๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Rüveyha üzerinde 11 Ekim 2014, 15:23:39



Konu Başlığı: Zâhir Ve Bâtın Bütünlüğünde Tasavvuf
Gönderen: Rüveyha üzerinde 11 Ekim 2014, 15:23:39
Zâhir Ve Bâtın Bütünlüğünde Tasavvuf

Abdurrahman Mıhcıoğlu | Ekim 2013 | AYIN KONUSU   

    Günümüzde tasavvuf, televizyon ekranlarında her türden yayınlarda, muhtelif oturumlarda en çok konuşulan, yazılıp çizilen meselelerin başında geliyor. Söz çoğaldıkça doğru ile yanlışı ayırt etmek gittikçe zorlaşıyor. Özellikle medya ve iletişim organlarındaki bilgi kirliliği akla ziyan.

    Tasavvufa dair sıkça hataya düşülen konulardan biri, belki de en önemlisi, dinin bâtınını oluşturan tasavvuf ilmi ile zâhirini oluşturan şer’î ilimler arasındaki münasebettir. Bir diğer ifadeyle zâhir-bâtın münasebeti.


İmam Gazalî k.s. hazretlerine göre zâhir ilmi bedenle, azalarla yapılan amellerin ilmidir. Bâtın ilmi ise kalplerin ameline ait ilimdir. Yani bâtın ile kastedilen itikad (iman) ve amelin özünün hakkıyla anlaşılması, iman ve amelde bu ruhu temsil eden ihlâsın bütün hayata hâkim kılınmasıdır. Ancak kavram itibarıyla böyle bir tanımın yapılması, bu kavramların birbirinden ayrı oldukları manasına gelmez. Çünkü ikisinin de kaynağı Kur’an ve Hazreti Peygamber s.a.v.’in sünnetidir.
Bu iki kavram arasındaki münasebetle alakalı, hicrî 4. asrın önde gelen sûfilerinden Ebu Nasr Serrâc k.s. hazretleri, “el-Lüma” isimli eserinde şöyle demektedir:

“Zâhir ilmi alimlerinden bir grup, bâtın ilmini reddederek dediler ki: ‘Kitap’ta okuduğumuz ve Sünnet’te gördüğümüz zâhir ilminden başka ilim tanımayız. Sizin bâtın ilmi, tasavvuf ilmi dediğiniz şeylerin bir manası yoktur.’ Böylelerine Allah’ın yardımına sığınarak deriz ki, şeriat, rivayet (ayet ve hadisler) ile dirayeti (bu kaynakların usulünce yorumunu) kapsayan bir ilmin adıdır. Rivayet ve dirayeti bir arada düşündüğümüzde karşımıza zâhir ve bâtın amellerine çağıran bir şeriat ilmi çıkar. Bu manada ilimde zâhir ile bâtını birbirinden ayrı tutmak uygun olmaz. Çünkü kalpte olan ve lisanla açığa vurulmayan ilim bâtın ilmidir. İlim lisan ile anlatıldığında zâhir olur.

Bu yüzden diyoruz ki ilim, zâhir ve bâtın özelliklerini taşıyan, kulu zâhir ve bâtın amellerine çağıran şeriat ilmidir. Zâhirî ameller, azalarla ilgili temizlik, namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler ve had cezaları, boşanma, alışveriş, miras hukuku, kısas ve benzeri ahkâm konularıdır. Çünkü bunların hepsi dış organlarımızla yaptığımız, görülen işlerdir. Bâtınî ameller ise iman, yakîn, sıdk, ihlâs, marifet, tevekkül, muhabbet, rıza, zikir, şükür, takva, murakabe, ümit ve korku, sabır, kanaat, teslimiyet, vecd, hüzün, hayâ ve hürmet gibi kalbin amelleri, manevi hal ve makamlardır.”

“Allah size nimetlerin zâhir ve bâtınını ihsan etmiştir.” (Lokman, 31/20) ayetini de yukarıdaki izahla uyumlu bir şekilde açıklayan Serrâc k.s.: “Zâhirî nimet, Allah’ın âzâlarla yapılabilmesine imkan verdiği taattir. Bâtınî nimet ise Allah’ın kalpte meydana gelmesini sağladığı manevi haldir. Bu duruma göre zâhir bâtınsız, bâtın da zâhirsiz olamaz.” demektedir. Bu izahlardan da anlaşıldığı üzere zâhir/bâtın kavramları, aynı hakikatin farklı tecellileriden başka bir şey değildir ve ayrıştırılmaları isabetli olmaz.

Peygamber s.a.v.’in yolu

Efendimiz s.a.v.’in hayatına baktığımızda zâhir ile bâtın amellerinin birbirini tamamladığını görürüz. Nebiler Serveri s.a.v., manevi haller ve makamlarda en üstün olmasının yanı sıra, insanlar içinde de Rabbi’ne en çok kulluk edeni idi. Gelmiş ve geçmiş bütün günahları affedilen ve Hakk’ın kendisini günahtan koruduğu Rasul-i Ekrem s.a.v. geceleri ayakta durmaya mecali kalmayıncaya dek ibadetle meşgul olmuş, hiçbir zaman ibadet ve taatten geri durmamıştır. “Neden bu kadar çok ibadet ediyor, kendini yoruyorsun ey Allah’ın Rasulü?” dendiğinde ise, “Rabbine şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurmuşlardır (Müslim, Sıfatü’l-Kıyâme, 79-80)

Efendimiz s.a.v.’in bu tavrı, ruhtaki safiyetin ve kalpteki imanın ihlâsla süslenen hayırlı bir amel olarak dışa yansıyacağını göstermektedir. Zira O, bütün manevi makamların sultanı ve Hz. Adem a.s.’dan kendisine kadar gelen bütün nebî ve rasullerin şahı olmasına rağmen, bu makam kendisini Hakk’a kulluktan alıkoymamıştır. Bâtında, yani kalp ve ruhtaki kemalâtın zâhire yani amellere de yansıyacağını, yansıması gerektiğini ümmetine söz ve fiilleriyle göstermiştir.

Efendimiz s.a.v.’in Cibril hadisinde ifade buyurduğu üzere (Müslim, İman, 1-5) Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etme şuuruna erebilmek, yani “ihsan makamı”nı elde etmek, ancak iç ve dış bütünlüğü ile mümkündür. Kulun ihsan makamına erişmesinin en temel şartı, Rabbi’nin buyruğuna samimiyetle inanıp iman ettikten sonra haramlardan kaçınması ve salih amel işlemesidir. Bu manada iman ve amel, yani zâhir ve bâtın bir ve beraberdir. Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tabiîn ve tüm Selef-i Sâlihînin hayatları bu bütünlüğün mükemmel örnekleridir.

İlk rehberler

Sahabe-i Kiram efendilerimiz, bu hususun farkında olarak gerek iman, gerek amel, gerekse ihlâs konusunda Efendimiz s.a.v.’in nazarı altında olmanın gereğini yerine getiriyorlardı. Nazil olan ayet-i kerimeleri hayatlarının her anında uygulamaya azami dikkat ediyor, amellerini ihlâsla süslemeye gayret ediyorlardı. Efendimiz s.a.v.’in sohbet halkasında nice manevi makamlar aşan, onun bir nazarıyla ümmetin seçkinleri arasına giren sahabi, elde ettiği bu makama ve marifete rağmen amelde asla noksanlık göstermiyordu.

Hicrî 1. asrın ikinci yarısından itibaren İslâm toprakları genişlemiş, fetihlerden elde edilen ganimetler İslâm beldelerindeki halkın refah seviyesinin yükselmesine sebep olmuştu. Bu durum dünyevîleşme tehlikesini de beraberinde getirmişti.

Manzara böyle iken Tabiîn neslinin alim ve arifleri, dünyanın cazibesine aldanmanın kulu Hakk’tan uzaklaştıracağını belirterek, insanları Sünnet üzere bir hayat yaşamaya davet ettiler. Kendileri de dünyanın aldatıcı yüzünden uzak durup zahidâne bir hayatı tercih ettier. Bu zatlar Kur’an ve Sünnet çizgisindeki hayatları ve irşadları ile, Efendimiz s.a.v.’den kendilerine miras kalan ve daha sonra tasavvuf adını alacak ilmin sistemleşmesi adına ilk adımı atmışlardır.


Tasavvufun manası


İlk dönem tasavvuf klasiklerinden “Keşfü’l-Mahcub” isimli eserin müellifi İmam Hucvirî k.s.: “Tasavvuf tabiri sahabe ve selef zamanında mevcut değildi. Fakat onlardan her birinde bunun manası mevcuttu.” buyurmuştur. Yani onlar tasavvufun Kur’an ve Sünnet’ten hareketle kulun manevi terbiyesi için öngördüğü tüm amelleri yapmaktaydılar.
Mesela Tabiîn’in büyüklerinden Hasan-ı Basrî k.s. mescidde hadis, fıkıh, tefsir gibi zâhir ilimleri aktarırken, evinde kurduğu ilim halkasında ihlâs, marifet, zühd, takva gibi bâtın meselelerini talebelerinin gönlüne nakşediyordu.
Bir başka örnek Tebe-i Tabiînden zühd ve takvası ile öne çıkmış, hadis ve fıkıh alimi Süfyân-ı Sevrî k.s… O hem çevresindekilere zâhir ilimlerini öğretiyor, hem de zühd ve takva temelli bir hayat yaşama hususunda teşvik ediyor, yol ve yöntem gösteriyordu.

Abdullah b. Mübarek, Cafer-i Sâdık, Süfyan b. Uyeyne, Abdülvahid b. Zeyd -Allah cümlesinin sırrını mukaddes kılsın- ve daha ismini zikretmediğimiz nice büyükler; zâhir ilimlerinde üstad olmalarının yanı sıra, bu ilimlerin tamamlayıcısı olan bâtın ilmini de seleflerinden tahsil etmişlerdi. Zira onlar, bir mümin için bedenî vazifeler kadar kalbî vazifelerin de önem arz ettiğinin idrakinde idiler.


Dengeyi bozanlar kim?


Özellikte hicrî 2. asrın sonları ve 3. asrın başından itibaren İslâm coğrafyasında bazı gruplar türedi. Bunlar dinin emirlerini hafife alıyor ve aslolanın ilahî muhabbet, cezbe gibi ruhî haller olduğunu, hakikate eren kimsenin şeriata tabi olma zorunluluğun bulunmadığını iddia ediyordu. Kendilerini sûfi olarak tanıtan bu gruplara karşı, zâhir ve bâtın ilimlerde üstad olan gerçek sûfiler, tasavvufun dinin zâhir hükümlerinden ayrılamayacağını, bâtının ancak zâhirle kaim olduğunu savunuyorlardı.

Şihabeddin Sühreverdî k.s. “Avarifü’l-Meârif” isimli eserinde konuyla alakalı şöyle demektedir:

“Bir takım mecnun kimseler kendilerine melametî ismini vererek, hata ve aldanma içinde oldukları halde sûfilere nisbet edilip onlardan görünmek için onların elbiselerini giymişlerdir. Sûfilerden olmadıkları halde bazen korunmak, bazen de bir dava iddia etmek için sûfi kıyafetine bürünmüşlerdir. Onlar her şeyi mübah görenlerin yolundadır. Kalplerinin tamamen temizlenip Allah Tealâ’ya bağlandığını zannetmişler ve ‘İşte elde edilmesi istenen, bu kalp temizliğidir. Şeriatın emrettiği şekil ve hallere girmek, anlayışları kısa, emirlerde taklitle başkasına uyma darlığı içinde kalmış avamın derecesidir!’ demişlerdir. Halbuki bu görüş küfrün, sapkınlığın, dinden çıkmanın ta kendisidir!

Hakikat diye savunulan bir şey eğer dinî hükümler tarafından reddediliyorsa onu savunmak sapıklıktır. Bu aldanmış zavallılar şeriatın kulluğun hakkı olduğunu, hakikatin de bu kulluğu elde etmek olduğunu anlayamadılar.”

Ebu’l-Hüseyin en-Nurî rh.a. şöyle demiştir: “Allah’la beraber olmanın kendisini şer’î bağlardan çıkardığını iddia eden kimseyi bana yaklaştırmayın. Şeriatın doğrulamadığı ve zâhirin kontrol etmediği bâtınî bir halden bahseden kimsenin dindarlığından şüphe ederim.”

Abdurrahman es-Sülemî k.s. şöyle rivayet etmiştir: “Ebu Nasr Nasrâbâzî k.s. hazretlerine bazı insanların kadınlarla oturduğu ve ‘onlara bakmakla harama düşmüyoruz’ dedikleri söylendi. Ebu Nasr k.s. şu cevabı verdi: ‘Tenler ayakta durduğu müddetçe emir ve yasak, helal ve haram devam eder.’”

Ebu Muhammed el-Cerîrî rh.a. şöyle demektedir: “Cüneyd-i Bağdâdî k.s.hazretleri; ‘Marifet ehli olanlar, iyilik ve takva cinsi amellerden kurtuldukları bir hale çıkarak Allah Tealâ’ya ulaşırlar’ diyen bir adama şöyle buyurdu: ‘Muhakkak ki bu söz, amel sorumluluğunu kendilerinden uzaklaştırmak için konuşan kimsenin sözüdür. Bu büyük bir günahtır. Böyle diyen kimsenin hali hırsızlık yapan, zina eden kimsenin halinden de kötüdür. Gerçekten Allah Tealâ’yı tanıyan arifler, amellerinde her zaman Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarını gözetmişler ve o amellerle O’na yönelmişlerdir. Ben eğer bin sene yaşasam hayırlı amellerimdem zerre kadar taviz vermem.’”


Gerçek tasavvuf nedir?


Gerçek sûfiler, şeriatın öngördüğü hükümlere aykırı olan bütün tasavvuf anlayışlarına ve hakikat düşüncelerine karşı çıkmışlardır. Tasavvufun akaid ve fıkıhla sınırları çizilmiş, zâhirî hükümlere uygun olmasının gerekliliğini vurgulanmıştır. Bu maksatla hicrî 3. asrın sonlarından itibaren eserler kaleme alınmaya başlanmıştır.

Ebu Nasr Serrâc’ın “el-Lüma”, İmam Hücvirî’nin “Keşfü’l-Mahcûb”, Kelâbâzî’nin “et-Taarruf”, Kuşeyrî’nin “er-Risâle” ve Şihabüddin Sühreverdî’nin “Avârifü’l-Meârif” isimli eserleri bu manada öncü eserlerdir. Bu sûfiler eserlerinde hem ihlâs, marifet, sabır, şükür, marifet gibi tasavvuf kavramlarını izah etmiş, hem de kendilerinden önce yaşamış sûfileri anlatmışlardır. Ayrıca zâhir-bâtın dengesinden uzaklaşan sapkın fikirlere karşı, gerçek sûfilerin akaid ve fıkıh gibi İslâm’ın iki temel ilmine dair yaklaşımlarını dile getirmişlerdir. Bu eserlerde zikredilen sûfi ve tasavvuf tariflerinden bazıları şu şekildedir:

Seri es-Sakâtî k.s.: “Sûfi, Kitap ve Sünnet’in zâhirine aykırı bâtınî bilgi söylemeyen kimsedir.”

Abdülvahid b. Zeyd rh.a.’e “Sana göre sûfiler kimlerdir?” diye sordular. “Akıllarıyla Sünnet’i tam anlamaya gayret eden, kalpleriyle ona sıkıca bağlanan ve nefslerinin şerrinden sahipleri olan Cenab-ı Hakk’a sığınan kimselere var ya, işte onlar gerçek sûfilerdir.” buyurdu.

Ebu Said el-Harraz k.s. buyurdu ki: “Zâhire muhalif her bâtınî bilgi bâtıldır.”

Ebu Hafs k.s.: “Zâhirdeki edebin güzelliği, bâtındaki edebin güzelliğine işarettir. Zira Efendimiz s.a.v. sağa sola bakarak namaz kılan bir adam için, ‘Eğer kalbi huşu içinde olsaydı azaları da huşu içinde olurdu.’ buyurmuştur.”

Ebu Nasr Serrâc k.s.: “Tasavvuf, kalplerin kirlerden temizlenmesi, yaratılanlara karşı güzel muamele, şer’î meselelerde Allah Rasulü s.a.v.’e tabi olmaktır.”

Sehl b. Abdullah Tüsterî k.s.: “Allah’ın rızasına ulaşmakta dinî hükümleri bilmekten daha faziletli yol yoktur. Dinî hükümlerden bir adım saparsan sabah vakti karanlıklarda kalırsın.”

Ebu Süleyman Dârânî k.s.: “Hakikate ait bazı keşfî bilgiler kırk gün süreyle kalbimi sarar. Ben iki şahit olmadan onların gönlüme girmesine izin vermem. O iki şahit Kitab ve Sünnet’tir.”

İmam Sühreverdî k.s.: “Kim Sünnet yoluna uymadan herhangi bir gayeye ulaştığını veya aradığı manevi hali elde ettiğini zannederse, o kimse aldanmış ve hüsran içinde kendi haline terk edilmiştir.”

Bütün bu tariflerden de anlaşıldığı üzere İslâm’ın zâhir hükümlerini merkeze almayan, Allah Rasulü s.a.v.’in sünnetinin tatbik edilmediği anlayışların bâtıl olduğu, tasavvuf ehli tarafından ifade edilmektedir. Yazılan eserlerde Kur’an ve Sünnet çizgisinden sapılmaması için yapılan ikazlara rağmen, sonraki asırlarda da bâtın kavramını zâhirî ilimlerden uzaklaştırmak isteyen sapkınlar çıkmıştır. Ancak her devirde Hakk’ın inayetiyle dinî anlayışı ihya eden, zihinlerde oluşan şüphe tortularını ve ifsat edici düşünceleri gideren, insanları Ehl-i Sünnet çizgisine davet eden alim ve ârif zatlar olmuştur.

İslâm’ın kaleleri

16. yüzyılın sonu ve 17. Yüzyılın başında Hindistan’da yaşayan İmam Rabbânî Ahmed Serhendî k.s. “İkinci Bin Yılın Müceddidi” unvanıyla bu zatlar arasında en bilinenidir. Büyük veli, tasavvufun gayesinin dinin emirlerine tam riayet olduğunu, halifelerine ve müridlerine gönderdiği mektuplarında şu şekilde ifade etmektedir:

“İslâm’ın bir emrini yerine getirmek, kişinin kendi düşüncesiyle yaptığı binlerce senelik riyazet ve mücahededen daha tesirlidir. Hatta İslâm’a uygun olmayan riyazet ve mücahedeler nefsi daha da azdırır. Zâhirî emirler ise böyle değildir. Nefsi kırarak bâtını güçlendirir. Mesela zekâttan bir kuruş vermek, nefsi zekâtın dışında binlerce altın bağışlamaktan çok daha fazla tahrip eder. Yine İslâm’ın emri olduğu için bayram günü oruç tutmayıp yiyip içmek, kendi fikriyle seneler boyu oruç tutmaktan daha faydalıdır. İki rekât sabah namazının farzını cemaatle kılmak sünnettir. Bu sünneti yapmak, gece sabaha kadar nafile namaz kılarak sabah namazını cemaatsiz kılmaktan daha iyidir. Hz. Ömer r.a. gece sabaha kadar ibadet edip de sabah namazında cemaate gelmeyen biri için, ‘Keşke bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaatle kılsaydı.’ buyurmuştur.”

İmam Rabbânî k.s. konuyla alakalı bir diğer mektubunda şöyle buyurmuştur:

“Meşayıh-ı kiramdan hangisinin yolunda dinin hükümlerinin yerine getirilmesine daha çok önem veriliyorsa, Allah’a götüren en yakın yol odur. Çünkü nefse muhalefet, dinin hükümlerinin yerine getirilmesiyle gerçekleşir. Dolayısıyla dinin hükümlerine önem vermeyen, hatta Cuma ve cemaat namazlarına bile iştirak etmeyen, kadınlı erkekli zikir yapan ve yaptıranların yolu sapıklıktır. Dinin emirlerinden ayrılan her yol sapıktır.”


Hem alim hem sûfi


Efendimiz s.a.v.’den itibaren Ashab’ın, Tabiîn’in, Tebe-i Tabiîn’in zâhir ilminin yanında bâtın ilmini tahsil ettiğini, sonraki asırlarda yetişen sûfilerin Kur’an ve Sünnet merkezli bir tasavvuf anlayışına sahip olduğunu görmekteyiz. Son dönemlerde özellikle Tabiîn neslinden sonra günümüze kadar gelen tasavvuf büyüklerinin zâhirî ilimlerden uzak oldukları, dine tasavvuf yoluyla bid’at soktukları iddiaları dillendirilmektedir. Peki hakikat böyle midir? Sûfiler sadece bâtınla meşgul olup zâhir ilimlerden uzak mı durmuşlardır? Ya da zâhir ilimlerle meşgul olan alimler tasavvufa ve tasavvufun gerektirdiği yaşam biçimine mesafeli mi durmuşlardır? Bu sorulara cevap verebilmek için, ümmetin ortak değerleri olarak tescil olunmuş büyük zatlara göz atmak yeterlidir.

En başta tasavvuf klasiklerinde kelâm ve fıkıh meselelerini Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ele alırken kullanılan ilmî metodlar, eser sahiplerinin zâhir ilimlere hakkıyla vakıf olduklarını göstermektedir. “Er-Risâle” müellifi İmam Kuşeyrî k.s. hazretlerinin, devrin meşhur hadis ve kelâm ulemasından ders aldığı bilinmektedir. 5. asrın zirve isimlerinden İmam Gazalî k.s., dinî ilimlerde üstad olmasının yanı sıra, tasavvufî terbiye neticesinde bâtınî ilimlere de vakıf olmuştur. İmam Gazalî k.s. eserlerinde iman-amel-ihlâs bütünlüğünün, bir diğer ifadeyle zâhir-bâtın bütünlüğünün nasıl gerçekleşeceğini ayrıntılarıyla izah etmiştir.

Zâhir ilimleri tahsil eden ulemanın tasavvufa uzak durduğu veya sûfilerin zâhir ilimleri tahsil etmediği iddiasına en güzel cevap Osmanlı Devleti dönemindeki ulemanın durumudur. İznik’in fethinden sonra kiliselerin bir kısmının camiye ve bir tanesinin medreseye çevrilmesini emreden Orhan Gazi, Osmanlı’nın bu ilk medresesine Davud-i Kayserî k.s. hazretlerini baş müderris tayin etmiştir. Davud-i Kayserî k.s. Mısır’da tefsir, hadis, kelâm gibi zâhir ilimlerini tahsil etmiş, yanısıra büyük sûfilerden İbn Arabî k.s. hazretlerinin yetiştirdiği Sadreddin Konevî k.s.’ya talebe olmuştur. Sadreddin Konevî k.s. kazretlerinin halifesi Kemaleddin Kâşânî k.s.’ya intisab eden Kayserî, İbn Arabî’nin “Füsûsu’l-Hikem” isimli tasavvufî eserini şerh etmiş ve on beş civarında eser kaleme almıştır.

Zâhir ve bâtın ilimlerini kendisinde toplayan bir diğer Osmanlı uleması Molla Fenârî namı ile bilinen Şemseddin Muhammed Fenârî k.s.’dir. Davûd-i Kayserî’nin gözetiminde İznik Medresesi’nde zâhir ilimleri tahsil eden Molla Fenârî, bununla yetinmeyerek Mısır’a gitmiş ve oradaki alimlerin tefsir, hadis ve fıkıh derslerinde bulunmuştur. Mısır uleması onun ilimdeki yüksek mevkiini takdir etmişlerdir. İlk tasavvuf terbiyesini babası Hamza Efendi’den alan Molla Fenârî, Somuncu Baba namı ile bilinen Halvetî şeyhi Hamid-i Velî k.s. hazretlerinden de feyz almıştır. Manastır’da bir müddet medrese hocalığı yapan Molla Fenârî, Osmanlı padişahı Çelebi Mehmed tarafından Bursa kadılığına tayin edilmiştir. Molla Fenârî, Bursa’da bulunduğu süre içerisinde, Emir Sultan namı ile bilinen, Yıldırım Bayezid’in damadı Emir Muhammed Buharî k.s. hazretlerine de ders okutmuştur. Molla Fenârî, Sultan 2. Murad devrinde, Osmanlı’da şeyhülislâmlık makamına getirilen ilk zattır. O, zâhirî ilimlerde temsil ettiği makamı bâtın ilimleriyle de süsleyerek kendisinden sonra gelen Osmanlı ulemasına örnek olmuştur.

Yavuz Sultan Selim döneminde şeyhülislâmlık yapan ve İbn Kemal namıyla bilinen Şemseddin Ahmed de, ilmini amelle tamamlayan ve ihlâsla süsleyen ulemadandır. Halvetî şeyhlerinin ulularından İbrahim Gülşenî k.s. hazretlerine intisab eden İbn Kemal, onun gözetiminde tasavvufî terbiyesini tamamlamıştır. Rivayet odur ki, İbrahim Gülşenî’yi çekemeyenler asılsız ithamlarla onu Kanunî’ye ihbar etmişler, Kanunî de bir teftiş heyeti kurdurarak iddiaların araştırılmasını emretmiştir. Heyette yer alan İbn Kemal, Sadrazam İbrahim Paşa’ya: “Bu taifeyle uğraşmak, Allah Tealâ’ya itirazdır. Evlâ olan bu zatların dünyevî maslahatlarını görüp dualarını almaktır.” diye haber göndermiş ve mürşidi nezdinde hak ehline sadakatini ispat etmiştir.

Osmanlı’nın meşhur ulemasından Ebussuud Efendi… Hakk’ın rızası sözkonusu olduğunda Kanunî Sultan Süleyman’a karşı dahi pervasız davranabilen, Hakk’ın rızasını her şeyin üstünde tutan ulu zat… Babası, Bayrâmiyye meşayıhından ve aynı zamanda ilmiye sınıfından olan Muhyiddin Yavsî k.s. hazretleridir. Babasının dizi dibinde ihlâsla yoğrulan ilim tahsili sürecinde İbn Kemal’e de talebe olmuştur. Babasının halifelerinden Muhyiddin Mehmed Efendi’den tarikat icazeti alan Ebussuud Efendi, şeyhülislâmlık makamına geçtiğinde hem zâhir hem de bâtın ilminde üstad konumundaydı. Onun, şeriat-tarikat-hakikat münasebeti hakkında sarfettiği şu cümle, Hazreti Peygamber s.a.v.’den ona kadar gelen alim ve ârif zatların tasavvuf anlayışı ile birebir örtüşmektedir: “Meşayıh-ı İslâmiye’nin hakikat ve tarikat dedikleri şey, şeriatın özü ve hülasasıdır.”

İlmî ve tasavvufî tesiri ile Nakşbendiyye yolunun dünyanın dört bir yanına yayılmasına vesile olan Mevlâna Halid-i Bağdâdî k.s. hazretlerini de bu minvalde zikretmek zaruridir. Süleymaniye ve Bağdad medreselerinde zâhir ilimlerini tahsil ettikten sonra yıllarca medrese hocalığı yapan Mevlâna Halid k.s., manevi bir işaret üzerine Hindistan’a giderek Nakşbendî meşayıhından Abdullah Dehlevî k.s. hazretlerine intisab etmiş, seyr ü sülûkunu tamamlayarak irşad icazeti almıştır. Irak’a döndüğünde bir yandan medrese hocalığına devam etmiş, bir yandan da ümmet-i Muhammed’in irşadı ile meşgul olmuştur. Yüzlerce halife yetiştirerek dünyanın dört bir yanına irşad memurları göndermiştir. Hem zâhir ilimlerde hem bâtın ilminde eriştiği zirve sebebiyle kendisine “Zü’l-Cenâheyn: İki Kanatlı” denilmiştir.

Hanefî fıkhı üzerine yazdığı “Reddü’l-Muhtar” isimli eseri, üç asırdır en mühim kaynak olarak kabul edilen İbn Âbidîn Muhammed Emin de bu manada zikredilmeye değer bir zattır. İbn Abidin, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî k.s.’dan kelâm, fıkıh, tefsir ve hadis gibi zâhir ilimlerden icazet almıştır. Ayrıca Mevlânâ Halid k.s. kendisine Nakşibendiyye hilafeti vererek, zâhir ilimlerde eriştiği makama bâtınî ilimlerde de eriştiğinin müjdesini vermiştir.

Tartışmanın anlamı yok

Araştırıldığında görülecektir ki tarihî süreç içerisinde hem zâhir ilimleri tahsil eden, hem de bir mürşid-i kâmile intisab ederek tasavvufla meşgul olan alimler çok büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Bir diğer sınıf ulema ise, herhangi bir mürşide intisab etmemesine rağmen, ilimlerinin gerektirdiği şekilde zühd ve takva üzere hayat süren ve sûfilere hoş nazarla bakan zatlardır. Bu iki sınıfın dışında kalan ve sûfilerle mücadeleye giren az sayıdaki alimler de sırf gayret-i diniyye ile kimi sûfilerin bazı hallerinin ve sözlerinin hakikatini anlayamadıkları için onlara muhalefet etmiştir. Dinin zâhir hükümlerini dikkate almadan sûfilik iddiasında bulunanlarla mücadele hususunda ise izan sahibi herkes zaten ortaktır.

Ahmed er-Rifâî k.s. hazretlerinin de beyan ettiği üzere, gerçek sûfi ile hakiki alimin arasını açacak herhangi bir husus yoktur. O bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kâmil sûfi ile gerçek alimin hiçbir farkı yoktur. Hiçbir kâmil sûfi talebelerine: ‘Namaz kılmayın, oruç tutmayın, haramlara dikkat etmeyin. Siz sadece zikirle meşgul olun, yeter!’ demez. Ve hangi gerçek alim talebelerine, ‘Allah’ı çok zikretmeyin, nefsinizle mücadele etmeyin, ihlâsla amel etmek için uğraşmayın. Siz namazı kılın, orucu tutun, yeter!’ diyebilir?”


Hataların sebebi


Yazımızın başında tasavvufa dair sıkça hataya düşülen en önemli meselenin zâhir-bâtın dengesi olduğunu belirtmiştik. Günümüzde bu hatanın daha yaygın bir hale gelmesi, meseleye daha hassas yaklaşmayı gerektiriyor.
Yanlış algılamaların bir yönü baştan itibaren ifade etmeye çalıştığımız gerçek tasavvufu anlayamamış, şeriat-tarikat-hakikat bütünlüğünü dikkate almayan sözümona tasavvuf ehlini ilgilendirmektedir. Diğer bir yönü, Batı’da özellikle 20. yüzyılda başlayan, tasavvufu İslâm’dan ayrıştırmak için tasavvufun diğer dinlerde de bulunduğu ve ilahî vahiyle irtibatı olmadığını iddia eden akademik çalışmalarla ilgilidir. Meselenin bir diğer yönü ise, mürşid-i kâmile intisap ederek seyr u sülûka başlayan sûfilerle alakalıdır.

İlk iki kısımda zikrettiğimiz gruplar, özellikle Hz. Mevlâna ve Yunus Emre gibi sûfileri istismar etmekten çekinmeyerek, onların eserlerinden aldıkları kimi metinleri kendi fikirlerine göre yorumlamışlardır. Böylece Kur’an ve Sünnet’te açıkça emredilen hususları ve nehyedilen yasakları hafife alan bir yaklaşım benimsemektedirler. Bu yaklaşımlar şeriat temeli üzerinde yükselen gerçek tasavvuf anlayışını bozarak, modern zamanlara özgü bir mistisizm üretme çabasından başka bir şey değildir. Halbuki Mevlâna Celâleddin-i Rûmî k.s. ve Yunus Emre k.s. hazretlerinin eserleri ve tasavvuf anlayışları bu çabaları boşa çıkarıyor.

Mevlâna ve Yunus Emre gibi sûfiler, farzlara riayet etmenin ötesinde, Sünnet’te yer alan en ince mevzuya bile uymaktan geri kalmayan takva ehli zatlardı. Mevlâna k.s. hazretlerinin Sünnet’e bağlılık hususunda söylediği şu beyit ne kadar da dikkat çekicidir: “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum, seçilmiş Muhammed s.a.v.’in yolunun toprağıyım. Birisi sözlerimden bundan başka bir söz naklederse, o sözden de, onu nakleden de şikayetçi olurum.”

Küçük yaşlardan itibaren babası Bahâüddin Veled k.s.’dan hem zâhirî hem bâtınî ilimleri tahsil eden Mevlâna k.s., babasının vefatından sonra Halep’e giderek dönemin önde gelen Hanefî alimlerinden Kemaleddin b. Adîm rh.a.’den ders almıştır. Daha sonra Şam’a geçmiş, dört veya yedi sene burada ilim tahsili ile meşgul olmuştur. Kur’an’a derinlemesine vâkıf olan Mevlâna k.s., hadis ilmini de hakkıyla bilmektedir. Zâhir ilimlerine böylesine vâkıf bir sûfinin, Kur’an ve Sünnet’i keyfi bir yoruma tabi tutması, şeriatın öngördüğü hükümleri hafife alması elbette düşünülemez.

Hakikat ve marifete dinin hükümlerinden tavizler vererek ulaşılabileceğini düşünenler, Yunus’un kalenderî-meşrep bir abdal olduğunu, şer-i şerife riayette titiz davranmadığını iddia ederler. Onun ilahî aşk ve muhabbete gark olması sebebiyle dinin öngördüğü amelleri ikinci plana atarak muhabbet ve cezbeyi öncelediğini ifade ederler.

Halbuki o, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat prensiplerine bağlılığı ile bilinen ve Sarı Saltuk k.s. hazretlerinden Hâce Ahmet Yesevî k.s.’ya ulaşan bir tasavvuf silsilesine mensuptur. Bu manada, Sarı Saltuk’un şu nasihatının Yunus Emre k.s. hazretlerinin fikir dünyasında yer bulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

“Ulema ve sülehayı (salihleri) sevün, (onlara) rağbet idün ve şeriate boyun tutun (boyun eğin), ilm u ibadete şuru’ eylen (ilim ve ibadete devam edin)… Ve bu Hanefî mezhebin(i) daim gözet ki, cemi mezhebün akdem ve akvası ve pakidür (tüm mezheplerin ilki, en güçlüsü ve temizidir).”

Dîvan’ını dikkatle incelediğimizde Yunus Emre k.s.’nun Kur’an ve Sünnet’e göre amel etmeyi, hakikat ve marifete ermenin temel şartı olarak gördüğü anlaşılmaktadır.


Yol bilmeden menzile varmak


Zâhir-bâtın dengesinin mürşid-i kâmile intisap ederek seyr u sülûka başlayan sûfileri ilgilendiren yönü de çok önemlidir. Mürid, kimi zaman bilgi eksikliğinden, kimi zaman da gaflete düşerek zâhir-bâtın münasebetindeki bütünlüğü muhafaza etmekte zorlanmaktadır. Halbuki birer tasavvuf kurumu olan tarikatların tüm esasları, müridin ruhi olgunluğa erişerek tüm amellerini hakkıyla yapmasını sağlamaya yöneliktir. Yani bütün tasavvufî adab ve erkân, Kur’an’ı Kerim’de “namaz kılanlar, oruç tutanlar, zekât verenler” gibi ifadelerle çok yerde zikredilen amellerin ve Sünnet-i Seniyye’nin hakkıyla yaşanması içindir.

Allah’ın kuluna farz kıldığı bu ibadetlerin kul tarafından hakkıyla yapılması için kalbin arındırılması ve nefsin temizlenmesi gerekmektedir. Mürşid-i kâmillerin mürid için belirlediği bütün evrad ve zikirler, müridin şeriatı bu safîlik hali ile yaşaması içindir. Bu sebeple tarikat adabını ve tasavvufu, İslâm şeriatının bir mertebe üstündeymiş gibi algılamak veya İslâm’a sonradan eklenmiş gibi düşünmek, müridi asıl gayeden uzaklaştırır.

Bir örnekle açıklamak gerekirse, vakit namazlarını cemaatle kılmak sünnet-i müekkededir. Şayet mürid imkanı varken cemaate gereken özeni göstermiyor, cemaat ile yapılan tarikat zikirlerini, cemaatle namaz kılmaktan mühim görüyorsa, öncelikleri belirlemede bir sıkıntı var demektir. Veya baş açık namaz kılmanın mekruh olduğunu bildiği halde, namazda başını örtmeye dikkat etmeyen bir müridin, hatm-i hacegânda takkeye azami ehemmiyet göstermesi, yine önem derecesinin doğru anlaşılmadığını gösterir.

Buna göre bir mürşid-i kâmilin elinden tutup izinden gitme niyetindeki mümine düşen vazife, öncelikle dinin kendisi için öngördüğü vazifeleri hakkıyla öğrenmesi, uygulamada hataya düşmemesidir. Mürşidinin rehberliğinde Kur’an ve Sünnet’e göre amel ederek Hakk’ın rızasına nail olma ümidini her daim diri tutmasıdır.
Son söz niyetine… Tarikat silsilesi Mevlâna Halid-i Bağdâdî k.s. hazretlerine ulaşan, Alvarlı Efe namıyla meşhur Erzurumlu Muhammed Lütfi Efe k.s. “Hülâsatü’l Hakâyık” isimli Dîvan’ında şeriat-tarikat-hakikat münasetini gönlünden diline dökülen şu cümlelerle ifade buyurmuştur:

“Terk edersen şeriatı, reddedersen tarikati,
Bulamazsın hakikati, Lütfî imanın incinir.”