๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 05 Temmuz 2011, 21:31:56



Konu Başlığı: Islah ve İfsat
Gönderen: Zehibe üzerinde 05 Temmuz 2011, 21:31:56
Islah ve İfsat:
Ya Düzelme Ya Bozgun

Nisan 2011 148.SAYI


Ebubekir SİFİL kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.


İçinde bulunduğumuz zaman diliminde pek çok İslâmî kavram ya dünyamızı tamamen terk etmiş ya da içerik dönüşümüne uğramış bulunuyor ne yazık ki.

Müslümanın iman, amel, ahlâk ve takvada arzu edilen kıvama ulaşamaması, İslâm ümmetinin “en hayırlı ümmet” olarak kendisinden bekleneni verememesi belki biraz da bu yüzden.

Kur’anî birer kavram olan “ıslah” yani iyileştirme, düzeltme ile “ifsat” yani bozma, karştırma kavramlarını aslî manalarıyla yeniden hatırlamamız gerekiyor.

Gerek bireysel hayatımızda, gerek İslâm adına yapılanlarda ve küresel ölçekte olanları ancak bu iki kavramın anlam çerçevesi ışığında anlayabilir, neyin doğru neyin yanlış olduğunu fark edebiliriz.

Dinî hassasiyet sahibi bir müslümanın İslâm anlayışını Kur’anî kavramlar şekillendirir. Mesela takva derken, ihlâs, riya, günah, helal-haram derken kendi görgü ve bilgimize göre değil, Mukaddes Kitabımızın belirlediği çerçeveye göre düşünür, öyle anlamaya, ona göre tatbik etmeye çalışırız.

Esasen müminin sadece ibadet hayatı değil, bütün bir hayatı bu çerçevede şekillenir. Çünkü İslâm, hayatı dinî ve dünyevî olarak birbirinden bağımsız iki ayrı başlık altında toplamaz. Aksine, gündelik yaşamın basit ayrıntılarından devletlerarası münasebetlere kadar bir bütün olarak görür.

Asırlar boyunca İslâm dünyasında baş tacı edilen kitaplarımız, akaid, fıkıh, tasavvuf büyüklerimiz bir anlamda Kur’an kavramlarını açıklamışlar, nasıl hayata geçirileceğini tarif etmişlerdir.

Vücutta kan gibi

Beden için kan neyse; düşünce, anlayış ve inanç için kavramlar da odur. Kavramların anlam kaybına veya anlam kaymasına uğraması, kandaki maddelerin yetersizliği veya zarar verici hale dönüşmesi gibidir.

Kana zehirli maddelerin karışması nasıl ki hastalıkla hatta kimi durumlarda ölümle sonuçlanırsa, aynı durum kavramlar bağlamında da söz konusudur. Zararlı, yıkıcı hale gelecek şekilde anlam dönüşümüne uğratılmış kavramların inanç ve düşüncede yol açacağı tahribatın, manevi hayatta istikametin sapmasıyla, hatta duruma göre tamamen kaybedilmesiyle sonuçlanması kaçınılmazdır.

Bir de bazı İslâmî temel kavramların hayatımızdan tamamen çıkması var. Bunu da bedenin kansız kalmasına, kan kaybına yol açan bir kazaya uğramasına benzetebiliriz.

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde pek çok İslâmî kavram ya dünyamızı tamamen terk etmiş ya da içerik dönüşümüne uğramış bulunuyor ne yazık ki. Müslümanın iman, amel, ahlâk ve takvada arzu edilen kıvama ulaşamaması, İslâm ümmetinin “en hayırlı ümmet” olarak kendisinden bekleneni verememesi belki biraz da bu yüzden.

İki temel kavram: Islah ve ifsat

Islah kısaca iyi duruma getirme, düzeltme, iyileştirme anlamına geliyor. Yani “salah”a erdirme. İfsat ise bozma, bir şeyin safiyetini bozma, ortalığı karıştırma manasında. “Fesat” dediğimiz durum. 

Yaşadığımız hayatın mahiyetini ele veren bu iki kavram sadece müslümanlar olarak kendi içimizde yaşadığımız hayata değil, aynı zamanda bizim dışımızdaki dünyada olup bitenlere dair de bize hakiki değerlendirmeler yapma imkânı veriyor.

İslâm alimleri “salâh” kavramını, hidayet yoluna girmek, aklın ve dinin gösterdiği istikamette yürümek, “fesad” kavramını da bir şeyin itidal sınırını taşması, istikametten sapması diye tarif ediyor. (Ebu’l-Bekâ, Külliyât, 561, er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, 379, et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn, 2/1093)

Bu tarifler doğrultusunda “ıslah”ı, hidayet yoluna, aklın ve dinin gösterdiği istikamete sevk etmek, “ifsad”ı da itidal sınırını taşırmak, istikametten saptırmak, dengesini bozmak” olarak anlamamız gerekiyor.

Islah ve ifsad kavramlarının, birincisi müslümanlar olarak kendi içimize bakan, ikincisi de dünyanın geldiği noktayı açıklayan iki boyutu bulunduğuna dikkat çekmemiz gerekiyor. Zira bu kavramlar içimizde ve dışımızda birbirinden farklı durumlara denk düşüyor.

İslâm anlayışımızda ifsat

Islah ve ifsadın öncelikle kendi kişisel yaşantımız, maneviyatımız bakımından düşünülmesi gerekiyor. İmanımız, ibadet ve taat hayatımız, kalbî hallerimiz ıslah üzere mi, yoksa ifsat halinde mi? Bu soru “nefs murakabesi” dediğimiz kişisel denetimimizin asıl meselesidir.

Diğer taraftan bir de bu iki kavram bağlamında ahir zaman müslümanları olarak karşı karşıya kaldığımız başka bir durum var, burada ona dikkat çekelim. 

Yüce dinimizin teferruata dair hükümlerinden temel itikadî değişmezlerine kadar geniş bir alanda ıslah adı altında ifsat yapıldığını görüyoruz.   

Bilindiği gibi Efendimiz s.a.v., “Allah bu ümmete her yüz yıl başında dinini tecdid edecek bir(iler)ini gönderir.” buyurmuştur. (Ebu Davud; Hâkim; Taberânî)

Bu hadisten hareketle bilincimize yerleşmiş bulunan “tecdid” yani yenileme kavramı, yaklaşık bir buçuk asırdır anlam dönüşümüne uğratıldı. Dinde “ıslah”, “yenilik”, “yenilenme”, “yenilikçilik”, “reform”… gibi tabirlerle birlikte, onların temsil ettiği anlayışı destekleme maksadıyla dile dolanıyor. Oysa bu kavramların arkasında gizlenen şey “ifsad”ın ta kendisidir.

“Tecdid”, değişime maruz bırakılmış, terk edilmeye yüz tutmuş olan İslâmî bir inancı, hükmü, değeri, tasavvuru aslî haline döndürmek, ilk halindeki safiyet ve tazeliğe kavuşturmak, yeniden inancın ve amelin konusu yapmaktır. “İmanınızı tecdid edin, yenileyin...” (Ahmed b. Hanbel; Hâkim), “…Allah Tealâ’dan kalbinizdeki imanı tecdid etmesini dileyin.” (el-Hâkim) gibi hadislerde yer aldığı üzere...

“Islah”, ”tecdid” gibi kavramların ‘dinde yenilik, dinde değişim’ gibi düşünceleri dile getirmek amacıyla kullanılması durumunda ise, yine hadislerde ifadesini bulan “ihdâs” kavramı karşımıza çıkar. Efendimiz s.a.v., “Kim bizim şu emrimizde (tebliğ ve beyan ettiğimiz dinin itikad ve ahkâmında) olmayan bir şey ihdas ederse, o şey reddedilmiştir.” (Buharî; Müslim) buyurmuştur.

Buradaki “ihdas”, tam olarak bid’ata karşılık gelir. Zira başka hadislerde “bid’at” kavramının bu anlamda kullanıldığı malumdur. İlk akla gelen örnek “İşlerin en şerlisi, sonradan ihdas edilmiş olanlardır.” (Buharî; Müslim) hadisidir. Bu hadisin devamında “Her bid’at dalâlettir.” buyurulmuş olması meseleyi net olarak ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla Efendimiz s.a.v. ve Sahabe-i Kiram zamanında olmadığı halde sonradan ihdas edilmiş, uydurulmuş her şey bid’attır. Her bid’at bir sünneti ortadan kaldırıp onun yerine ikame edildiği için, aynı zamanda bir ifsattır.

Buradaki bid’atın sadece “amelî bid’at” olarak anlaşılması doğru değildir. Aynı zamanda itikadî alanda da bid’at ihdası söz konusudur. Bu bağlamda 19. asır sonlarında başlayan güya “dinde ıslah” akımının Ehl-i Sünnet itikadını hedef tahtasına koyduğunu hatırlayalım.

Islah perdesi altında

Sözünü ettiğimiz bu “dinde ıslah” operasyonu, İslâm’ı ezeli ve ebedi düşman olarak gören Batı’da son derece ustaca kurgulandı. Maksat İslâm’ı “dönüştürerek” kendileri için “tehlike” olmaktan çıkartmaktı. Önce “alim” imajı örselendi. Arkasından mezhep kurumu hedef tahtasına oturtuldu, bir sonraki adımda Sünnet-i Seniyye…

Bütün bu aşamalarda Batı’dan ithal edilen adamlar, fikirler, metotlar hep başrolde oldu. Ağzını “zamanın değiştiğini” söyleyerek açan herkes, bir sonraki cümleyi “ihya”, “ıslah”, “tecdid”, “yenilenme”… kelimelerini merkeze alarak kurdu. Enteresan olan şu ki, hiç kimse bunu açıktan, yiğitçe ve cesurca yapmadı, yapmıyor. Geldiğimiz noktada görünürde belki namaz kılan, oruç tutan insan sayısında artış var. Ancak İslâmi şuur ve hassasiyet arzu edilen kıvamda mı, itikat sağlam mı, bu noktalarda ciddi soru işaretleri var.

Özellikle “muamelat” dediğimiz ticaret, nikâh-boşanma, iş hayatı gibi insanlar arası münasebetler alanına ilişkin hükümlerin ağırlığından, dönemini doldurmuşluğundan, ölçü değil örnek olacağından, çağdaş dünyaya izah edilemeyişinden bahseden reformist anlayışın, bu hükümlerin çağın anlayışına ve değer yargılarına uygun hükümlerle değiştirilmesini talep ettiğini görüyoruz.

Bu tarz cümleler kurarken İtikad’ın sahasına girdiğimizin, itikadî bir mesele konuştuğumuzun çoğu zaman farkında olamıyoruz. Oysa Efendimiz s.a.v. yüzyıllar ötesinden bizi uyarmış ve şöyle buyurmuştu:

“Allah, ilmi, insanların kalbinden sökerek almaz. Ancak alimlerin ölümüyle alır. Alimler ölünce geriye cahiller kalır. İnsanlar da onları rehber edinir. Onlara soru sorulur; onlar da ilimsiz olarak fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırır.” (Buharî; Müslim)

Bu hadiste çoğu zaman farkına varılmayan bir incelik var: Efendimiz s.a.v., alimlerin ölümüyle geriye cahillerin kalacağını ve halkın onları rehber edineceğini haber vermiş ama, halkın onların cahil olduğunu bilip bilmeyeceği konusunda bir şey söylememiş.

Cahil olduğu bilinen birine kim fetva sorar? Elbette cahile bir şey sorulmaz. Ancak onun cahil olduğuna kim karar verecek? Verdiği fetvayla hem kendisinin saptığına, hem de halkı saptırdığına kim karar verecek?

Bu sorulara cevap vermek için elimizde sadece bir tek kriter var: Gerçek alimlerin elimizde bulunan fetvaları, yani ilmî mirasları. Bugün ortalıkta “yenilik/ıslah” söylemiyle faaliyet gösterenlerin doğruyu söyleyip söylemediğini ancak eski gerçek alimlerin sözlerine bakarak tesbit edebiliriz.

Baştakiler bozulursa

Efendimiz s.a.v. bizi bir konuda daha uyarmış: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, saptırıcı önderlerdir.” (Ahmed b. Hanbel, Taberanî). Bu hadisin açıklaması sadedinde konumuzla doğrudan alakalı şu tesbitler gerçekten hikmet ve ibret yüklüdür:

“Efendimiz s.a.v., ümmetinin ıslahı konusunda çok titiz, ümmetinin en hayırlı ümmet olma vasfını muhafazası konusunda hassastı. Bu sebeple ümmetin önderi konumundaki kimselerin fesadından korkmuştur. Çünkü ümmetin hali, onların ifsadıyla bozulur. Onlar toplumun önünde bulunan kimselerdir. Onlar bozulduğunda ümmet de fesada uğrar. Ulemanın durumu da böyledir. Onlar fesada uğradığında ümmet de ifsad olur. (…) Abdullah b. Ömer r.a.’a müslümanların yıkımının nereden olacağı sorulduğunda şöyle demiştir: ‘Alimin sürçmesi, münafığın (hasmına karşı) Kur’an’la mücadele etmesi ve saptırıcı önderler.’” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/419)

Dışımızda durum ne?

Müslümanın sorumluluk sahası sadece kendi nefsi ve yakın çevresi değil, bütün yeryüzüdür. Yeryüzünün küresel anlamda imar ve ıslahı, küfür, şirk ve tuğyandan kaynaklanan fesadın ortadan kaldırılması, emr-i ma’ruf ve nehy-i münker gibi bütün insanlığı ilgilendiren ilkeler imanın gözle görülen zorunlu sonuçlarıdır.

İmandan kaynaklanan bu ve benzeri ıslaha/imara dönük faaliyetlerle küfür ve tuğyandan kaynaklanan ifsat ve yıkım, elbette aynı zamanda iman ile küfür arasındaki farkı da yansıtmaktadır.

Kıyametin kâfirler üzerine kopacak olmasındaki sır ve hikmetin izini sürmeye bu noktadan başlamakta fayda var. Küfür vasfının üstüne bir de “tuğyan” eklendiğinde ortaya, sadece hakikatleri inkâr ve reddedenler değil, aynı zamanda yeryüzünde bulunuş amacını unutarak kendi heva ve arzuları istikametinde insanlığı da, yaşadığı çevreyi ve dünyayı da dejenere eden, kirleten, fesada verenler çıkmaktadır.

Tuğyan “İsyanda haddin aşılması” olarak tarif ediliyor. Bunun anlamı şu: İnsan haddi aşma, azgınlık ve isyanda geri dönülmez noktaya geldiğinde tuğyan hali başlamış oluyor. Geçmiş kavimlerin başlarına gelenlere baktığımızda isyankârlıkta had safhaya vardıklarında helak olduklarını görüyoruz. İlâhi azaba muhatap ve helak edilmiş olan Nuh a.s. kavminin, Semud kavminin, Firavun’un fiillerinin “tuğyan” olarak ifade buyurulmuş olması elbette sebepsiz değildir.

İfsad olgusunun, bizden önceki kuşakların hiç birisinin görmediği ölçekte yaygın ve kuşatıcı olması, modern hayatın getirdiği bir sonuçtur. İletişim ve ulaşım vasıtalarının dünyayı bir ağ gibi sarması, sadece uzak mesafelerle irtibatımızı sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda ifsadın da küreselleşmesi sonucunu doğuruyor.

Keşke mesele, dünyanın bir ucunda çıkan, hatta belki de kasden üretilen bir hastalığın birkaç gün içinde kıtaları aşıp uzak ülkelere ulaşmasından ibaret olsaydı. “Uygar dünya”nın “gelişmiş” insanları yeryüzünü kendi mülkleri olarak gördüklerinden, kendi heva ve heveslerini, tuğyanlarını küreselleştirerek bütün dünyayı fesada verebiliyorlar. Ellerinde bulundurdukları propaganda mekanizmaları sayesinde de yaptıkları ifsadı pekala “ıslah” olarak lanse edebiliyorlar.

Küresel ifsat

Burada mesele, modern insanın, tabiat ve varlığı yönetmede olduğu gibi “yaratma”da da ilâhi sıfatlarla donanmış olduğu vehminin tuğyan sınırına ulaşmış olması meselesidir.

“İnsanlar içinde bazıları vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider. Ve kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, İslâm düşmanlarının en yamanıdır. İş başına geçtiğinde yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çalışır. Oysa Allah fesadı sevmez.” (Bakara, 204-205)

Bu ayette Efendimiz (s.a.v)’e hitap edilmesi, ayetin bize bakan yönünün bulunmadığı anlamına elbette gelmez. “Sebebin özel olması, hükmün genel olmasına mani değildir.” Bugün “gelişmiş” ülkelerin söyleminin bizi nasıl cezbettiği malum. İslâm ve müslümanlar hakkındaki düşünceleri de öyle. Sanırsınız ki bütün dertleri, “geri kalmış” dünyanın bir an önce ileri ülkeler seviyesine yükselmesi! 1798’de Napolyon da Mısır’ı işgal ettiğinde, “Mısır halkını medenileştirmeye geldik.” demişti.

Doğrusu her sene verdikleri karnelerde kırık not görmemek için bütün gayretimizle çalışmak hoşumuza gitmiyor da değil. Bize “aferin” demeleri hoşumuza gidiyor! Ayetin ilk cümlesinin bu bağlamdaki açılımı böyle yapılabilir. Samimiyetlerinden şüphe etmememizi isteyenler, ayetin haber verdiğine göre üç şey daha yapıyor: İşbaşına geçtiklerinde yeryüzünde fesat çıkarıyor, ekini ve nesli helak ediyor.

Dünyanın sadece kendi istedikleri gibi ve kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edilmesi onların tek arzusu. Bunun için yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka yaptıkları bir şey yok. Ürettikleri silahları satmak için ülkelerde suni savaşlar çıkarıyor, kardeşleri birbirine kırdırmaktan çekinmiyorlar. Kurdukları küresel sistemin vahşi ve ifsat edici olduğu söylendiğinde şiddetle reddediyor ve “biz ancak ıslah edicileriz” diyorlar.

Bitkiler hayvanlar bile...

Ayette dikkatimize sunulan diğer hususlar, ekinin ve neslin helak edilmesidir. “Ekinin helakı” denince aklımıza hemen genetiği değiştirilmiş gıdalar, hormonlu yiyecekler geliyor. Hemen hiçbir şey tabii fıtrî halinde bırakılmadı. Her bitkinin tabii haline müdahale edildi. Bu alandaki ifsad edici çalışmaların sonucu olarak toprağın dahi tabii yapısı bozuldu.

Ayette dikkatimize sunulan diğer nokta da “neslin helakı”dır. Burada aklımıza sadece yeni nesillerin inanç ve ahlâk değerlerinden yoksun, dolayısıyla fıtratına yabancı halde yetiştirilmesi gelmiyor. Aynı zamanda gen mühendisliği alanındaki çalışmaların insan ırkını da kapsayacak şekilde genişletilmesi hadisesini hatırlıyoruz.

Tuğyan halindeki insanın teknolojik gelişme adına dünyayı sürüklediği nokta kıyametin arifesini işaret ediyor. Tabiatın düzeni bozuldu, ekosistem ciddi hasarlar alıyor, birtakım canlı türleri yok olmaya devam ediyor, sadece dünya değil, uzay da hızla kirleniyor. Eğer bu ifsat değilse ifsat ne ola ki?!

Nihayet, ayetteki “helak”, hemen önce geçen “fesat”la sıkı biçimde irtibatlıdır. Ayetin sonunda Allah Tealâ’nın “fesadı” sevmediğinin vurgulanması bu noktayı teyit etmektedir. Yani ekinin ve neslin helakı da son tahlilde “fesat” kapsamı içindedir. Sözün özü şu: Modern insan, “Ben de yönetiyor ve yaratıyorum!” diyor.

Tablo iç açıcı değil. Fakat karamsarlığa, hele de ümitsizliğe asla yer yok. Ama bir şartla: Eğer biz müslümanlar dünyanın umudu olabilirsek. Eğer biz hakka ve hakikate sahip çıkıp başta kendi nefsimiz olmak üzere ifsattan ıslaha yol alabilirsek...


Konu Başlığı: Ynt: Islah ve İfsat
Gönderen: Selvihale üzerinde 10 Temmuz 2011, 19:03:52
Rabbim razı olsun ..Rabbim bizleri islah etsin..Dini ve taati üzerine sabit kılsın aminnn