๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Başyazı => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 06 Haziran 2012, 19:44:42



Konu Başlığı: İş ve Liyakat
Gönderen: Zehibe üzerinde 06 Haziran 2012, 19:44:42
İş ve Liyakat


Mübarek Erol | Mart 2012 | BAŞYAZI   

Yüce dinimiz İslâm, günlük hayat içinde tecrübe, bilgi ve birikime büyük önem vermiştir. Kültürümüzde “bir bilene sor”, “ehline sor” denilir. Bundan maksat işleri bilenin rehberliğinde yürütmek, istişare ile ortak akıldan faydalanmaktır.

Bilgi ve birikime önem vermenin, tecrübeden istifade etmenin bir diğer boyutu da işi ehline teslim etmektir. Tarih boyunca başarıya ulaşan yöneticiler, komutanlar, liderler daima istişare üzere bulunmuşlar, işi ehline teslim etmişler ve bu sayede parlak zaferler elde etmişlerdir.

Bizim için “üsve-i hasene” yani en güzel örnek olan Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in hayatına baktığımızda, O’nun büyük küçük işlerinde daima istişare ettiğini, bilenin görüşüne tabi olduğunu görüyoruz.

Mesela Hendek Savaşı öncesinde, Medine-i Münevvere’yi savunmak için istişareler yapılırken Selman-ı Farisî r.a.’ın İran’da savunma için hendekler kazıldığını anlatması üzerine, Efendimiz s.a.v. hemen hendek kazılmasını emretmiş ve günlerce süren çalışmaya kendisi de katılmıştır.

Allah Rasulü s.a.v. dahi danışıyor, istişare ediyor, kendi fikrini bırakıp konuyu bilenin yaklaşımına tabi oluyorken, bizim hiç değilse her hususta doğru fikre sahip olamayacağımızı idrak etmemiz gerekir.

İnsanın herşeyi bilmesi mümkün değildir. Sayılı yıllardan oluşan kısa ömründe bütün tecrübeleri kendinde toplaması imkansızdır. Akla uygun olan tavır, işleri ehline teslim etmektir. Ayrıca “ben bu işi bilmiyorum”, “benden daha liyakatli biri bu işi yapmalı” diyebilmek hem olgunluktur, hem de tasavvufî ahlâka uygun tavırdır.

Bilmediği halde biliyor iddiasında olmak, herkese akıl verip kimseden fikir sormamak ciddi bir hastalıktır. Şişirilmiş bir egoya/nefse işaret eder. Maalesef günümüzde bu yaygın bir hastalıktır. Zaman zaman işlerimizde bir sorun olduğunu fark etsek de kendi liyakatemizi, bilgimizi, fikrimizi tartışmak istemediğimizden asıl teşhisi koyamıyoruz, işlerimiz yarım kalıyor, başarısız oluyor. Kendi kusurlarımızı kendimiz göremediğimiz, gösterene de öfkelendiğimiz için onları tamir edemiyor, düzeltemiyoruz.

Özellikle idarî mekanizmalarda bulunanları, karar mercilerini etkisi altına alan “her şeyi bilme, en doğru fikre sahip olma” hastalığı ile baş etmek için ilk adım olarak uhdemizdeki işi kimin bildiğini, kiminle yapacağımıza karar vermemiz gerekir. Kendi günlük yaşantımızda terzinin işini berbere, kasabın işini bahçıvana yaptırmayız. Hatta her berbere, kasaba da itibar edilmeyeceğini bilir, tecrübe ve meslekî liyakat ararız. Kişisel işlerimize gösterdiğimiz bu özen ve dikkati kamuya yönelik işlerde de sarf etmemiz gerekir.

İkinci olarak, işi teslim ettiğimiz tecrübe ve birikim sahibine güven duymak, taleplerine duyarlı olmak gerekir. Bütün detayları ile bilmediğimiz, tecrübe sahibi olmadığımız konularda yetki ve inisiyatifimizi güvensizlik şeklinde kullandığımızda en çok işimiz zarar görür.

Aslında zaaflarımız tam da bu yetki ve inisiyatif noktasında devreye giriyor. Asıl bilgi ve tecrübe sahibi bizmişiz gibi ustanın ustalığını değerlendiriyor, işi yapamayacağına karar veriyoruz. Yerine işi bilmeyen birini getiriyor, asıl ustaya vermediğimiz değeri veriyor, daha baştan yanlışa düşüyoruz. Aslında ortada bir başarısızlık olduğunda yine dönüp kendimize bakmamız gerekir. Çünkü baştan liyakat kriterine dikkat etmemiş, yanlış görevlendirme yapmışız demektir.

Eğer ilk aşamada doğru adımı atıp işi ehil olan birine teslim etmişsek, bu sefer de iş esnasında müdahil oluyoruz. Ustaya doğru ve yanlışları öğretiyor, hatta yetkimizi kullanıyor, dikte ediyoruz. Böylece, yaparız derken bozuyoruz. Başardık derken kaybediyoruz. Müslümanlar olarak bu hususta zaaflarımız var. Dinlemek yerine konuşmayı, öğrenmek yerine öğretmeyi, bilmiyorum yerine “sen bilmiyorsun” demeyi tercih ediyoruz.

Ustadan daha usta, hocadan daha hoca, öğretmenden daha öğretmen, yazardan daha iyi yazar olduğumuz vehminde ısrar edersek, onlarca farklı sahadaki bilgi ve birikimi birleştirip güzel neticeler elde etmek varken, kaybetmeye mahkumuz demektir.

Burada önemli bir noktanın altını çizelim: Kendimizle ilgili işler hususunda araştırıp soruşturuyor, istişare ediyor, en ince detayına kadar kâr ve zarar hesabını yapıyoruz. İşimizi kim daha iyi, daha ekonomik yapar, araştırıp ehlini buluyoruz. Fakat kamu yararına olan işlerimizde, yani sahibinin devlet ya da halk olduğu işlerde, dernek ve vakıflarda aynı titizliği göstermiyoruz. Demek ki biz hizmeti sahiplenmiyoruz!

Diğer taraftan kamu işlerinde idarî konum ve yetkimizi bir tür iktidar hırsıyla sahiplenip, ehliyle istişare ile, takım ruhu ile başarılabilecek işlerin altından tek başımıza kalkmaya çalışıyoruz. Netice olarak iş akamete uğruyor, yarım kalıyor. Hatta bazen hayra hizmet amaçlı kurumların kapanmasına sebep oluyor. Bu durumda bile samimi bir muhasebe yapmak yerine suçlu arıyoruz, kendimize pay çıkarmıyoruz. Oysa müslüman ahlâkı önce kusuru kendisinde aramayı emreder. Böylece hem nefsi terbiye eder hem de başkalarına haksızlık etmekten alıkor.

İşi ehline teslim etmeme hastalığımız, maalesef müslüman coğrafyasında teşkilatlanma ve müesseseleşme konusunda hepimizi etkiliyor. Tarihimizde asırlar boyu hizmet vermiş vakıflarımız, medreselerimiz ve benzeri kurumlarımız varken, onca teknolojiye, bilgiye rağmen bugün o seviyenin çok gerisindeyiz. Aynı öğrencileri, aynı hocaları, yazarları, ustaları, sanat ve zenaat erbabını yetiştiremiyoruz.

Nasıl ki ahiret işlerimiz Allah ve Rasulü’nün yolunda bir rehber eşliğinde selamete kavuşuyorsa, dünyalık işlerimiz de ancak ehlinin elinde başarıya ulaşacaktır. Bugün gıptayla bakılan Batı dünyasının bir zamanlar ecdadımızın iş ahlâkına, istişaresine, birbirine güvenmesine hayran olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Kısaca, yeniden bir muhasebeye ihtiyacımız var. “Tek doğru benim” yanlışından dönmek için istişareye, dinlemeye, güvenmeye ihtiyacımız var.

Rabbimizin tevfik ve inayetiyle…