๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Bidayetül Müctehid => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 02 Şubat 2011, 18:19:26



Konu Başlığı: Kefaletin vakti
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 02 Şubat 2011, 18:19:26
 

4. Kefaletin Vakti:


Kişiden ne zaman kefil istenebildiğine gelince:

Ulema, mal kefaletinde kişinin borçlu olduğu,ya kendi ikran, ya da şa­hitlerle sabit olmadıkça, kendisinden kefil istenemez, diye müttefik iseler de, şahıs kefaletinde, borçlu olduğu sabit olmadan kendisinden kefil istenip istenemediğinde ihtilaf etmişlerdir. Kimisi «Borçlu olduğu sabit olmadan hiçbir suretle kendisinden kefil istenemez» demiştir. Bu görüş, Kadı Şüreyh ile Şa'bî'nindir ve îmam Mâlik'in tâbilerinden Sahnun da bu görüştedir. Ki­misi de «Borçlu olduğu isbat edilinceye kadar kaçmaması için kendisinden kefil istenebilir» demiştir, ki bunlar da «Hangi durumda ve ne kadar bir süre için istenebilir?» diye iki gruba aynimi şiardır. Bir gurup, «Eğer davacının haklı olduğu ihtimali -bir şahidi bulunduğu zamanda olduğu gibi- kuvvetli ise, davalıdan, durum açıklığa kavuşuncaya kadar kefil istenir, zayıf ise, iste­nemez. Şayet istense, kendisi göstermek zorunda değildir. Meğer davacı, şa­hitlerinin şehirde olduğunu söylerse, o zaman davalı ona beş ile yedi gün ara­sında bir müddet için kefil vermek zorunda olur» demişlerdir, ki îmam Mâlik'in tâbilerinden Îbnu'l-Kasım buna katılır. Irak uleması da Îbnu'1-Ka-sım gibi, «Davalının borçlu olduğu sabit olmadan kendisinden kefil istene­mez. Meğer davacı, şahitlerinin şehirde olduğunu söylerse» demişlerdir. Ancak Irak uleması beş gün yerine «Üç gün» demişlerdir. Irak uleması ayrı­ca, «Eğer davacının haklı olduğu ihtimali kuvvetli ise, durum açıklığa kavu­şuncaya kadar, davalı kendisine kefil vermek zorundadır» diyerek dava şa­hitlerinin şehirde olup olmadıkları halleri arasında ayırım yapmamışlar­dır.

Bu ihtilafın sebebi; davacı ile davalıdan hangisinin isteğine uyulur­sa, diğeri haksızlığa uğramış olabilir, diye endişe edilmesidir. Zira eğer davacının kuru davası üzerine davalıdan kefil alınmazsa, davalı haklı çıktığı takdirde haklı olduğu anlaşıhncaya kadar davalı ortadan kaybolup hakkını kaçırabilir. Eğer kendisinden kefil alınır ve davacı da haksız çıkarsa, bu sefer davalı, fuzulî yere süründürülmüş olur. Bunun içindir ki, şahitlerin şehirde hazır olup olmadıkları halleri arasında ayırım yapanlar bu ayırımı yapmış­lardır.

îrâk b. Mâlik'ten «Bir gün bir bedevi, Arap kafilesi beraberlerinde bir sürü deve olduğu halde gelip Medine yakınında gecelediler. O gece araları­na iki yabancı da katılarak geceyi yanlarında geçirdiler. Sabah olunca, kafile, develerinden birkaç tanesinin kaybolduğunu gördüler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz o iki yabancıdan birini hapsetti Adam da götürdüğünü tekrar getirdi ve Peygamber Efendimiz bu sefer adama

'Bana Allah'tan af dile' buyurdu. Adam 'Allah seni af et­sin' dedi. Peygamber Efendimiz adama,

'Seni de Allah af etsin ve kendi yolunda şehit düşmeyi sana nasip eylesin' dedi» diye rivayet olun­muştur [11]. Bu hadisi fıkıha dair kitabına alan Ebû Ubeyd, «Ulemadan kimisi bu hadisi 'Kafilenin şikayeti üzerine Peygamber Efendimiz adamı hapset­miştir' şeklinde yorumlamış ise de, bu yorum benim hoşuma gitmiyor. Zira kuru bir şikâyet üzerine herhangi bir kimsenin hapsedilmesi gerekmez. Ka­naatimce Peygamber Efendimiz adamı, henüz sabit olmayan hakkın kefili olarak alıkoymuştur. Zira kendisi ile arkadaşı geceleyin kafilenin yanında kaldıkları için kafilenin kaybolan develerinin kendileri tarafından götürül­müş olması kuvvetle muhtemeldi» demiştir. [12]


  [11] Ebû DâvÛd, Ahdiye, 18/29, no: 3630.

[12] İbn Rüşd Kadı Ebu'l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 4/40-41