๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Büyük Osmanlı Tarihi => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 02 Mayıs 2011, 15:19:15



Konu Başlığı: Global bir tesbit
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 02 Mayıs 2011, 15:19:15
Global Bir Tesbit


Dünya târihi içinde 622 yıl süren bir devlet ömrü sergileyen Os­manlı İslâm Devletini, önümüze koyacağımız pek esaslı dokuz so­ruyu tesbit edip, cevaplarını verebildiğimiz takdirde Osmanlı Dev­leti fenomeni hülâsa edilmiş olur.

Sorular:

 1-Osmanlı Devletinin Kuruluşu.

 2-Sİyasi Yapıs

 3-!kti-sadi Yapısı.

 4-Devlet Teşkilât Yapısı.

 5-Düşünce Yapısı.

 6-Fikir ve Sanat Hayatı.

 7-Hanodan'ın Yapısı.

 8-Toplum Yapısı.

 9-Bilime Katkısı.

Cevablar:

1-Osmanlı İslâm Devletinin kuruluşunu herşeydıj önce insanımızın iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Çünkü  devletin kuruluşuna giden yoldaki işaretler, dünya yüzünde bel hiçbir devletin mazisinde yer almamaktadır.

Rüya insanoğlunun ortak malıdır. Rüyanın müslimcesi, gayr müslimcesi olmaz hâttâ, materyalistler dâhi rüya görürler ve bunların rüyalarına girmesine engel olmaya kadir olamamalanndarj dolayı bir şuuraltı hâdisesi diye geçiştirirler.

Aslında rüyaları yorumlamak bir ilimdir. Dünyada bu husus aid nice eserler kaleme alınmıştır. Rüyaların; şeytani, rahmani di ye tasnife tutulduğunu pek bilmeyenimizde yoktur.

Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman Gâzi'nin babasmıı babası Süleyman Şah'dır. Süleyman Şah; Orta Asya'nın Altay da gına yakın bölgesinde yaşamakta olan Kayı Han isimli bir Türl kabilesinin reisiydi. Bu kabilenin geçmişi Oğuz Han evlâdıdır. M 1200 yılı sonrasında Asya kıtasını kasıp kavuran Cengiz adlı Mo ğol hükümdarının şerrinden Türkistan'ın Mahan bölgesinde iskâne teşebbüs etmişlerse de, zâlimin zulmünün oraya da erişeceği kestiriidiğinden, göç kaldırılmış Ahlat taraflarına oradan Erzincan'e geçilmiştir.

Bu zahmetli göçün; yüz, yüzellibin kişiyi kapsadığın.! düşünür­seniz, ne kadar büyük bir sosyal dram yaşandığını idrak kolayla­şır. Süleyman Şah; Cengiz fırtınası dinmiş olabilir nazariyesiyle, anayurduna dönmek üzere yola çıkmış, Halep şehri civarında Caber mevkii denilen bölgede Fırat Nehrini atıyla geçerken düşerek boğulmuştur. Naşı sudan çıkarılan Süleyman Şah, hemen o civar­da defnedilmiştir. Bu kabir Türk Mezarı diye anılmıştır.

19501i yıllarda, Caber Suriye devleti topraklarında kalmış ol­masına rağmen Süleyman Şah'ın kabrinde, Türkiye Cumhuriyeti devletimiz bir manga askere ihtiram nöbeti tutturmaktaydı. Süley­man Şah'ın dört oğlundan Gündoğdu ve Sungurtekin babalarının çıktığı yola devam edip, kendileriyle birlikte gelenlerle giderler­ken, Ertuğrul bey ve Dündar bey atlarının başını çevirdikleri istikamet Anadolu içlerine yürümek olmuştu. Pasinlere geldiğinde Ertuğrul bey ve beraberindekiler buralarda dolaşırken, Sarubatu Savcı bey'i Konya'da oturan Selçuk Sultanına gönderen Ertuğrul bey bir yayla bir de kışlayacak arazinin kendilerine ihsan olun­masını istedi.

Savcı bey Konya Sultanına giderken, Ertuğrul bey'de arkasın­dan aynı istikamette yavaşça ilerlemekteydi. Yolda Moğol askeri ile savaşa tutuşmuş ve mağlubiyeti adetâ kesinleşmiş müslüman bir müfrezeye rastladı. Dindaşlığın gereği, hemen bu müslüman müfreze lehinde ağırlığını koyan Ertuğrul bey'in cengâverleri, Mo-ğolları perişan ettiler. Bu yardımın haberi tabiatıyla Konya'ya" ulaş­tığında, Alaaddin-i Keykubat Ertuğrul bey'in arzusunu i'saf ede­rek, Domaniç ve Ermani yaylalarıyla, Söğüt'ü kışlamak üzere ih­san etti.

Takvimler bu sırada h. 630/m. 1233 yılını gösteriyordu. Ama bu tarih Osmanlı devletinin kuruluşu değilse de Kayı aşiretinin Anadolu toprağında ebediyyen yerleşmesinin târihidir. Burada yerleşen Kayı aşireti, artık bir hamilelik dönemine girmiştir. Çün­kü Osmanlı İslâm Devletine gebedir.

Kışlak ve Yaylanın ihsanından 25 milâdi yıl, 26 hicri sene son­rasında, yâni h. 656/m. 1258'de Söğüt'de dünya yüzüne adı Os­man verilen bir yiğit geldi. 41 kere maşaallah der gibi, 41 sene sonra nizâm-ı âlem dünyasından da, maveradan da, erenler sofra­sından da, ehlûlSahlar âleminden de müttefikan bir karar südûr el­ti. Devlet-i âli, Osmancığa verilmiştir. Takvim h. 699/m. 1299 27/ocak'ı göstermektedir.

Böylece yangına dönen Selçukiye devletinin külleri üstünde bü­tün dünya'ya, İslâm bayraktarlığını yapacak, Osmanlı İslâm Dev­leti zuhur etmiştir. Kuruluşun destansı tarafını böyle özetlemek ka­bildir. Şunu da burada ilâve edelimki, Şeyhi Ekber Muhiddin-i Arabi (r.a) hazretleri, Osmanlı devletinin kuruluşundan 75 sene önce kaleme aldığı <Şeceretün Numâniyye Fi Devlet'il Osmaniye> adlı eserinde, Âl-i Osman Halifelerinin ilki olan, Yavuz Sultan Seüm Hazretlerinden başlıyarak; Osmanlı devletinin mühim vaka­larını cifir ilmiyle ifade ettiğini, Ahmed Cevded Paşa pek değerli eserinde beyan etmektedir.

2- Osmanlı siyasi yapısı dediğimizde, bu soruyu günümüz anla­yışından ziyade, o günün içinden bakarak cevaplanması lâzımdır. Aşiretin meydana getirdiği ilk topluluk, bir Türk toplumuydu. Çün­kü Orta Asya'dan çıkan bu aşiret, yaylasına veya kışlağına yerleş­tiğinde, kavmi bakımdan, homojen bir yapıya sahipti. Buna bağlı olarak, ilk dönemdeki aşiret reisinin otoritesi hân'lıkla idare edilen bir topluma yabancı olmadığından, Türk hânlarının, klasik siyasi ve idari anlayışı aşiret döneminde câri oldu.

Bahse konu siyasi anlayış, içeride olsun, komşular iie olsun bü­tün meseleler, aşiret içinde var olan ailelerin büyüklerinin katıldığı toplantılarda istişareler yapıldıktan sonra çıkacak tekliflere eğililip özetleyip, tercihini bey'in bildirmesi usul idi. Bunların edille-i erbaa yâni; Kur'an, Hadis, Kıyas ve İcmaya dayanması anşart idi. Aşiretten devlete geçişte, Osman Gazi babası Ertuğrul bey'den ahzetmiş olduğu vasiyet veya nasihattan bir milim inhiraf etme­miştir.

Her ne kadar Osman Gazi kendi döneminde padişah diye anıl-mamışsa da, bir mutlakiyet temsilcisi olduğunu söylemeden geçe-meyiz. Ancak bu mutlakiyet, adalet, ahiret kaygısı, istişare, istih­barat ve tarih bilgisiyle bir nizam halinde yürütüldüğünde, her ka­fadan bir ses çıkan anarşidende ve demokrasi adı altında bu yola gidişden de iyi netice verdiği hükümlerinin her tarafta kabul edilir olması, toprak mesahasının Ronıa imparatorluğunu bile geçtiğini gözönüne alırsak yaşananın mutlakiyet değil muvaffakiyyet oldu­ğunu teslim ederiz.

Moğol istilâsının çekilip gittiği, Anadolu toprağında yaşayan in­sanların geçirdikleri felâketten sonra tâbi oldukları Selçukiye dev-etinin inkırazı, yâni yıkılması, bir çok beyliğin boşalan otorite ma-arnına göz dikmesine sebeb oldu. Kayı boyuna verilen devlet kuşu, niye bana değil diyen Anadolu beyliklerini bu tensibe karşımaya şevketti.

Osmanlı Devleti bu karşı çıkışları durdurmak, Anadolu birliğini kurmak ve ondan sonra, cihanı islâmiaştırma gayesinin tahakku­kuna yarayacak siyasetini tesbite girişti. Siyasetinin temelini yu­karıda da beyan ettiğimiz, edille-i erbaa teşkil etmiştir. Bizim da­vamız kuru bir cihangirlik davası değildir. İ'lâ'yı Kelimetullah da­vasıdır. Deme lüzumunu hisseden idrak, siyasetin rotasını hatırlat­ma yoluna giderek belki de, hissettiği bir sapmayı işaret etmek is­tiyordu!

Dinin; dinde zorlama yoktur ikazını, gayri müslimlere devlet ol­duğu ilk günden itibaren uygulamış, hiç bir başka din mensubunu islâmiyete girmeye zorlamamış, ancak özendirmeyi de tebliğ me-todlari içinde mütalaa ederek, bundan da geri kalmamıştır. Os­manlı devletinin çeşitli devrelerde siyasi anlayışı, daima yazdığı­mız hududlar içinde kaldığını rahatça söyleyebiliriz. Amma bu si­yasi anlayışının, bazen sadece zihinlerinde kaldığı anlarında oldu­ğunu bilmemiz gerekmektedir.

Osmanlı'da birlik ve beraberliğin, kendi müslüman nüfusunu aşmış bir hristiyan toplulukla bir arada yaşayabilmesi, başka or­tak noktaların aranmasını getirmiştir. Hâttâ bu hâlin haberdarı olan İngiltere kraliçesi, Sultan Abdülaziz'e, nüfusunuzun ekseriye­tini hristiyanlar teşkil etmektedir. Siz de hristiyan olsanız, devletim size daha çok yardımcı olabilir. Sözlerini söyleyebilmiştir.

Osmanlı devletinin siyasetinde dâima geniş bir istişareye önem atfedildi ise de, neticede padişahın üzerinde durduğu ve tasdik et­tikleri, heyet-i vükelâ denilen kubbeaitı vezirlerinin yürütmesine tevdi edilirdi. Ordularının gücü bir milletin siyasi tesirini yüceltir veya nazarı itibara alınmaz hâle getirir. Dışa buyurgan olan devleti âliye, Karlofça antlaşmasından sonra pazarlıkçı bir devlet seviye­sine inmiştir ve bu merdivenlerin inişide zaman içinde hızlanmıştır.

Avrupa'nın iki mühim devleti İngiltere ve Fransa adetâ hâmili­ğimize soyunmuşlar, fakat bu hâmiliği, iktisadi bakımdan bize pek pahalıya oturtmuşlardır.

Kapitülasyon; kuvvetli bir devletin, evinde canının istediği üc­rette hizmetçi kullanan bir beyi andırması gibidir. Kanuni'nin ver­diği kapitilasyonla, Tanzimat döneminin Ali Paşasının imzaladığı-kapitülasyon, aynı ismi taşımasına rağmen aynı kapıya çıkanlar­dan değildir.

Kanuni'ninki; ülkenin ihtiyacını gideren ücretli hizmetçi tutmak­tı, Âli Paşa'nınki ise, siyasi tavizler bile alabilendi.

3- Osmanli iktisat yapısı ana hatlarıyla, hududullah dediğimiz, Cenâb-i Hakk'in koyduğu haram, helâl hududlanna riayet, israfa geçit vermez bir anlayış dahilinde, felsefesini ortaya koymuştur kendini. Yine Osmanlı iktisadiyatını dönemler içinde değişmez sanmamak lâzımdır. Osmanlı devleti, ilk dış borcu Tanzimat fer­manı sonrasında yapmak üzereyken, Abdülmecid hân'ın damadı Ahmed Fethi Paşa, durumdan haberdar olduğunda, kaimpederi olan padişaha pek acıklı bir tarzda, meâlen şunları söyler: "Efen­dimiz, pederiniz cennetmekân (2. Mahmud) Ruslar ile iki defa savaştı, içde yeniçerilerle tutuşdu. Yepyeni bir ordu kurdu. Kava lalı gailesi hem sağlığını hem de hazine-i hümayunu epeyice hır­paladı. Yine de ecanİbden bir flûs almadı. Size ne oluyor da borç almaya tevessül ediyorsunuz. Bunlara elini kaptıran kolunu kur­taramaz" müdehalesini yapmaktan kendini alamaz. Padişahın bu ikazdan intibaha geldiği görülür ve yayımladığı bir iradei seniye ile borç almaktan sarf-ı nazar ettiğini beyan eder. Fakat alakadarlar, antlaşmanın imzalandığını, alım gerçekleşmeyecek olursa tazmi­nat ödeme mecburiyeti doğacağını beyan ederlersede "elinizi kaptırırsanız kolunuzu kurtaramazsınız" ifadesi padişahı pek te­dirgin ettiğinden iradesinde ısrarla, antlaşmanın iptali, tazminatla alakalı antlaşmayı imzalayanların kendi paralarıyla ödemesi emri verilir.

1299'da kurulmuş olan bir ülkenin, devletin ilk defa. dışa borç­lanmasının 1840'ları bulduğu düşünülürse, 540 küsur yıl kendi iç iktisadi kaynaklarıyla yaşadığını tesbit etmek gösterirkı, devletin geliri, Öşür, zekât, gayri müslim tebâdan alman alınan vergi, güm­rük rüsumlan, imaretlerin ve antlaşmalar yolu ile Osmanlı devleti­ne, haraçlarını ödeyen mahmi, yâni korumamız altındaki, voyvo­dalık, prenslik gibi yerlerden gelen paralar, devletin geiirini teşkil ediyordu. Ayrıca eyaletlerdeki valiler, timar ve zeamet sahibleri bu bulundukları yerlerde, muharebeler için asker yetiştirdikleri gibi buralardan elde edilen hasılatın vergilerini Dersaadet'e yolluyor-lardı. İçhazine denilen hazine devleti sıkıntılı zamanlarda destek­lerdi. Daha 17. yüzyıla girerken Osmanlı devletinin toprak mesa­hası, yâni 3. Murad devrinde 24 milyon, kilometre kareyi bulmuş­tu.

Günümüzde devletin ihracatçılara tanıdığı bir çok imtiyaza rağ­men bundan bir kaç sene öncesi yaptığımız bir yıllık ihracatımız. Osmanlı devletinin sıkıntılı dönemlerinden olan 1908 yılındaki ih­racatımız seviyesine anca gelebildiğini kıyaslarsak, günümüz için nekadar çok düşünmemiz gerektiği anlaşılır herhalde. Osmanlı ti­caret anlayışında en mühim husus peşin para ve bizatihi kendisi kıymet olan altun ve gümüş sikke idi.

Sultan Fâtih; İstanbul muhasarasına kalkışmadan önce Edirne Çarşısında, tebdil-i kıyafet alışverişe çıkar sabah saatlerinde. Uğ­radığı ilk dükkândan bir batman yağın fiyatını sorar ve alım yapar. Bu esnaf için güzel bir alışveriştir. Alıcı bu sefer bir batman bal'ın fiatını sorduğunda satıcı, komşumda da aynı fiyat isterseniz bal'ı ondan alınız teklifini yaptığında tekliften memnun olan istikbâlin Fâtih'i: "benim böyle esnafım oldukça değil Kostantinapoleyi, dünyayı bazııma râm edebilirim" Der.

Ticari hayatta Osmanlı'nın hayran kalınacak hususlarının diğer biri de, söz'ün senet olması idi. Devlet adamı ve müverrih Ahmcd Cevded Paşa'nın, bir Bosna eyâleti teftişi vardır. Bu teftişte Cev-ded Paşa esnafa sorar malını naşı! satarsın? İsteyene satarım ce­vabını alır. Peşin Hatamı, yoksa veresiyemi? Sorusunada, her iki halde de cevabını alır. Senet yaparmısıniz? Sorusuna; ne gerek var, malı almış sözü vermiş, ne lâzım senet. Dediğinde adam ölürse? Sorusu paşadan geldiğinde, cevap; vârisleri öder. Onlar da Ödemezse? Diye soran paşaya, esnafın cevabı ise, "öylesi hareket müslümana yakışırını?" Sorusu, Ahmed Cevded paşaya bu sefer Bosnah'dan gelir.

4- Devlet teşkilât yapısı hakkında hulasaten söyieceğimiz yine bundan önceki metod içindedir. Çünkü; devlet-i âliye uzun süren safahat-ı ömründe, halden hâle geçmiş bir idari anlayışa mâlik ol­muştur. Ancak her dönem ve devir içinde padişah mutlak devletin bası olarak muhafaza edilmiştir. Memnun olunmayan padişahlar taht'tan uzaklaştırılıp, bazıları da katledilmişse de, hanedan değiş­tirelim diyen bir tek kişi çıkmamıştır. Bunun bir tek istisnası vardır âl-İ Osman gider, âl-i Midhat gelir diyen ve bu sözünü de sar­hoşken sarfettiği bilinen, kahraman-ı hürriyet nâmıyla millete yut­turulmaya çalışılan, Midhat paşadır. Devletin 2. adamlığı, her ge­diği padişahın sözünden sonra, mutlaka yerine getirilen sadrazamdadır. Padişah mührünü, bu görevi uhdesine verdiği kimseye ema­net eder ve bütün emirler bu mühr'ün varlığında sadrazamın iste­ği, padişahın tasdiği diye telakki olunup gereği yerine getirilirdi.

Yürütmeyi sadrıazam idare ederken, padişahın dine aykırı arzu ve isteklerine engel olmakla vazifeli şeyhülislâm efendi, tabiatıyla sadrazamında mugayir-i diniyeye aid tasarruflarında elini oynat­masını önleyecekti.

Ülkenin asayişi sadrazamın tedbirlerini uygulayan asker ve ma­halli memurlar tarafından hâl yoluna konurken, nâfıa, adalet, ule­ma ve medreseler şeyhülislâm efendinin etki ve idaresi altında bu­lunmaktaydı. Sadrıazamlar ordu ile birlikte savaşa gittiklerinde ayrıca serdar-ı ekrem unvanını âa hâiz olurlardıki başkumandanlık demektir. Kadılıklar; Anadolu ve Rumeli Kadıaskerleri denilen iki makama inkısam ediyordu. Bunların başı, şeyhülislâm efendi idi. Maliye teşkilâtı Defterdar-ı evvel, Defterdâr-ı sâni rütbesine havi; 'ki makam arasındaki işbirliği ile tanzim olunurdu. Defterdar-ı evvel başdefterdar demekti. Harici işlere reis'ül küttab makamı ba­kardı. Bunlar, ecnebi elçiler ile görüşür, taleblerini alır, talimatlarını verir, bazılarımda icabı hâle göre sadrıazam veya padişahın huzu­runa çıkardığı olurdu.

Reis efendiler, devletimizin gücünde görülen gerileme yüzünden uğranılmış mağlubiyetlerin en az zararla atlatılmasını temini husu­sunda başarılı olmak için çok uyanık, dikkatli cerbezeli ve sinirle­rine son derece hâkim olmaları icab eden kimselerdi. Böyle olabil­mek de kolay değildi.

Eyaletler; valilerin idaresinde olmakla beraber heryerde aynı selahiyette olmazlardı. Bazı vilayetler mümtaz eyaletlerdi. Oranın kendine has şartları göz önüne alınırdı. Şunu hemen ilâve etmek gerekirki devletin adaletle ilgili yapısında çok hukukluluk vardı. Yâni iki hristiyan arasındaki anlaşmazlık kendi cemaati yönetimi­nin düzenlediği sistemde hal'lü fasi etme hakkı vardı. Taraflardan biri müslüman olursa davanın bakılacağı yer, kadı'lik makamı olurdu. Uzun zaman hristiyan tebâ kendi aralarındaki anlaşmazlık­ları kadı'lara götürme yolunu seçmiştir. Kadi'Iann adalet dağıtımı onları teshir etmekteydi.

Daha sonraları, dini ve milli asabiyyeleri azdırıldığından kendi hukuk sistemlerine baş vurur oldular. Osmanlı teşkilât yapısı için­de adalet mekanizmasının yeri hususi bir mahiyet arzeder. Suçlan caydırıcı mahiyetteki cezaiama sistemi, dünyada hiç bir ülkede görülmeyen derecede dürüst, bulduğunu yerine ulaştırır bir ahali­nin vücud bulmasını sağlamıştır.

Adalet mekanizması önünde fertlerin eşitliği çok büyük önem arzeder. Buna râşid halifeler devrinde bir yahudi ile Hz. Ali (K.V)'nin eşid şartlarda muhakeme olunması yanında, Osmanlı padişahı, yüce Sultan Fâtih'in bu günkü Ayasofya'nın karşısında bulunan binayı yaptırdığı, ancak bu mimar'ın suistimaie dayalı iş­lem yaptığı haberi padişaha ulaşınca sinirlenen Sultan Fâtih, mi­marın kolunun kesilmesi emrini verir. Bu emir tatbike konur. Üste­lik bu mimar İslâm emânetinde olan bir gayrimüslimdir. Haklı ol­duğuna inanmaktadır.

İstanbul kadı'sına müracaatla padişahı dava eder. Vaziyet padi­şaha intikal eder. Kadıasker Hızır bey, davayı rüyet eder. Padişahı kısasa mahkûm eder. Karardaki azamete bakan mağdur mimar, önce müslüman olur, padişahın bağışladığı büyük bir tazminatla, hayatının bundan sonrasını geçirir. Hızır Kadı ile Fâtih arasındaki duruşma sonrası şu diyalog pek alaka çekicidir. Padişah; eğer ba­na iltimas etseydin sana bu topuzla vurucaktım. Der. Hızır Ka-dı'da kürsünün arkasında bulunan eğri kılıcı gösterip, siz de ilti­maslı bir davranış isteği gösterseydiniz, bu kılıçla sizi hizaya so­kacaktım. Der.

5- Osmanlı devletinde düşünce yapısı, diğer mevzulardada ol­duğu gibi çeşitli safhalar geçirmiştir. Altıyüz küsur yıllık devietin geçirdiği istihaleler bunda ro! oynamıştır. Osmanlı devleti ümmeii esas alan bir kuruluştur. Zımmüeri de Kur'an-ı Kerimin tâlim ettiği anlayış içinde bünyesinde barındırmıştır. Dinlerine ve örflerine müdehalede devlet olarak bulunmamıştır. Ancak bazı kimselerin müdehalelerine de müsaade vermemiştir. Onları taciz edenleri te'dib etmiştir.

Osmanlı devleti, gerçekten fikri hür vicdanı yüksek nesiller ye­tiştirmiştir. İnsan esas alınmış buna inzimamen, uçan kuşlar dahi devletin koruyucu kanatlarından istifade etmişlerdir. Eski evlerin cephelerinde bir çıkma yapılıp, kuşlara dinlenmek vede soğuktan korunmaları için yuvalar yapmışlardır. Ahali, siyasi düşüncenin daima dışında kalmayı tercih etmiş, devlet baba, padişah efendi­miz esprisine sadık kalmıştır. Hükümet otoritesine karşı yapılan is­yanlarda ahaliyi bir seyirci olarak görürüz. Çok nâdir vakalarda ahali olaylara karışmıştır, bunda da Sancak-ı Şerifin çekildiği gö­rülür Saray çevrelerinde; her türlü fikir münakaşa ve müzakere edilebilirken, bunların aynını ahali arasında yapmak müşküldür ve mahzurludur.

Sultan 2. Mahmud zamanında Mukaddime adlı İbni Haldun'a aid eserin çoğaltılıp ahaliye okutulması tavsiye edildiğinde padişah: "çocuğun eline ustura verilirimi?" diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Köprülü Mehmed paşa döneminde kadızâdeiilerle, tasavvufçuların savaşa benzeyen kavgası ile 1830'larda kurulmuş Be­şiktaş ilmi heyeti, çeşitli bilim dallan hakkında araştırma ve mü­nazaralar tertiplerken, onikiier denen bu ilim heyeti başkanına Sultan 2. Mahmud'un; "Aman bu çalışmaları yapmakteyken, dini ve haikı hafife almayın, yoksa şeyhülislâmın elinden sizi ben bile kurtaramam" demesi halkın mukaddes tanıdığı hususata teşn-ü tâana müsaade etmeyen düşünce hâkimdi. Çünkü devleti millet meydana getirdiğinden ona saygı düşüncesini Osmanlı devletr dâ­ima ön plânda tutmuştur.

6- Fikir ve sanat hayatı Osmanlı'da pek geniş bir hürriyet bul­muştur. Çünkü, sanat hayatında şâir sıfatıyla bir çok padişahımız, şehzâdegân, hâttâ hanimsultanlar dahi inşa ettikleri divan ve şiir­leriyle bizzat yer almışlardır. Güzel sanatlar içinde de resim ve heykel biraz sıra dışı kalmıştır. Yoksa günümüzde bilinen bütün sanat kollan, daha bir samimiyetle ve geçime müstağni olarak alaka gösteren kişilerce yapılmaktaydı.

Bir şâir; yazdığı bir mersiye veya kaside karşılığı aldığı, bir kese altunla sadece kendini değil geleceğinin maddi problemlerini dahi çözmüş olurdu. Hat sanatı Osmanlı devleti hattatları ile en mü­kemmel seviyeye çıkarılmış, "Kur'an İstanbul'da Yazıldı" darb-ı meseli nesilden nesile anlatılmaktadır.

Mimari eserlerin elan ayakta duranları, bu alanda nerede bulun­duğumuzun sessiz fakat görülür şahidleridir. Osmanlıdaki sanalı aslında; harp sanatının ayrılmaz bir parçası olarak da görmek ka­bildir. Bilhassa mimarların pîr'i sayılsa seza olan Mimar Sinan; herşeyden evvel bir yeniçeri olup, avrupa fütuhatında olsun, sark ülkelerine nizâm verilmeğe gidişte olsun, askerin ve ordu ağırlıkla­rının geçebilmesi için yaptığı köprüler, düşman kalelerinin yüksek burçlarına çıkmak için hazırladığı savaş avadanlıkları onu, Şehza-debaşını, Süleymaniye'yi ve Selimiye'yi yapabilmeye götüren vize imtihanlarıdır. Yaptığını saydığımız eserler, finalde Mimar Sinan'ın ipi göğüslediğini ve tanzir edilemeyecek olduğunu gösterir.

Musiki âleminde 3. Selim'in makam icâd eden bir padişah ol­duğunu, şehadetini sağlayan katiller, başına salladıkları kılıçla, yü­zünün yansını parçalamadan evvel elinde olan ve çalmakta oldu­ğu ney'i paraladılar. Bir cihan devleti padişahı, elinde ney'i olduğu halde şehidler kafilesine iltihak etmişti.

Fikir hareketlerinde ise dini meselelerde; Simavna kadısıyla başlayıp, Molla Lütfi v. s gibilerinin, mülhidhâne hareketlerinin ka­pısı kısa zamanda halka kapatılarak, bozuk ve art niyetlere fırsat verilmemiş, yollar yürümekle aşınmaz demek kaygısı es geçilme­miştir. Osmanlı devletinde fikir hareketlerinde canlılığı, 3. Selim ile beraber görmek mümkündür. Bu hususta 1789 Fransız mason ları-ahali işbirliği, jakoben klübü üyelerinin zâlim bir Fransa krallık idaresine kalkıştığı vede başardığı isyandan sonra, gelişen sosyal çalkantılardan, bütün dünya gibi biz de payımızı alacaktık, aldıkda!

Fakat; Osmanlı cemiyetinde Fransa olsun, avrupanın diğer devletlerinde olsun, yaşananlarla hiç bir benzerlik yoktu. Buna ba­karak bizim etkilenmemiz beklenemezdi. Üstelik İngiltere. Fransa-da gelişen bahse konu ihtilâli tasvip etmediği gibi. bastırma husu­sunda gizli gizli, kralcılara yardım etmeye hazır olduğunu beyan etmekteydi. Fakat Fransız kültürü yaygınlığı bigâneliği önledi. An­cak harekete geçiş diye bir faaliyet görülmediysede, münevverler oradan süzülen haberleri aldıkça içinde olduğumuz sistemi acı acı tenkitlere koyuldular.