๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 28 Eylül 2011, 20:02:10



Konu Başlığı: Büyük Sorular Hayatî Cevaplar
Gönderen: Zehibe üzerinde 28 Eylül 2011, 20:02:10
Büyük Sorular Hayatî Cevaplar



Kasım 2007 107.SAYI


Halil AKGÜN kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Hangi din ve düşünceden olursa olsun bütün insanlığın sorduğu ortak sorular var.
Bu sorular insanlık tarihine yön vermiş sorular:
Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?
Modern düşünce bize bu soruların artık anlamının kalmadığını söylüyor.
Çağdaş kültür büyük sorularla değil, gündelik yaşamın ayrıntılarıyla ilgilenmemizi telkin ediyor.
Fakat bu sorulardan kaçmak mümkün mü?


Büyük sorular insanlık tarihi kadar eskiye gidiyor. Çünkü insanın hayatını anlamlandırmadan yaşaması mümkün değil. Sözlü hikmet geleneği, bu soruların farklı yönlerini farklı zaman dilimlerinde
ortaya koyan muhteşem bir birikim. Büyük sorular insanoğlunun peşini bırakmıyor, çünkü insan anlamlı bir hayat sürmeye adeta mahkûm bir varlık.

Tarihin Değişmeyen Özü


Tarihi, yazılı metinlerden ibaret sanan modern tarihçiler, yazılı eserlerin olmadığı yerlerde düşüncenin de olmadığını iddia ediyorlar. Oysa burada bir mantık hatası var. Yazılı eseri vücuda getiren de sözdür. Çünkü yazıdan önce söz vardır. Üstelik yazının tek taraflı ve soyut yapısına karşılık, söz somuttur, sıcaktır, insana doğrudan hitap eden bir ifadedir.Bu yüzden hayata yön veren büyük soruların sözlü geleneğin içinde saklı olmasına şaşırmamak gerekiyor.

İnsanlığın binlerce yıllık düşünce geleneğine göre “ben kimim” gibi büyük soruların cevapları da bellidir. Bu sorulara farklı şekillerde cevap vermek mümkündür. Fakat hakikat evrensel olduğundan öz değişmez.
Bu yüzden Kur’an farklı milletlere farklı peygamberler gönderildiğini söyler. Onların hayat hikâyelerini, mücadelelerini çarpıcı bir şekilde anlatır. Her bir peygamber kıssası, büyük sorulara verilmiş cevabın bir farklı çeşididir.

Bir peygamber kıssası insanın mal ve mülk karşısındaki zayıflığını anlatırken, bir diğeri nefs ve şehvete olan düşkünlüğünü tahlil eder. Bir kıssa sadakatin yüceliğini anlatırken, bir diğeri adalet ve kulluğun asaletinden bahseder. Zaman ve mekan şartları değişir ama tarihe yön veren arayış özünde aynıdır. Bu yüzden Hz. Adem a.s. ile Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz arasında tarihi aşan bir bağ
vardır. Hz. Peygamber Efendimiz’in kendinden önce gönderilen elçilere “kardeşim” diye hitap etmesi bu tarih üstü bağın veciz bir ifadesidir.

Sorular da, cevaplar da aynı olduğundan, vahiy ve nübüvvet geleneği bütünlük ve süreklilik arz eder. Bir vahiy diğeriyle çelişmez. Bir peygamberin mesajı diğerini tamamlar. Çünkü insanların ihtiyaçları zaman içinde değişir. Fakat değişen aslî ihtiyaçlar değil, ikincil taleplerdir. Değişen, ihtiyaçların karşılanma biçimidir. Hayatımıza anlam veren büyük sorular bize rehberlik etmeye devam eder.

Zaman Mekan Üstü Hakikatler


Bu yüzden Kur’an’da ve hadislerdeanlatılan peygamber kıssaları hem tarihseldir, hem de tarih üstüdür. Tarihseldirler, çünkü belli bir kavmi, belli bir dönemi, belli bir mücadeleyi anlatmaktadırlar. Yaşanan
hadiseler biriciktir. Başka bir zaman ve mekanda ayniyle tekrar etmesi mümkün değildir. Dahası her kıssa insanın var oluş amacının bir yönünü öne çıkartır. Temel sorular, her örnekte yeniden ve farklı bağlamlarda ifade edilir. Ta ki insan hakikatin bütün yönlerini idrak edebilsin.

Fakat bu kıssalar aynı zamanda tarih üstüdür. Çünkü onlar tarihin ürettiği ‘hikâye’ler yahut anlatılar değil, tersine tarihe yön ve anlam veren gerçek tecrübelerdir. İnsan oluşumuzu anlamlı kılan ilkeler bu kıssalarda özet bir şekilde verilir. Hak ile batıl mücadelesi, iyi ile doğrunun savaşı, güzel ile çirkin arasındaki fark, iman ile küfür arasındaki uçurum, adalet ile zulmün bir arada bulunamayacağı,
hep büyük sorulara verilen büyük cevapların bir yansımasıdır.

Bu manada modernite öncesi düşüncenin öncelikli amacı, evrenin detaylarında kaybolmak yahut insan hayatını tek başına kutsal bir alan olarak görmek değildi. Tersine din alimlerinin, düşünürlerin ve maneviyat
ehlinin amacı, alem dediğimiz büyük resmin içerisinde insanın nerede durduğunu, nereden gelip nereye gittiğini göstermekti. “Mebde ve mead”, yani başlangıç ve başlangıca dönüş manasına gelen son, insanın
bu serüvenini açıklar.

Bizim alimlerimiz bunu bazen aklî delillerle, bazen manevi işaretlerle, bazen fıkhî hükümlerle yaptılar. Bazen birbirlerinden çok farklı yöntemler ve üsluplar kullandılar. Hatta yer yer birbirleriyle ters düştüler, birbirlerini eleştirdiler. Fakat son tahlilde hepsinin amacı birdi: İnsanın hayatını anlamlı kılan cevapları en genelinden en somutuna kadar ortaya koymak.

Büyük Sorular Hâlâ Var mı?


Bugün bu bakış açısı bizim için bir anlam ifade ediyor mu? Modern düşünce bize büyük soruların anlamlarının değiştiğini söylüyor. Seküler hümanist felsefeye göre, büyük sorulara eskiden sadece dinler cevap
verirlerdi. Bugün dinlerin bir hükmü kalmadı. O yüzden onların verdiği cevaplar artık modasını, anlamını, geçerliliğini yitirmiş durumda.

Modern düşünce, geçmişte vahyin ve peygamberlerin cevapladığı soruları cevaplama çabasından ibarettir diyebiliriz. Seküler modernizm, dinin kenara itilmesiyle doğan boşluğu kendi felsefî kurgularıyla doldurmaya çalıştı. Bunun için modern felsefenin kurucu isimleri, adeta kendilerini -hâşâ- birer peygamber gibi gördüler. Mutlak hakikatin kendilerinde olduğuna inandılar.

Aydınlanma felsefesinin ve modern düşüncenin kurucu isimleri, Katolik kilisesine karşı bilginin ve otoritenin gerçek kaynağının kendileri olduğunu ileri sürdüler. Siyasi ve ekonomik sebeplerle Katolik hiyerarşisinden kurtulmak isteyen Batı Avrupa, bu inancı kısa sürede benimsedi. Böylece seküler hümanizmin temelleri de atılmış oldu.

Tanrı’dan ve kutsaldan arındırılmış modern düşünce, sahih dinden uzaklaştığı için sahte mitolojiler üretti. Rasyonel diye sunulan düşüncelerin kısa sürede hiç de öyle olmadığı ortaya çıktı. Bugün moderniteye
karşı yöneltilen eleştirilerin temelinde bu hayal kırıklığı var. Modern düşüncenin kurucuları bize her yönüyle rasyonel, insanî, bilimsel, şeffaf, adil, eşitlikçi bir dünya vadetmişlerdi. 19 ve 20. yüzyılda yaşanan büyük acılar, bunun kötü kurgulanmış bir hayalden ibaret olduğunu gösterdi.

Fakat büyük sorular var olmaya devam ediyor. Bilim, teknoloji, sanayi, ekonomi ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan kendine bu soruları sormadan edemiyor: Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum?
Beş bin yıl önce yaşamış bir insanla bizi birleştiren temel bağ bu sorularda yatıyor.

Modern Aygıtların Sebep Olduğu Körlük


Bu sorulara detaylar düzeyinde verdiğimiz cevaplar şüphesiz değişmiştir ve değişmek zorundadır. Bir Yunanlı’nın kültürel çevresiyle bir Hintli’nin dinî çevresi aynı değildir. Çölde yaşayan bir toplulukla buzullarda yaşayan bir topluluğun coğrafya, iklim, yeryüzü algısı aynı değildir. Bu farklılıklar büyük cevapların ifade edilmesinde etkili ve belirleyicidir.

Aynı şey ileri sanayi ve teknoloji ürünlerini sorgusuz sualsiz kabul eden ve kullanan bizler için de geçerli. Fakat şu farkla: Biz kullandığımız pek çok teknolojinin mahiyetini tam olarak bilmiyoruz. Mesela cep telefonunun nasıl çalıştığını kaç kişi bilir? Yahut uçağın nasıl uçtuğunu? Ama bu bilgi eksikliği onları kullanmamıza engel olmuyor. Çünkü bu araçlarla girdiğimiz ilişkinin temel çerçevesi,
‘kullanıma’ dayanıyor. Yani amacımız bilmek, anlamak değil, kullanmak.

Gündelik hayatımıza yön veren basit ve sıradan eylemleri, bir bilgi, bilinç ve bilgelik temeline dayanarak yapmıyoruz. Çoğu zaman yaptığımız şeyleri bir rutin olarak, yani manasını hiç düşünmeden yapıyoruz. Zaten tüketim kültürü bize hiç durmadan üretmemizi ve ardından yine hiç durmadan tüketmemizi söylüyor. “Neden?” sorusu modern lügatte yok.

O yüzden bir Kızılderili’nin ormanla, bir Eskimo’nun karla, bir Afrikalı’nın nehirle kurduğu derin ilişkiyi modern araçlarla kuramıyoruz. Geleneksel kültürlerdeki kartal yahut gökyüzü sembolizmine karşılık
gelebilecek mesela bir cep telefonu yahut dizüstü bilgisayar sembolizmimiz var mı?

Büyük Yanılgı


Geleneksel sembolizmi güçlü kılan, kartal, gökyüzü, çöl gibi işaretlerin bizi aşkın bir gerçekliğe yönlendirmesidir. Dikkatlerimizi nefsimizin ve ellerimizle ürettiğimiz şeylerin ötesine çekmesidir. Yani gündelik yaşam şartları dahi aslında bizi ötemize (aşkın olana) yönlendirebilecek imkanlara sahiptir. Fakat bunu fark edebilmek için daha yüksek melekelerimizin açık ve işler olması gerekiyor. Modern teknolojik araçlar bize bu imkanı sunmuyor.

Şimdi bu araçların mutlak birer değer ifade ettiğine inanan insanlar, büyük soruların cevabının bu ayrıntılarda aranması gerektiğini düşünüyor. Yani teknik alet ve edevatlar, sadece hayatımızı kolaylaştıran araçlar değil. Onlar aynı zamanda insanlığın bugün geldiği aşamayı anlamlı kılan (ya da kılması beklenen) referans noktaları.

İnsanlığın geleceğiyle ilgili bütün plan ve projelerin teknoloji temelli olması bu yüzden bir tesadüf değil. İster doğulu ister batılı olsun, bütün dünya toplumları için ellerimizle ürettiğimiz ‘seküler’ araçlar, büyük soruların pratik cevabı haline gelmiş durumda.

Sorulardan Kaçış Mümkün mü?


Bu yüzden teknolojik ilerleme, ekonomik büyüme, küreselleşme konularına artık tabu olarak bakıyoruz. “Neden ilerleme, niçin büyüme?” sorularını soramıyoruz. Bunları sormak çağın gerisine düşmek oluyor. Bunları sormak, modern bireyin unutmak istediği büyük soruları hatırlatmak manasına geliyor.

Küresel kapitalizm hiçbir toplumun tüketim çılgınlığının dışında kalmasına izin vermiyor. Alternatif ekonomik modeller de derhal mevcut çıkarlar tarafından kuşatılıyor; işlemez hale getiriliyor. Sonuçta hayatımızı ilgilendiren en temel konularda ciddi sorular sorma imkanı elimizden alınıyor.

Fakat bu sorulardan kaçmak mümkün değil. Anlamsızlık, anlam ihtiyacımızı karşılamak için uydurulmuş bir efsanedir. “Anlam, sensin” demek, yani her şeyi insana ve onun egosuna (ihtiyaçlarına, taleplerine,
arzularına... ) indirgeyen radikal hümanizme inanmak da çözüm değil. Çünkü bu kadar kutsanan, yüceltilen insanın, ilâhi ve aşkın bir ilke tarafından yönlendirilmediği zaman ne kadar tahripkâr, düşman, hilebaz, cahil ve zalim olduğunu biliyoruz.

Bunu bize Kur’an sürekli hatırlatıyor. Bu yüzden “geçmiş kavimlerin hallerine bakıp ibret alın” diyor. Son bir yüzyılda yaşanan hadiselere bakınca, Kur’an’ın bu çağrısına kulak vermenin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor.

Büyük Soruları Yeniden Sormak


Hayatın anlamını insanın yapıpettiklerine indirgemekle, “mana sendedir” sözü arasında büyük bir fark var. Hikmet geleneğine dayanan “kendini bil” sözü, hayatın anlamını dışardaki nesnelerde, araçlarda,
aletlerde değil, insanın kendi özünde araması gerektiğine dikkat çekiyor.

Kendi nefsine bakan insan, bir tarafta zaaflarını ve sınırlarını, öte tarafta şerefli bir varlık olarak yaratılmış olduğunu görme şansına sahip olur. Başkalarıyla uğraşmadan önce kendine çeki düzen vermeye gayret eder. Yani başkalarıyla ilişkilerinin merkezine ahlâkı yerleştirir. Çünkü kendini sürekli sigaya çeken bir insan, başkalarıyla ilişkilerinde daha dikkatli, daha nazik ve merhametli olur. Nitekim İslâm’ın temelinde yatan güzel ahlâk da bunu gerektirir.

Fakat ahlâk, davranışlarımıza yön veren bir kurallar manzumesi olduğu kadar, dünya görüşümüzü de belirleyen, besleyen manevi bir kaynaktır. “Nasıl ahlâklı olabilirim?” sorusu, gündelik yaşamımızı ve düşünce
dünyamızı çepeçevre kuşatması gereken bir sorudur.

Bize düşen büyük sorularımızdan asla vazgeçmemektir. Bu soruları her seferinde kendimize ve başkalarına hatırlatmak, en temel ahlâki görevimiz olmalıdır. Bu soruları sormadan asla mutlu olamayacağımızı, aksi
halde aklımızın ve kalbimizin itminan ve sekinet bulamayacağını en güzel şekilde herkese hatırlatmak, nefsimizle ve başkalarıyla ilişkilerimizde temel ilkemiz olmalıdır.

Cevapları İnsanlığa Sunmak


Ama bize düşen bir görev daha var. O da bu büyük soruların aynı zamanda büyük cevaplarının olduğunu büyük bir özgüvenle ifade etmek. İslâm’ı modern dünyada yaşamak demek, bu sorulara Hz. Adem a.s.’dan bu yana bütün peygamberlerin aynı cevabı verdiğini söylemek demektir. Yani tarih üstü ilkelerin yön verdiği temel ahlâkî ve manevi değerlerin, dün olduğu gibi bugün de hayatımıza yön vermesi gerektiğini günümüz insanının anlayacağı bir dille ifade etmektir.

Bunu yaparken kimseyi kırıp dökmemeye azami gayret göstermeliyiz. Çünkü ‘ihsan ile’ söz söylemek ve amel etmek, bizim inancımızın bir parçasıdır. Dil ve düşünce nezaketinin davranış nezaketine dönüştüğü
yerde İslâm’ın ve imanın güzelliği arz-ı endam eder.

Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi dava büyük, davacı küçük. Ama bize düşen O’nun yolunda çaba göstermektir. Tevfik şüphesiz O’ndandır.

Kutsaldan arındırılmış modern düşünce rasyonel, insanî, bilimsel bir dünya vadetmişti. Yaşanan acılar, bunun kötü kurgulanmış bir hayalden ibaret olduğunu gösterdi.

Tüketim kültürü bize hiç durmadan üretmemizi ve ardından yine hiç durmadan tüketmemizi söylüyor. “Neden?” sorusu modern lügatte yok.