๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 14 Temmuz 2011, 06:26:05



Konu Başlığı: Hatıralar ve Dinî Hayat
Gönderen: Zehibe üzerinde 14 Temmuz 2011, 06:26:05
Hatıralar ve Dinî Hayat


Ağustos 2010 140.SAYI


Semerkand Dergisi kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Ramazan ayı, yanlış giden hayatı düzeltmek, ibadete, Allah’a kulluğa başlamak için başlı başına fırsattır. Diğer zamanların ibadetlerine ek olarak ramazandaki ibadetler çok daha sıcak, kucaklayıcı hissedilir. Toplu halde neşeyle yaşanır ve iz bırakır.

Hep söylenir ya, oruçlunun iki bayramı var. İlki iftar.. Gün boyu yaşanan açlığın, susuzluğun akşam ezanıyla son bulmasının verdiği sevinç, haz... Ne mutluluktur o öyle! Cismanî varlığını Allah’ın emrine adamış  olmanın gönül huzuruyla bir sofrada beklemek... Sıcak ramazan pidesinin, suyun, tatlının, hurmanın önünde oturmak... Ezanla birlikte sanki bütün tatları yeniden keşfederek yaşadığını, nefes aldığını, var olduğunu hissetmek...

Dünya üzerinde acaba başka hangi anda böyle mutluluk yaşanabilir ki? İkinci bayram ise, Allah’ın oruçlunun günahlarını affedip rahmetiyle sonsuz cennet hayatına ulaştırmasıdır.

Bu iki bayrama erme ümidi her mümini mutlu eder, neşelendirir, tarifsiz duygular yaşatır. Gününde orucu, gecesinde teravihi, mukabelesi, ziyaretleriyle gönlü enginlere kanat açar. Ve mümine hiç eskimeyen hatıralar kalır. Dilden dile, nesilden nesile anlatılır bu hatıralar. İlk günkü sıcaklığıyla her dinleyende iz bırakır. Müslüman nasıl yaşar, Rabbiyle irtibatından ne hoşluklar devşirir, neler hisseder, bunları öğretir. Bunlar çok saf, çok berrak, tertemiz insanî hikâyelerdir.

Semerkand’da bu ay, böyle ibadet anlarının izlerini, mesajlarını taşıyan hatıralardan bir demet yer alıyor. Kimi yazarlarımızdan, kimi artık hayatta olmayan yazarların kitaplarından... Kendi hatıralarımızla da bir araya geldiğinde ne kadar aynı olduğumuzu, aynı kulluk atmosferinde yaşadığımızı gösteren, birbirinden ilginç, güzel hatıralar...

Ramazan Gelince Şehir

Mitat Enç / 1909 - 1991


Ramazan yalnız çarşının değil tüm kentin (Gaziantep) hayatını kökünden etkilerdi. Herkes mübarek ayın adım adım yaklaştığını bilir fakat başlayacağı günü kesin olarak kestiremezdi. Rumeli’nden Arabistan çöllerine kadar uzanan İmparatorlukta bu gün, kentin bulunduğu boylama göre değişirdi. Bu yüzden de çevresindeki tepeleri akşam üzeri tırmanıp, ince karpuz dilimi ayın bir göz açımı ufukta boy göstermesini bekleyenler çoğalırdı. Ne zaman iki şahit koşarak gelir ve yetkilinin karışısında, ilk hilali gördüklerini yeminle belgelerlerse o akşam Ramazan topları atılırdı.

Topu duyan ev kadınları mutfağa koşar, ilk sahur hazırlıklarına koyulur, sokaklarda bekçiler davulları gümbürtdemeye başlar, peşlerine kadar takılan her boydan çocuk sürüsü “Ramazan geldi hoş geldi” çığlıklarıyla etrafı çınlatırdı. O günden sonra bir ay tüm kent okulları, devlet daireleri, çarşılar güneş tepeye dikilinceye dek sessiz bir uykuya gömülür ancak öğle ezanından sonra kıpırdamaya başlardı. (Mitat Enç, Uzun Çarşının Uluları, Ötüken Yay.)

Yaz Sıcağında Oruç

Ali Sözer


Ramazan ayının yaz mevsimine denk geldiği zamanlar, köylüler için zor zamanlardır. Hem oruç tutup hem de gün boyu güneş altında çalışmak gerekir. Tarlada biçilecek ekin vardır, sonra harman işleri gelir. Hele eski zamanlarda patoz veya biçerdöver yokken harman işleri uzun ve yorucu olurmuş. Yazın köyde başka işler de vardır. Hayvanlar güdülmeli, bağ bahçe ile uğraşılmalı, meyve ağaçlarının dipleri kazılmalıdır. Kısaca, yazın köyde oruç tutmak, şehre göre bir kat daha zahmetlidir. Fakat pek çoğu fıkra tadında bir o kadar da ramazan hatırası vardır.

Ninem anlatırdı. Merhum dedem yaz vakti eşeğe binmiş bahçeye gidiyormuş. Yolda sepetine üzüm toplamış köylülerden birine rastlamış, köylü iki salkım üzüm vermiş. Hava sıcak. Dedem üzümleri yemeye başlamış. Yol bitmiş, üzümler de bitmiş, dedem oruçlu olduğunu hatırlayıvermiş.

Dedem, bu olayı her anlattığında “hava çok sıcaktı, çok susamıştım” dermiş ve ilave edermiş: “Allah’ın bir lütfu işte, unutturdu oruçlu olduğumuzu.” (Ali Sözer, “Şehr-i Ramazan’ı Köyde Geçirmek”, Yedi İklim Oruç Özel Sayısı, S. 222, Eylül 2008.)

Zindanda Ramazan

Süleyman Sırrı


İttihat Terakki döneminde tutuklanan gazetecilerinden Süleyman Sırrı, zindan hatıralarını anlatırken Ramazan’a değinir:

“Tutuklanışımız üzerinden dört ay geçmişti. Ramazan-ı şerif geldi. Henüz mahkemeye sevk edilmemiştik. En çok, sabırsızlıkla beklediğimiz şey, muhakememizin yapılması idi. Çünkü sonucunda ya tahliye edilir veyahut mahkûm olur, bu düşünceden, endişeden kurtuluruz, diyorduk.

Muhakememizin Ramazan içinde yapılacağı anlaşıldı. Ramazanı nasıl geçireceğimizi tartışmaya başladık. Bazılarımız bu şartlar içinde oruç tutamayacağımızı belirtiyor, bazılarımız da oruç tutmadığımızı bahane ederek bizi döveceklerini söylüyordu. Esasen oruç tutacaklar dışardaki gibi Ramazan hayatına hazırlanıyorlardı. Kavanozlarla reçeller geliyor, çorba ve yumurta pişirmek için tencereler ve sahanlar getirtiyorlardı.

Ben tutukluların en genci olduğum için, Bakkalkapı hapishanesinde kayınpederle kahvecilik yapıyorduk.

Ramazanın ilk gecesi -iki kişi hariç- hepimiz oruç tutmaya karar verdik. Ertesi gün oruçlu idik.

Gözden geçirecek ne bir gazete, ne de bir kitap olduğu gibi, gelen giden ahbap da bulunmadığından, vakit geçirecek bir vasıtamız yoktu. Karşılıklı konulmuş ot minderlerin arasında, yarım arşın eninde ve iki metre boyunda bir geçit olduğundan, bir sağa bir sola gider dururduk. Çünkü dizlerimizde tutulma tehlikesine uğramamak için dolaşmak lazımdı.

Akşam üzeri bizim kahve müşterileri birer birer mangalda kimi çorba kimi yumurta pişirir, top atılıncaya kadar iftarlık hazırlarlardı. Toplar atılınca oruçlar bozulur, bizim ocak işlemeye başlardı. Aynı zamanda birçok müşterimiz sade ve şekerli kahve isterler, beni bütün bütün şaşırtırlardı. Bu telaşla kusurlarıma kimse bakmaz, hatır için kahvecilik ettiğimi bildiklerinden, noksanlarıma aldırmazlardı. Hasılat da fena değildi.

İlk akşam namazını Cerrahpaşa hatibi kıldırdı. Namazdan sonra sohbete başladık. Yatsı yaklaştığı zaman, Hafız Kemal Efendi’nin ikazıyla herkes yeniden abdest alarak yatsıyı ve teravihi kıldık, bitiminde zalimlere hep birden lanetler, beddualar yağdırdık.

Cenab-ı Hak bedduamızı kabul buyurmuş olacak ki, bizi böyle mahpuslara dolduran İttihatçıların büyükleri bu sene ramazan-ı şerifi hapiste geçiriyorlar. Bizi döven gardiyanlarla da dost olmuş, ahbaplığı ilerletmiştik. Ömürleri boyunca tiyatro, orta oyunu gibi şeyleri görmemiş olan bu adamlar, kayın pederimin düzenlediği orta oyununu seyrederek pek beğenmişlerdi.” (1919) (Süleyman Sırrı, Bekirağa Bölüğü’nde Neler Gördüm, 1919, İstanbul)

Bir Demet Ramazan Latifesi

Ali Uysal


Mağfiret ikliminin en güzel meyvelerini yediğimiz, kirlerden arındığımız ramazan ayı aynı zamanda içinde derin anlamlı nükteleri, hoş latifeleri de barındırır. Ramazan ayında insanoğlu ibadet üzere olmanın neşesiyle kötü söz söylemez, hakikati ince, zarif nüktelerle dile getirir. Geniş zamanları kapsayan oruç, cemiyeti bütün boyutlarıyla tesiri altına alır. Toplumu bir ay boyunca kuşatır. Böyle olunca ramazanda yaşanan her şey ramazana özgü ve oruç eksenli olur.

Hoca Nasreddin’den Keçecizâde İzzet Molla’ya kadar nice gönül ehli latifeleri ile ramazan-ı şerife ayrı bir neşe katar. Anadolu insanının ince zekâsından, irfanından neş’et eden latife bahçesinde dolaşınca, oruç ayının tebessüm çiçekleri gönlümüzde ve yüzümüzde renk renk açar. Bu latifeler genelde Ramazan sofralarına ve teravih namazına özgüdür.

Bir gün Nasreddin Hoca...

Ramazana özgü bir nükteyle Nasreddin Hoca karşımıza çıkar. Hoca, bahçesindeki incirleri satmak için pazara gider o sırada bir kadın veresiye verirse alacağını söyler. Hoca kabul eder, bir tane inciri de kadına uzatır. Kadın almak istemez. Altı sene önce tutamadığı bir günlük orucun borcunu ödediğini, oruçlu olduğunu söyler. Hoca satmaktan vazgeçer ve şöyle der: “Öyleyse hanım sana incir veremem. Allah’ın alacağını altı senede ödeyen kişi kulun alacağını kim bilir ne zaman verir!”

İster kulluk borcunu isterse de kulun kula borcunu ödeme hususunda hassasiyetlerimizi kıymetlendiren ne güzel bir fıkradır.

Yine Hocamızın latife bahçesinde dolaşmaya devam edelim:

“Hocanın kadılık yaptığı zamanlarda bir adam oruç yiyen birini itip kakarak Hoca’nın huzuruna getirir. Hoca getiren adama hapis cezası verir. Adam şaşkındır:

“Hocam cezamı anlıyorum fakat adamın hiç mi suçu yok?”deyince Hoca:

“Evladım ben bu şehrin kadısıyım, buranın düzenini bozduğun için sana ceza veriyorum. Halbuki getirdiğin kişi dinin kaidelerini bozdu. Ben ahiret kadısı değilim. Onun hükmünü, cezasını Mevlâ verecek.”der.

Kendini ceza veren kadı yerine koyanlara, egolarını tatmine çalışanlara, dini telkin ve tebliğde eksikleri olanlara verilen bu cevap düşündürücüdür.

Anadolu insanı birçok latifeyi Hoca’ya isnad etmekte bir sakınca görmemiştir. Bunlardan birini ramazana özgü olduğu için zikretmeden geçemeyeceğim.

Ramazan girince sürekli Hoca’ya “bugün orucun kaçı” diye sordukları için Hoca Efendi çömleğin içine her gün bir tane nohut atarak hesap tutmak ister. Küçük kızı, babasını çömleğe nohut atarken görür ve bir iki avuç da kendisi atıverir. Komşuları sormaya başladığında Hoca çömleğe bakar, bir de ne görsün... Tam yüz on tane nohut. Çaktırmadan bugün orucun otuz yedisi deyiverir. Komşular: “Hocam nasıl olur, Ramazan topu topu otuz değil mi?” diye sorunca Hoca latifeyi patlatır: “Be gardaşım, sen yine bu hesaba şükret ve razı ol. İş çömlek hesabına kalsaydı, bugün orucun yüz onu idi.”

Oruç tutmuyor ama utanıyor

Orucu tutamadığı zaman açıktan yemenin, içmenin mahcubiyetini yaşayan Anadolu insanına özgü bir latifeyi daha anlatarak ramazanın mümin gönüllerdeki neşesine eklemek isterim.

Oruç tutmayan bir genç, Ermenek’te bir köyde keçi kılından dokunmuş siyah bir çuvalı üzerine örter, ırmaktan su içmek ister. Köylülerden biri görüp, kimsin diye seslenir ses alamaz. Çuvalın yanına yaklaşır, içindeki kişiyi görür. Niye bu haldesin, diye tekrar sorar. Su içen mahcup bir şekilde: “Su içiyorum, çuvalı da üzerime çektim. Görenler hayvan sansınlar diye düşündüm.” deyiverir.

‘Gel, güneş altında rençberlik yap hele!’

Ramazanın başında, ortasında ve sonunda bu anlara özgü ilahilerle, kasidelerle ramazan-ı şerif karşılanır, ağırlanır ve uğurlanır. Bu güzellikler genelde teravih namazlarında sergilenir. İlahilerden ramazanın neresinde olduğumuz kolaylıkla algılanır. Çünkü “Hoş geldin ey şehr-i ramazan” diye karşılanan oruç ayı, “Elveda” ezgileriyle uğurlanır.

Bu uğurlama anını Mersin’in Arslanköy beldesinde yaşanmış bir olay ile tamamlayalım. Ramazan-ı şerifin ağustos sıcağına denk geldiği zamanlardır. Köylü güneşin gözünde ekin derip harman sürmektedir ve tabiî ki herkes oruçludur. Özellikle susuzluk insanları zorlamaktadır. Ramazan-ı şerifin son günleri yaklaşmıştır. İmam efendi cami hoporlöründen Ramazanı uğurluyan şiirler, ilahiler söyler. İlahilerde “Elveda ey şehr-i ramazan, bizleri bırakma..” sözleri geçmektedir. Sıcakta hem çalışıp hem de orucunu tutan yaşlı bir köylü imama seslenir:

“Ah hocam, gel de bizim gibi güneşin altında rençberlik yapıp orucunu tut bakalım... Gitme kal mı, yoksa güle güle ey şehr-i ramazan mı dersin?”

Evet; ramazan ayı kendine has yaşanmışlıklar ve nüktelerle doludur. Anadolu irfanı ramazan ayını neşesiyle, hüznüyle, kulluğuyla, ibadetiyle adeta bir insana dönüştürerek idrak eder. Bu idrakin neticesinde de bu güzel latifeler, fıkralar meydana gelir.

Ah Eski Ramazanlar Deyip Anlatırız
 
Taha Yıldız


Her ramazan yaklaşırken çocukluk dönemim gözlerimin önüne gelir. Beş erkek, bir kız kardeştik. Kur’an ve Sünnet’e son derece bağlı iyi birer müslüman olan anamın ve babamın kanatları altında büyüdük. Anam, babam inşaatlara çalışmaya giderken elinden geldiğince bizimle ilgilenir, özellikle namazımız üzerinde çok dururdu. Ellibeş metrekarelik çatı katında altı çocuk birden evde olduğumuzda, anamın anasından emdiği süt burnundan gelirdi. Ve bu her gün olurdu. Tam anlamıyla canından bezdirirdik anacığımızı. Ama yine de, namaz vakti geldi mi hepimizi sırasıyla banyoya sokardı, abdest almamız için.

Hastalık dışında bir kez evde namaz kıldığını görmediğim, sabah namazı da dahil cemaate koşmaya çok önem veren babam, evde olduğunda bizleri küçük yaşlardan itibaren camiye götürmeye gayret ederdi. Annem de teravihlere gelirdi. Babamın, bizleri peşine takarak caminin yoluna düşürmesi hâlâ gözlerimin önünde. Camiye her gidişimde bunu hatırlarım. Bu dönemler namaz sevgisini, Allah’a kulluk etmenin hazzını, ailece birlikte ibadet etmenin sıcaklığını tattığımız dönemlerdi. Ve o günler, her türlü muzipliği ve yaramazlığı da içinde barındırıyordu.

Doksandokuzluğun taneleri

İstanbul Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii’nin hanımlar kısmının önünde perde çekiliydi. Böylece erkek cemaatle hanımlar birbirlerini görmezlerdi. Çoğu kez hanımların namaz kıldığı yer boş olurdu. Babam bizleri namaza erkenden götürdüğünde hanımların namaz kıldığı bu yere girerdik. İpini çözüp misket oynadığımız doksandokuzluk bir tespihimiz vardı. Namaza kadar perdenin arkasında tespih taneleriyle misket oynar, sonra bunları halının altına saklardık, bir sonraki namaza kadar. Yolum bu camiye düştüğünde, hanımların namaz kıldığı o yere doğru bir bakar, ifadeden yoksun olduğum bir hüzne kapılırım.

Farzda hepimiz yan yana durur, birbirimizi iteklerdik. Edâ esnasında da birbirimize kaçamak hareketler yapardık. Babam birbirimizi itekleyip namazı doğru düzgün kılmadığımız için bazen bizleri caminin içine serpiştirir, bir ikimizi yanına alırdı. Yaşlılardan yediğimiz fırçalar da az değildi. Zira namaz aralarında mutlaka birbirimizle konuşurduk.

Namaz sonrası tespih dağıtırdık

Camide namazın en sevdiğimiz kısmı tesbihattı. Müezzin “alâ rasûlinâ Muhammedin salavât” dediğinde, hepimiz birden tespihlere koşardık. Tespihleri alır, cami içindeki cemaate dağıtmaya başlardık. Tesbihat bittikten sonra da tekrar toplardık. İşittiğimiz azarlar yüzünden tespihleri atmamaya, bizzat cemaatin ellerine vermeye, topladıktan sonra da düzenli bir şekilde yerine koymaya önem verirdik. Öyle ya, Allah’ın kendileriyle zikredildiği şeyler atılmazdı. Ne güzel bir anlayış.

Müezzin mahfilinde lokum yemek

Camide namaz kılmaktan en çok zevk aldığımız yer müezzinlerin bulunduğu arkadaki mahfildi. Camiye sürekli gittiğimiz için, Mustafa ve Hasan Hocalar bizleri kendi evlatları gibi kabullenmişlerdi. Bazen müezzinliğin kamet kısmını bize yaptırırlardı. Namazlardan sonra “Hüvellâhullezî”yi okuduğumuz da olurdu. İbadet sonrası bir müddet onlarla oturur, ikram ettikleri şeker ve lokumları yerdik. Zira cami merkezî bir yerde olduğundan sürekli mevlit okunur, her zaman için mevlit şekeri ve lokum bulunurdu. Caminin önündeki panoya mevlit ilanları yazılır, bazen de sırf şeker almak için mevlitlere katılırdık. Çocukluk işte, şekerlerin dağıtılacağı zamanı dört gözle beklerdik.

Bazen minarede ezan okudukları yere müezzinlerle birlikte çıkar, hayranlıkla ezan okumalarını seyrederdik. Bazen de sesi oldukça güzel olan babama eşlik eder, ezan okumasına şahitlik ederdik.

Müezzin kimdi?

Evimizde televizyon yoktu. Bu yüzden büyük bir açlık hisseder, televizyon seyretme imkanı bulduğumuzda adeta kendimizden geçer, ne çıkarsa seyrederdik. Yetmişli yıllardan bahsediyorum. Sadece devletin siyah beyaz tek kanalının olduğu günlerden... Mihrimah Sultan Camii’nin bahçesinin altında, cami müştemilatı içinde bir çay ocağı vardı. Babam bazen bizleri namazdan yarım saat önce bu çay ocağına götürür, televizyona bakar, birer çay içerdik. Bu arada babam cami cemaatı olan arkadaşlarıyla sohbet ederdi.

Hiç unutmuyorum, bir akşam namazı öncesinde yine bu çay ocağına gittik. Babam arkadaşlarıyla oturup çay içiyor, ben ise yer olmadığından ayakta dikelmiş televizyon seyrediyordum. Kendimden geçmiştim, zira televizyonda Ayı Yogi çizgi filmi oynuyordu. Tam bu esnada akşam ezanı okunmaya başladı. Babam “Hadi camiye” deyip önden çıktı. Fakat ben televizyon seyretmeye o kadar dalmışım ki, namaz bitmiş, cemaat geri gelmiş ve ben hâlâ aynı yerindeydim.

Babamın bir huyu vardı, mutlaka camide bizi arardı, içeri girdik mi girmedik mi diye. Onun namaza durduğu yer ise her zaman aynıydı: Minberin sağ tarafı. İşte ben televizyona dalmışken birden sol omzuma bir el değdi. Gelen babamdı. Ondan oldukça korkardık. Bana “Namazı kıldın mı?” diye sordu. Ben de çocukça ve anlık bir refleksle “Kıldım” diye cevap verdim. Babam kılmadığımı elbette biliyordu. Büyük ihtimalle, caminin içinde olup olmadığımı kontrol etmişti. Bana sordu: “Caminin neresindeydin?” Onun her zaman durduğu yeri bildiğimden “Sol tarafta, önde köşedeydim” dedim. Babamın bulunduğu yerden, yani minberin arkasından beni görmesi imkansızdı. “Peki” dedi.

“Kameti kim getirdi?” Ben “Hasan Hoca” dedim. Burası da tutmuştu. “Namazı kim kıldırdı?” dedi. “Sami Hoca” dedim. Bu da tutmuştu. “Namazdan sonra müezzinliği kim yaptı?” sorusuna “Mustafa Hoca” deyince, bana tek cümle söyledi: “Eve git, akşam namazını kıl, beni bekle.”

Eve gittim, namazı kıldım. Bu arada yatsı okundu. Korkuyla babamızın gelmesini bekliyorum. Ve nihayet babam namazını kılıp hatmesini yaptıktan sonra geldi. İçeri girdikten sonra yalan söylemenin cezasını lâyıkıyla (!) ödetti. Şimdi diyorum ki, iyi ki de yaptı. Zira onun derdi bize namazı sevdirmek ve iyi birer insan olmamızı sağlamaktı. Yönteminde sorunlar vardı belki ancak, o kendi yolunun en doğru yol olduğuna inanıyordu ve samimiydi de. Hem hangimiz çocuklarının eğitiminde hatalar yapmıyor ki?

Sakal-ı şerif ziyaretleri

Ramazan ayında bazı camilerde sakal-ı şerîf ziyaretleri olur. Müminler salâvatlar eşliğinde sıraya geçerek Allah Rasulü’nün sakalının bir telini ziyaret ederler. Bu esnada camide muazzam derecede manevi bir atmosfer oluşur. Kubbe salâtlarla çınlarken, insanların gözlerinden, Allah Rasulü’ne ait bir şeyi ziyaret etmenin heyecanı ile yaşlar boşalır. Sanki O oradaymış gibi herkesi bir titreme alır.

İşte böyle ramazanlardan biriydi. Hiç unutmuyorum, Kadir gecesiydi. Draman’a yakın Kefevî Camii’ndeyiz. Çok müttaki bir mümin olan imamı Hüseyin Hoca teravihi hatimle kıldırıyordu. O ramazan babamın zorlamasıyla teravihleri burada kıldık. İşte o gece dualar eşliğinde Hz. Peygamber’in sakal-ı şerifinin bulunduğu sanduka getirildi. Cemaatte bir heyecan oluştu ki, sormayın. Tekbirler getirilmeye, dualar okunmaya başladı. Sonra hep birlikte: “Allâhumme salli alâ seyyidinâ Muhammed’in nebiyyi’l-ummiyyi ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.” demeye başladık Bu esnada sanduka açıldı. İçinden, örtülere sarılmış bir bohça çıkarıldı. Örtünün altından bir başka yeşil örtü… Derken sonunda cam içinde muhafaza edilen sakal-ı şerif belirdi. İmam efendi onu eline aldı. Gözlerinden yaşlar boşanarak öptü, öptü, sonra alnına götürdü. Ardından müminler sırayla sakal-ı şerifi ziyaret etmeye başladılar. Ya Rabbi, şu milletteki Peygamber sevgisi ne muazzam bir şeydi. Cami adeta salavâttan yıkılıyordu.

Biz çocuğuz tabii. Sıraya bir yerden ilişiverdik. Bu arada gözlerim babamda, o ne yapıyor diye. Kendini adeta kaybetmişti. Bir yandan salâvat getiriyor, diğer taraftan gözlerinden boşalan yaşları silmeye çalışıyordu. Gördüğüm bu manzara hayat boyu unutmayacağım bir tabloydu.

Böyle bir babanın içten müslümanlığının çocukları üzerindeki etkisini varın siz hesap edin. Biz ne kadarını yapabiliyoruz şimdilerde? Vereceğim cevap hiç birimizi memnun etmeyeceğinden, bu bahse girmeyeceğim.

Hatıraların gölgesinde kalan geçmiş günler

Babamın bana yazdırıp duvara astırdığı “Dikkat! Namazını kıldın mı?” tabelasını, anamın ramazanlarda yaptığı şerbetli Şambaba tatlılarını sahurda iştahla yiyişimizi, sabah namazını hızlıca kılıp kendimizi yatağa atışımızı ve diğerlerini anlatmak sizleri yorabilir. Ancak bir şey var ki, Allah ve Rasulü’nü bizlere sevdiren aile ortamımız nedeniyle daima şükür borcum olduğunun farkındayım.

Biraz Tebessüm

Ali Yurtgezen


Din insanlar için ve gündelik hayatın her safhasında yaşanan bir olgu. İnsanın bazen beşeriyeti galebe çalıyor, nefsine ağır gelen mükellefiyetlerle ilgili çizgi dışı tasarruflara yönelebiliyor. Böyle ölçüye uymayan tavır ve tutumları mazur gösterme, gözden kaçırma, tevil çabaları, çoğu zaman tebessüm ettiren tuhaflıklar ortaya çıkarıyor. Sonra bir fıkra gibi dilden dile yayılıyor bunlar. Dini hafife almamak, inanç ve ibadetler konusunda laubaliliğe sevk etmemek kaydıyla böyle fıkraları anlatıp dinlemekte beis yok. Hatta biraz fazlaca hüsn-i zan eyleyip bu fıkraların ince mesajlar barındırdığını söylemek bile mümkün. İsterseniz birkaç örnek hatırlayalım ve bunların derunundaki incelikleri birlikte görmeye çalışalım.

Teravihe yetişmek

Son dönem divan şairlerinden Keçecizade İzzet Molla, Fatih’te bir camide teravih kılmaktadır. İmam, namazı hızlı kıldıran meşhur “jet hoca”lardan. İzzet Molla ise iri yarı, hayli kilolu bir adam. Eğilip doğrulmakta, rükû ve secdeleri takipte zorlanıyor. İmamın selam verdiği ilk aralık esnasında, elinde fenerle dışardan biri geliyor ve “Eyvah, yetişemedim!” diye biraz seslice hayıflanıyor. İzzet Molla’nın canı burnunda, adama dönüyor, “Birader” diyor; “Ben içindeyken yetişemiyorum, sen dışarıdan nasıl yetişeceksin!”

Ne dersiniz, sizce de bu fıkrada imam efendilere, onları kırıp incitmeden tadil-i erkâna riayet hususunda bir ikaz yok mudur? 

İslâm’ın şartı kaç?

Eski zamanlarda asker olan gençlere orduda, bilmiyorsa eğer okuma yazma öğretilir, başka lüzumlu malumat yanında dinî bilgiler de verilirmiş. Tabi yine askerî usullerle... Böyle eğitimlerden birinde, bir ilmihal dersinden sonra komutan acemi bir askere sormuş:

– Söyle bakalım İslâm’ın şartı kaç?

Asker bu meselelerden bihaber. Anlaşılan dersi de dinlememiş. Ama bir cevap vermesi de gerekiyor.

– Ondur komutanım!

Bunu der demez, okkalı bir tokat inmiş suratına. Fakat komutan doğru cevabı duymakta ısrarcı:

– Çabuk söyle, İslâm’ın şartı kaç?

– Yirmidir komutanım!

Bir tokat daha ve bu şekilde soru, cevap, tokat sırası bozulmadan bizim acemi asker kırka kadar çıkmış. Diğer askerler bakmışlar bu işin sonu yok, fısıltıyla da olsa “Beş de, beş de!” diye kopya vermeye başlamışlar. Bizimki çaresiz bakışlarla arkadaşlarına dönüp demiş ki:

– Yahu siz ne diyorsunuz; adam kırka razı olmuyor, beş dersem beni öldürür.

Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama ben bu fıkrada cahillik saikiyle de olsa İslâm’ın şartlarının sayısını çoğaltmakta, dine önem atfeden, peşin saygı besleyen bir yaklaşım sezdim.

Zekât böyle anlatılır

Dinî vecibelerin usül ve şartları ilmihal kitaplarında yazılıdır. Dileyen okuyarak, dileyen ehline sorarak nazarî planda öğrenir bunları. Fakat bir de mükellefiyetlerimizi hayatın pratiği içinde, yaşanmış hadiseler çerçevesinde öğrenmek var ki, böylesi daha etkili ve kalıcı oluyor. Zekât vecibesi ile ilgili bir anekdot, yaşayarak, muhatap olarak öğrenmenin bu etkisine işaret ediyor sanki.

İhtiyaç sahibi fakir bir adam, hayli varlıklı akrabasını ziyaret ederek ondan kendisine olan borcunu ödemesini ister. Zengin akraba şaşkındır. Çünkü bu adamla şimdiye kadar hiç alacak verecek ilişkisi olmamıştır. “Ne borcuymuş bu?” diye çıkışır. Beriki istifini bozmadan cebinden çıkardığı bir kağıdı, “İşte senedi burada!” diyerek önüne koyar. Kağıtta şunlar yazmaktadır:

“İşbu emre muharrer senet mukabilinde nisap ölçüsünün üzerindeki para ve mal varlığımın kırkta birinden falanca akrabamın hissesine düşen miktarı bir sene içinde aynen veya nakden ödeyeceğimi, ihtilaf vukuunda Mahkeme-i Kübrâ’nın hükmüne razı olacağımı beyan ve kabul ederim.”

Zengin adam kendisinden zekât istendiğini anlamıştır. “İyi ama, bu senedin altında benim imzam yok. Üstelik böyle bir söz verdiğimi de hatırlamıyorum.” diyerek yan çizmek ister. İhtiyaç sahibi kişi, “Hatırlamayabilirsin, der, çünkü aradan çok zaman geçti. Biz bu sözleşmeyi Kâlû Belâ’da yapmıştık.”

Zekâtın her yıl için nisap miktarını aşan mal varlığından verileceğini, birinci dereceden olmamak kaydıyla akrabaya öncelik tanımanın efdaliyetini, diğer ibadetler gibi zekâtın da Allah Tealâ’ya bağlılık iddiamızı ispatladığını ve terk yahut ihmal etmemiz halinde sorumlu tutulacağımızı anlatan şu nükteli senet, en çok da “borç” vurgusuyla dikkat çekiyor. Gözden kaçan bir husus bu. Zira fakire yapılan bir ikram değildir zekât. Mükellef için bir borç, müstehak olanlar için bir haktır. Dolayısıyla vermesi gerektiği halde zekât vermeyenler, Allah’ın bir emrini yerine getirmemek yanında fakirin hakkını da gasp etmiş olurlar.

Zenginlerimizin dünyalık işlerde alıp verdikleri ticarî senetlere gösterdiği itibar kadar kelime-i şahadetle imzaladıkları mükellefiyet senetlerine de itibar göstermelerini niyaz edelim.

Kitabın Zekâtı Olur mu?

Hüseyin Kaya


Galiba üç ayların içindeydik zira birtakım dinî mevzular bakkalda, kahvede, pazarda ağır usul konuşulmaya, hatta çiçeği burnunda özel televizyon kanallarının kuponla dinî kitap veren malum gazetelerin reklamları program aralarında dönmeye başlamıştı.

Lise ikinci sınıftaydım. Din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenimiz muhtemelen yıllık ders planının ve masasındaki ders kitabının konuları dışına çıkarak ancak birkaç kişinin namazına özen gösterdiği sınıfımızda, namazın ve orucun ehemmiyetinden bahsetti bir süre. Neredeyse her ortamda artık bu mevzulardan bahsedildiği için namaz ve oruç bahsi büyük bir ciddiyetle dinlendi tüm sınıf tarafından. Bir süre sonra hocamız zekât mevzuuna geçti ve zekâtın ehemmiyetinden bahsetmeye başladı. Bizi fazlaca ilgilendirmediğini düşündüğüm bu mevzudan sınıfın da sıkıldığını fark ettim ve öğretmenimizle olan muhabbetimden de cesaret alarak soru sormak için izin istedim. Biraz ders hareketlensin düşüncesiyle, biraz da hocamıza bu meselenin aslında bize uzak bir mevzu olduğunu ima için yüz civarında kitabımın olduğunu, kitabın zekâtının olup olmayacağını sordum kendisine. “Şayet, kitabın zekâtı varsa nasıl vereceğim, kime vereceğim?” dedim. Sınıfta hafif tebessümler oldu. Hocamız biraz durdu, sınıf gevşedi ve ardından gözlerime bakarak, “İlmin dahi zekâtı vardır..” dedi. Sonra kitaplarımın türünü sordu ve eğer çift olan kitabım varsa mutlaka onları kitaplığımın zekâtı olarak okuyacağını düşündüğüm birilerine vermemi istedi. Biraz mahcup, biraz da tedirgin oldum.

Benden sonra kuşbaz bir arkadaşımız biraz endişeli biraz da laubali tavrıyla kuşlarının zekâtını nasıl vereceğini sordu hocamıza. Dengesiz gülüşmelerden ve peşpeşe gelen ilginç sorulardan hocamızı teneffüs zili dahi zor kurtarmıştı.

O gün eve gelir gelmez zaten bir televizyon dolabının iki rafından ibaret olan kitaplarımın önüne geçtim. Çile ve Safahat’ın iki farklı baskısı vardı küçük kitaplığımda. Yıpranmış olan baskıları kendime bırakarak nispeten yeni duran iki kitabı ertesi gün hocamıza götürdüm ve kendisinin bu kitapları uygun gördüğü öğrencilere vermesini rica ettim. Hocamın tebessümünden içime yayılan huzur, halen bu mevzuyu her hatırlayışımda yeniden yayılır içime.
Kuşbaz arkadaşımın kuşları ne alemdedir bilmem. Ancak bir oda dolusu kitabımın her yıl bir kısmını halen ayırıyorum bir kenara ve vakti geldiğinde yeni emanetçilerine takdim ediyorum keyifle. Çoğu zaman bir dua yükseliyor kalbimden; ancak yüksek sesle söyleyemiyorum: Zekâtını verebileceğim tek dünya servetim kitaplarım olsun Allahım…

Bir Çuval Un Parası

Hasan Akçay


Yetmişli yıllar… İlkokulun üçüncü ya da dördüncü sınıfındayım. Son ders zilinin her çalışında koşarak dökülüyoruz yollara. İlk durağımız köy camiinin önü. Bir yokuşu çıktıktan sonra bir süre dinleniyor, iniş için tekrar yola düşüyoruz ve ardından bir yokuş daha tırmandıktan sonra evimize varıyoruz. Önümüzdeki yollar ya yokuştur, ya iniş. “Düzlük” kelimesi bize köy camiinin bulunduğu yerden başka hiçbir yeri hatırlatmıyordu.

Yine böyle bir okul dönüşüydü. Caminin önünde oturmuş dinleniyorduk. Gözlerimiz de karşımızdaki bakkalın içinde geziniyordu. O sırada bakkal amca dükkanın önünde dikilmiş elindeki paraları sayıyordu. On yüzlük lira ile on çuval un alabileceğini yanındakilere söylüyordu. Paraları sayıp tam cebine koyacakken bir tanesi ayaklarının dibine düşüverdi.

Sanki herkesin gözü bağlanmış, yerdeki parayı bir tek ben görüyordum. Daha önceleri ninemin defalarca, “Sakın ha, size ait olmayan bir şeyi yerde görseniz bile almayın!” deyişlerini birden unutmuşum. Benden küçük kardeşimden bir göz işaretiyle parayı yerden almasını istedim. O da bu isteğimi yerine getirdi.

Yüz lira... Bir çuval un parası... Elli kiloluk bir çuval un... Aynı mahalleden dört arkadaşla birlikte bir ay boyunca o parayı hızlı bir şekilde tüketmeye çalıştık. Gün sonunda kalan paraları da eve götürmeye korktuğumuzdan dışarıda bir yerde saklıyor öyle eve gidiyorduk. Bir gören olursa hesabını vermek zordu çünkü!

Daha parayı bitirmeden sıkıntısı sarmıştı beni. Onca nasihate rağmen bir suç işlemiştim. Geçen zaman içinde kul hakkı ile ilgili bir yazı okusam, bir nasihat dinlesem o olay gözlerimin önüne geliyor, içimde dayanılmaz bir azap hissediyordum.

İlkokuldan sonra köyden ayrılmıştık. Ortaokul ve liseyi okumak için ilçeye yerleşmiştik. Ne zaman köye gelsem o bakkal amcayla karşılaşıyor, yüzüne bakmaya utanıyordum ve içimdeki yara yeniden kanamaya başlıyordu. Olup biteni ona anlatmadan, hakkını ödemeden ölürsem halim ne olur diye de korkmaya başlamıştım.

Liseyi bitirdiğim yıldı. Bazen çalışıp bazen de aldığım harçlıklarla biriktirdiğim para bir çuval un parası olmuştu ki - o zamana kadar sürekli bir çuval unun kaç paradan satıldığını takip ettim- son kararımı verdim. Köye gidip, bakkal amcaya borcumu ödeyip ondan helallik isteyecektim. Ancak o zaman huzura kavuşabilirdim.

Aradan on yıldan fazla geçmişti. Bir çuval un parası da otuz milyon olmuştu. Para cebimde hazırdı. Her Cuma olduğu gibi namaz çıkışı bakkal amca ile yine görüştük. Bu sefer koluna girip, kendisiyle özel konuşmak istediğimi söyleyerek bir kenara çekilip oturduk. Geçmişte olup biteni, şu anki niyetimi ve çektiğim ıztırabı anlattıktan sonra başımı öne eğip vereceği tepkiyi bekledim.

O, büyük bir olgunluk ve şefkatle elini omzuma koydu ve: “Yeğenim, sen yaptığının yanlış olduğunu daha başından anlamışsın. Bu zamana kadar da ağır bir yük gibi o suçu içinde taşımışsın ve benden helallik istiyorsun. Seni tebrik ediyorum ve hakkımı ana sütü gibi sana helal ediyor, senden hiçbir şey de istemiyorum…” diyerek birden bire yüreğimdeki dağı kaldırdı sanki. Sarılıp elini öptüm. Bir çuval un parasını alması için ne kadar ısrar ettiysem de parayı almadı. Birkaç kez daha ta yürekten gelen bir ses tonuyla hakkını helal ettiğini söyledi.

Bakkal amcam hâlâ hayatta ve her yaz köyümüzde karşılaşırız elini öperim utanarak. Manalı gülüşünden anlarım yeniden o günü hatırladığını ve bilir ki bir daha incinirim diye bahis açmaz o günden.

Mescit Kuşu Haydar Amca

Ahmet Miroğlu

Benim çocukluk yıllarımda camiye bağlılık noktasında kendisinden en çok etkilendiğim kişiydi. Köyümüz henüz belediyelik bir kasaba olmamıştı. Elektrik yoktu. Sokaklar yazın toz, kışın çamur deryasını andırırdı.

Ezan, ikide bir ilçeye götürülüp şarj ettirilen akümülatörler sayesinde okunabiliyordu. Akümülatörleri şarj ettirebilme uğrundaki çırpınışlarını hatırlarım.

Ümmî bir zattı. Ezan kelimelerini tam telaffuz edemezdi. Fakat düzgün ezan okuyan birisinin bulunmadığı zamanlarda mikrofona geçiverirdi. İnce, alabildiğine tiz bir ses…

Niye o kadar yüksek sesle ezan okurdu bilmiyorum. Acaba müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar veya sesinin gürlüğü nispetince günahlarının affedileceğine ve canlı cansız bütün mevcudatın sesinin ulaştığı yere kadar ona şahitlik yapacağına dair Peygamber müjdesini mi işitmişti? Yoksa “Bre gafiller, ne durursunuz, kulluk vaktidir, namaz zamanıdır, ibadet anıdır…” diye haykırmak istediğinden mi?

İmam ve müezzin efendilerin nadiren köy dışında bulunduğu dönemlerde, caminin anahtarının, üstelik namazla niyazla alakası olmayan bazı gammazlar marifetiyle elinden alındığı demlerde sabahleyin camide cemaatle namaz kılınamadığını görünce üzülmüş, musalla taşına tırmanarak hançeresini yırtarcasına bir ezan okumuş ve evine kadar ağlayarak gitmiştir.

Hiç unutmuyorum, köyün tek Kur’an kursu binasında şu anda hatırlayamadığım bir münasebetle yenilen yemekten sonra, çay ikramını beklemeden, meclistekilerin “Namazı burada cemaatle kılalım.” ısrarlarına hiç iltifat etmeden camiye koşturmuştu.

Oğulları cemaate yetişmek için çiftini çubuğunu üşenmeden toplayıp köye döndüğünü, namazı eda ettikten sonra yeniden tarlasının yolunu tuttuğunu defalarca anlatmışlardır.

Bizim Haydar amcamız, işte böyle, o Peygamber hadisinde bahsi geçen, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde Allah’ın arşı altında gölgelendireceğini vaat ettiği yedi sınıftan bir sınıfın güçlü adaylarındandı.

Onun kalbi sanki mescide asılmış kandil gibiydi.

Kalbi cami ile atan Seyit Dayı

Çocukluk bu ya… Kendisini önceleri pek fark etmemiştim. Çevresindekiler gözlerinin görmediğini söylerlerdi. Küçükken geçirdiği bir çiçek hastalığı görme duyusunu alıp götürmüştü. Fakat o hayata küsmemişti. Büyümüş, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş, işinde gücünde, namerde muhtaç olmadan geçinip giden bir insandı.

Hiç saat kullanmazdı. Ama her nasılsa namaz vaktini şaşmazdı.

Onu beş vakit namazda, yaz, kış, ilkbahar, sonbahar daima cemaatin arasında görürdünüz. Ne kar, ne yağmur, ne dolu onu camiye gitmekten alıkoyabilirdi. Sıcağa, soğuğa aldırış etmez, yarı beline kadar karı, diz boyu çamuru yara yara yola koyulurdu.

Bağ bahçe işlerini de pek severdi. Yine böyle bahçesinde gündelik işlerle meşgulken Cuma günleri ezandan bir saat veya 45 dakika kadar önce okunan “sela”yı işitiverdi. Olacak bu ya, o günün Cuma olduğunu unutmuştu. Her nasılsa… Belki de hayatında ilk kez…

Oğluyla birlikte çalışmaktaydılar. Elindeki aleti bıraktı. Çok üzülmüştü. Çarçabuk köye gitmeli, cumaya hazırlanmalı ve saftaki yerini almalıydı. Oğluna atları arabaya koşmasını söyledi. O telaşla arabaya binecekken düştü. Düşmesiyle birlikte belinde korkunç bir sızı hissetmişti.

Babasını incitmemeye çalışarak kucaklayan oğul, onu arabaya bindirdi ama bahçeden eve gelene kadar ıstırabı hayli artmıştı. Yine de Cuma namazına gitmek istiyordu. Zar zor engellediler. Beli kırılmıştı. Camiye devam edememek onu yedi bitirdi. Seyit Dayı o yataktan bir daha kalkamadı.

Bir süre sonra köy camii, en sadık cemaatlerinden birisini bahçedeki musalla taşından uğurladı.

Onun kalbi sanki mescide asılmış kandil gibiydi…

Molla Ramazan Efendi

Bir Arap ülkesindeydim. Evimizin biraz uzağında bir mescit vardı. Genellikle oraya gidiyordum. Mescit, bânisinin ismiyle anılıyor: Molla Ramazan Efendi Mescidi…

Molla Ramazan Efendi, buraya Türkiye topraklarından göç etmiş bir âlim ve mutasavvıf… Yüz yaşını çoktan aştığı söyleniyor. Hatta keşif ve keramet sahibi bir zat olarak anılıyor, çok saygı görüyor. Oğlu ve torunları da alim, müttaki kimseler.

Yüksek yaşına ve daha sonra oğlu tarafından babasının vefatı üzerine yayınlanan bir kitaptan anladığımız kadarıyla pek çok hastalıkla baş etmeye çalışmasına rağmen Molla Ramazan Efendi’nin bir vakit bile cemaatten geri kaldığı görülmüş değil.

Bir gün mescide gelişine tanık oldum. Evin kapısı açıldı. Molla Ramazan Efendi çıktı. Yürümeye başladı. Her şey yavaş çekim bir kamera kaydı gibi. Her hareket, her davranış o kadar yavaşlatılmış bir şekilde seyrediyor ki… Elindeki bastonu kaldırışı, indirişi… Özellikle de adım atışları… Nasıl anlatsam? Ayağını kaldırıyor ve siz onun bir tüy gibi havada süzüldüğünü seyrediyorsunuz. Süzülüyor, süzülüyor ve nihayet yere basıyor. Evi mescide bitişik zaten. Evin kapısıyla mescidin kapısı arası da tahminen yirmi, bilemediniz yirmi beş metre fakat o, o mesafeyi kim bilir kaç dakikada kat etti.

Nihayet mescide girdi. Ben de ardından girdim. Biraz erken gelmişiz. Hemen tahiyyat-ı mescid namazına durdu.
Sünnetleri oturarak kılıyor ama farzlarda onu otururken göremezsiniz. Yalnız biz kıyama kalkıyoruz. O yine yavaş çekim neden sonra kıyama kalkabiliyor. Rükû, secde, kavme, ka’de… hep böyle. Bereket, buralarda imamlar namazı yavaş kıldırıyorlar. Maazallah Türkiye’de olsa Molla Ramazan Efendi’nin imama uyması hayli müşkil olacak.

Bendeniz Molla Ramazan Efendi’nin o namaza gelişini her hatırladığımda geri kaldığım cemaat namazlarım için utanıyorum.

İlk Heyecan İlk Müezzinlik

Yaşar Koca

On bir, on iki yaşındayım. Yaşıtlarımla birlikte camiye vakit namazlarına gidiyordum. Camiye gide gele içimde müezzinlik yapma isteği doğdu. Bu istek önüne geçilmez bir arzuya dönüştüğünde, müezzini pür dikkat dinlemeye başladım. Önce kamet getirmeyi, sonra da tesbihat dualarını ezberledim.

Yeterince öğrendiğime kanaat getirince ezberimi bir arkadaşıma dinlettim. Onun da katkısıyla eksiklerimi kısa sürede giderdim. Artık içim içime sığmıyordu. Ta ki birisi bana, “Sakın müezzinlik yapmaya kalkışma, rezil olursun!” diyene kadar. Hevesim kursağımda kalmıştı. Rezil olmak... Bunu bir türlü aklım almıyordu. Bir suç işlemeye niyet etmemiştim. Sadece müezzinlik yapmak istiyordum. O günden sonra içimdeki Bilal’in boynu büküldü. Aradan kaç gün, kaç gece geçti hatırlamıyorum. Soluğu imamın yanında aldım. Ona durumu anlattım. İmam babacan bir tavırla:

– Bugünden itibaren müezzinlik yapabilirsin, dedi. Ben şaşkınlıkla:

– Nasıl olur? Ya unutursam, rezil olursam…

– Korkma, takıldığın yerden ben devam ederim.

Böylece müezzinlik yapmaya başladım. İlk zamanlar heyecandan olsa gerek, yanılıp şaşırıyordum. İmamın da desteğiyle bu sorunları da aştım.