküleri ancak öykü okuyucular yakalar. Cümlelerin öyküsü, sadece onlara kapılarını açar.”

 

                        *          *          *          *

 

Yolculuğum boyunca okuduğum kitaplar, havaya bıraktığım her cümle, kaydı alınmış her ne yazmışsam bir telaş bana koşarak geldiler. Ve dediler: “Bizi bir araya getir önce. Öyle bak.”

 

Yüzümden düşen bin parçaya bölünüyordu biliyordum. Aynalar bunu sık sık bana söylüyordu. Bu yüzdendi kaçışım onlardan. Kaçmak. İnsan kendinden kaçamıyordu ki. Hep onu yanımda taşıma zorunluluğu üzerimde. Onsuz da olmuyor, hani sanki onla da olmuyor gibiydi. İşte meselenin can alıcı noktalarından biri de bu. Neden insana yol gösteriliyordu? Yaşadıklarının tümü üzerine geçiriliyordu insanın, bir kılıf şeklinde. Kılıf tene çekiliyor, ondan bir parça oluyordu sonunda. “Çıkarmak isteyeceğin bir elbiseyi giyme” diyordu.

                        *          *          *          *

 

“Aşk” diye başladım cümleye. İçimde bir titreme oldu. Titreme şiddetini arttırıp sallantılara dönüştüğünde ben bu tempoya dayanamayacağım hissine kapıldım. Bir insan neye, ne kadar güç yetirebileceğini hiç kestiremiyor oysa. Aşk’ı bile sırtına alabildikten sonra. Aşk’ı bile baş köşeye oturtup karşısında durabildikten sonra. Aşk’a aşık olmanın ayrımına ancak maşûku yitirmekle vardıktan sonra... İnsan sınırlarını zorlamayı iyi biliyordu küstahça ve korkusuzca. Onlardan biri de bendim işte. Hem küstah, hem korkusuz. Neye dayanarak? Ene’ye... Ene’m büyüdükçe, ben baş kaldırıyordum her şeye.



“Mecnun Leyla’sına aşıktı.

Leyla gitti aşk kaldı.

Mecnun gitti, aşkı kaldı.

Aşkına aşık olduğum, kendimi ben yakacağım.”


            *          *          *          *

 

Cümlelerim kavgadaydı. Onların arasını açmaya çabalarken her şeyden uzaklaştırıp kendimi, O’na sarılmaya gidiyordum. Sarılacaktım Kâbe’ye. Öpecek, koklayacaktım örtüsünü. Af dileyecek, “kabul et” diyecektim.

 

            “Ben kulunum.

Kendine zulmedenim.

Cehaletinden alemde kaybolanım.

Bana verdiğin değerin ne farkındayım, ne de kendine değer verenim.”


 

Bir mecnûn, bir deli gibi mi yani? Kime mecnûn, kime deli peki?

Onca yılı bir boşluğun içine düşe düşe yaşamanın acısı çöküverdi içime. Boşluk bir yağmur yağsa boyası akacak rengarenk süslerle bezenmişti. Dibe indikçe daha bir parlıyordu simleri. Dip de neredeydi ki?

 

O dibe vurmaktan korktuğum anda yukarı doğru çekilmeye başladım. Yusuf’un atıldığı kuyudaydım sanki. Bir kervan susamıştı. Bir kova sarkıttı kuyuma. Su yerine ben vardım kovada. Bu, benim kurtuluşumun başlangıç noktasıydı. Yusuf, aşkından eşe dosta parmak kestirtecek, zindanlara atılma sebebi güzeller güzeli Züleyha’nın yanına doğru yolculuğunun başladığını bilmeden çıkmıştı kuyudan. Ben kime doğru?

 

                        *          *          *          *

İpek kumaşın kokusunu içime çektiğimde durdu dünya. O’nun huzurunda boşalttım içimdeki tüm kirleri. Döndüm etrafında bir pervane gibi. Döndükçe O’ndan olduğumu anladım. Döndükçe kime yandığımı anladım. Döndükçe kim olduğumu anladım.

 

“Ya Rabbî!

            Dileyene cennetini ver, bana seni...”


 

Dizlerimin üstüne düştüğümde orada öylece kaç zaman kaldığımı; kaç zaman boynum bükük, belim eğri ağladıkça yandığımı anımsamıyorum. Herkes düşüyordu orada. Bir ben değil... Herkes düşüyordu yere. Aczinden belki, tükenmişliğinden belki, kulluğundan belki... Herkes düşüyordu. Kimse dönüp bakmıyordu düşene. Herkes ağlıyordu orada. Kimse “niye” diye sormuyordu. Herkes kalabalığın içinde, herkesten uzak O’nunla başbaşaydı orada. Bu birlikteliğe şahit olan gıptayla tutuşuyordu.

 

“Aşk yıllarca aradığım.”

 

 Yanlış yerde aradığımı o maşûku, orada anladım. Orası doğduğum yerdi yeniden dünyaya.


 

Hamza atını savura savura geliyordu. Ömer öfkeyle kılıcını elinde tutuyordu. Ali sessizce onun yatağına uzanıp ölümü bekliyordu. Deve ilk mescidin yerini göstermek için yavaş yavaş ilerliyordu. Sümeyye mızrak darbesiyle son feryadını bırakıyordu. Hind kara bakışlarını yere deviriyordu. Vahşi perdenin arkasından hasretini dindiriyordu. Sümeyra “O’ndan haber verin” diyordu. Atlar yere düşüyordu. Kuyular zehirleniyordu. Uhud acıyla kıvranıyordu. Sevr her şeye yukarıdan bakıyordu. Hatice bir gece titreyen bedeni örtüyordu. Ve diyordu: “Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz yine vazgeçmem.”

 

Her şey gözlerimin önünden akıyordu böyle. Onların sevdiği kadar sevebildim mi? Onların öldüğü kadar ölebildim mi? Ben mecnûn olabildim mi?

 

            “Gözüm Leylâ’da değil, nasibime Leylâ olmak düşse de
 
            Beklemek değil mecnûn’u; mecnûn olup aramak, aşk kime?”
   



Naz FERNİBA
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Aşkına mecnun
« Posted on: 25 Nisan 2024, 18:43:18 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Aşkına mecnun rüya tabiri,Aşkına mecnun mekke canlı, Aşkına mecnun kabe canlı yayın, Aşkına mecnun Üç boyutlu kuran oku Aşkına mecnun kuran ı kerim, Aşkına mecnun peygamber kıssaları,Aşkına mecnun ilitam ders soruları, Aşkına mecnunönlisans arapça,
Logged
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes