๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Başyazı => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 10 Kasım 2011, 07:47:29



Konu Başlığı: Biz Kendi Değerlerimizle Ayaktayız
Gönderen: Zehibe üzerinde 10 Kasım 2011, 07:47:29
Biz Kendi Değerlerimizle Ayaktayız


Ocak 2000 13.SAYI


Mübarek EROL kaleme aldı, BAŞYAZI bölümünde yayınlandı.


Rabbül Alemin, Kur’an-ı Kerim’de bizlere şöyle sesleniyor: “Ey iman edenler müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmeyin.” (Nisa/144)

Yaşadığımız kimlik aşınmasına bağlı olarak kendi değerlerimizden uzun zamandır yüzçevirmiş bulunuyoruz.

O değerler, bizi biz yapan, dahası insanlığa örnek ve önder yapan değerlerdi.

Rabbimizin insanlığa son mesajından aldığımız, o sevgili elçinin rehberliğinde hayatımıza nakşettiğimiz, yüzyıllar boyunca da gergef gibi işleyip ruhumuza sindirdiğimiz değerlerimizdi.

Hayat felsefesi, insana, kainata bakışı bize hiç benzemeyen başka bir dünyanın maddi başarıları önünde diz çöktüğümüzden beri, bu değerleri hayatımızdan kopardık.

Ve aslında kendi hayatımızı kendimizden kopardık.

Maddi başarıları ile gözümüz kamaşan o dünyanın, insanlığımız adına bize sunabileceği daha iyi değerler olacağını hayal ettik.

Oysa bugün o dünyanın, kendi değerleriyle ve bir süredir değersizleşmesi ile kendi başı dertte. Toplumsal hayatlarındaki intizamın makyajı, ferdî planda yaşadıkları vahşetin çirkin yüzünü örtemiyor artık. Çocuklarını bile pençesine alan o şeytanîlik, okullarında katliam yaptırıyor. Oniki yaş seviyesine kadar inen uyuşturucu alışkanlığı, aile yapısında gittikçe artan çözülme, suç istatistikleri, kadının kadınlığını, erkeğin erkekliğini unutuşu kendilerini bile dehşete düşürüyor.

Kendi mensuplarını karmaşa ve yıkıma götüren o dünyanın değerlerinde, biz hangi mutluluğu, hangi huzuru bulmayı umuyoruz?

Allah Rasulü (A.S.) “Kim bir kavme benzerse, o da onlardandır.” buyuruyorlar. Ne kadar hümanizma, barış, adalet kavramlarının arkasına saklansalar da tarihteki ve bugünkü halleri daha bu dünyada ürküntü veren kavimlere benzeyip, bir de ebedi hayatta onlarla haşrolmak... Onların pişmanlıklarına, hüsranlarına ortak olmak... Allah korusun!

O kavimlerle ekonomik, siyasi ve benzeri maddî gelişme adına çeşitli işbirlikleri ve anlaşmalar tarihimizde yapılageldi. Belki yarınlarda da olacak. Ama bunun belli ölçüleri olmalı değil mi bizim için?

Girilen her işbirliği, yapılan her anlaşma, önce kendi insanımızın menfaatlerini ön planda tutmak zorundadır. En az bu ölçü kadar önemli diğer bir husus da, hiçbir ilişki ve anlaşma, onların hayat tarzlarının bizim bünyemize aktarılması sonucunu doğurmamalıdır. Bizden, başka potalarda erimemiz ne kadar istenirse istensin, biz bilmeliyiz ki:

Bir milletin, kendi değerlerini bırakıp yabancıların örf ve adetlerini benimsemesi, o milletin kendi benliğini, kendi tarihini inkarıdır,

Dahası, asırlar boyunca nice yıkım ve dirilişlerle yoğurduğu ruhunu, aşağılık kompleksinin kucağında çürütmesidir, Yeryüzünde ikinci sınıf insan olduğunun kabul ve itirafıdır.

Hele yediyüz sene dünyaya hükmetmiş, örnek ve önder olmuş bir millet için büyük bir kâbus, büyük bir felakettir bu.

“Allah katında geçerli tek din İslam’dır.” (Âl-i İmran/19) Ve din, değerler bütünüdür, yaşama biçimidir.

İslâm’dan önce, tahrif olmamış Hıristiyanlık ve Yahudilik doğru ve geçerli dindi. Fakat İslamiyet geldikten sonra bu dinler, bu değerler sistemi ve bu değerler sisteminin doğurduğu hayat tarzı geçerliliğini yitirmiştir. Yani o ilaçların tarihi geçmiştir. Tedavi etmez, zarar verir. Artık insanlığın huzur ve mutluluğu için İslam’ın dışında bir çare, bir ilaç yoktur.

Bizim inancımız, başka kültür ve dinlerin törenlerini, sembollerini, yüzünü ebediyete dönmüş müminlere asla yakıştırmaz. Hele de her türünden fuhşiyat ve gayri meşrulukla özdeşleşmiş sözde kutlamaları kesinlikle reddeder.

Bu kapsamda, olgun bir mümin, o maddi-manevi huzurdan kopuk dünyanın ekonomik ve kültürel yayılmacılık adına makyajlanmış noel ve yılbaşı gibi adetlerini kendi yaşantısına sokmaz. Bir müslümanın hıristiyan kültür ve hayatının izlerini taşıyan bu türlü adetleri benimsemesi, kendi alnına aşağılık kompleksiyle yapıştırdığı bir lekedir.

Bizim törenlerimiz ilahi ölçülerle şekillenmiştir. Neşeyi, eğlenceyi, coşku ve sevinci meşru sınırlar içinde sonuna kadar yaşadığımız iki bayramımız vardır bizim: Ramazan ve Kurban bayramlarımız.

Biz bu günlerde muhabbet ve neşeyi çoğaltır, tanıdığımız tanımadığımız herkesle paylaşırız. Böyle özel zamanlarda sonu pişmanlık olan sahte keyiflere ihtiyacımız olmaz bizim. Ebediyyet adına taşıdığımız umutların keyfi yeter bize. Sokaklarda da kessek kurbanlarımızı, Rabbimiz adına can feda etmenin heyecanını çoluk-çocuk yaşarız.

Bir de Mevlid, Regaib, Miraç, Berat kandili ve Kadir gecelerimiz vardır bizim. Kainatın sahibi ile irtibatımız zirveleşir bu günlerde, gecelerde. Meleklerle sema eder, ilahiler söyleriz.

Biz bir milletiz. Hakkı, adaleti, barışı, doğruluğu, huzuru insanlığa öğretmiş bir millet. Bakmayın şimdiki sefaletimize; imanımız bizde olduğu sürece üstün olan biziz. Şimdilik başka bir dünyaya emanet verdiğimiz üstünlük ve önderliğin potansiyeli içimizde.

Kimseden değerler, örf-adetler devşirme ihtiyacımız da yok bizim. Arzu edenlere insanlık adına verilebilecek herşey halâ bizde.

O halde bu kompleks, bu meskenet niçin?

Allah’a emanet olunuz.