๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 28 Ağustos 2011, 11:14:48



Konu Başlığı: Asıl Haberden Haberimiz Var mı?
Gönderen: Zehibe üzerinde 28 Ağustos 2011, 11:14:48
Asıl Haberden Haberimiz Var mı?



Haziran 2008 114.SAYI
 

Ali YURTGEZEN kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Yaşadığımız çağın bir adı da “Enformasyon Çağı”.
Yani bilgi ve haber çağı. Bu çağda dünyanın en ücra köşesinde olup bitenler evimizin içine, masamızın üzerine taşınıyor.

Fakat bu kadar haber bizi “gerçeklerden” haberdar yapmıyor.

Bu kadar haber sığlığımızı derinleştirmiyor;  tefekküre, hikmete, irfana eriştirmiyor. Çünkü bizi kendi temellerimizden uzaklaştırıp, gittikçe yabancılaştıran bir anaforun içine çekiyor.

O halde “haberdar” olmaya dair kendi ölçülerimizi hatırlamak gerekiyor. Ve o ölçülere göre bugün üzerimize boca edilen haberleri sorgulamak gerekiyor. Ki, “asıl haberi” atlamayalım.

Gazete, televizyon, radyo, internet.. gibi iletişim araçlarının saat başı aktardığı haberler sağlıklı bir zihnî beslenmeye mi yol açmaktadır yoksa zihinlerin ifsadına mı?

Yurtta ve dünyada yaşananlar medya kuruluşlarının bize yansıttıklarından ibaret olmadığına göre bazı gelişmeler hangi ölçüyle seçilip haberleştirilmekte; haberin kurgusu gerçeğine ne kadar benzemektedir?

Milyarlarca dolarlık yatırım yapan büyük haber ajanslarının, medya kuruluşlarının, sırf insanları bilgilendirmek, onların haber alma ihtiyaçlarını karşılamak için bu kadar masrafa ve zahmete girmiş olabilecekleri aklınıza yatıyor mu?

Haber sadece taze iken tüketilebilen, bayatlayıp eskidiğinde çöpe atılan öğünlük bir malzeme kabul ediliyorsa, bu onun nasıl bir bilgi taşıdığına işarettir?

Hemen her haber kanalının adeta yeminler ederek kendilerinin tarafsız, doğru, gerçek olduklarını söyleme ihtiyacı duyması, bazı haberlerin taraflı yahut yalan yanlış verildiğinin ifşasıdır. Böyle haberlerin tahrifatından korunmak için nasıl bir tavır takınılmalıdır peki?

Haberler ne kadar bizim haberimizdir, bizi ne kadar alakadar etmelidir? Müslümanın kendine mahsus, ölçülerine uygun bir haber anlayışı olmalı değil midir?

Bunca haber arasında “haber-i sâdık”tan haberimiz var mı?

Haberler yahut Torbadaki Yılan


Gazetecilerin meşhur “haber” tarifini hatırlayın: “Bir köpeğin bir adamı ısırması haber değildir, fakat bir adam bir köpeği ısırırsa haber olur”. Böyle son derece basit tuhaflıklar, yine son derece basit, ruhen olgunlaşmamış insanların ilgi ve hayretini celbeder.

İlginç ama faydasız, anlamsız, hatta saçma haberler, aslında tam da bu belli bir seviyenin altındaki insanların seçilmesine, sayıca çoğaltılmasına, toplandıkları çocukça bir merak etrafında birbirlerini tanıyarak herkesin kendileri gibi olduğunu düşünmelerinin sağlanmasına yöneliktir. Eskiden “güruh” diyorduk; şimdilerde böyle topluluklara “kitle” diyorlar. Tek başına kullanıldığında “topluluk” anlamı yanında bir vasıfsızlığı da ifade ediyor. “Kitle iletişim araçları”ndaki ‘kitle’yi biraz da böyle anlamak lazım.

Kitleler, medya kuruluşları ile onlara reklam verenler arasındaki ticari ilişkinin malzemesidir. Kitle iletişim araçlarının asıl ürünü haberler yahut programlar değil, tüketime teşne bir kıvama getirilmiş yığınlardır.

Bu ürününün elde edilmesinde kullanılan haberlerin bir kısmı, yakın zamanlara kadar Anadolu’da boy gösteren gezgin işportacıların kadim taktiklerinin modernize edilmiş halidir. Ağzı bağlı bir torba yahut kapalı bir kutuya dikkat çekilerek, bunun içinde, diyelim ki “iki başlı, üç kuyruklu hilkat garibesi bir yılan” olduğu bağıra çağıra etrafa duyurulur. Tezgâhın etrafı kısa sürede meraklılarla doluverir. Yeterli sayıda müşterinin toplandığına kani olan işportacı derhal mallarının reklamına başlar ve oraya biriken hemen herkese bir şeyler satar. Biraz sonra ellerinde, niye satın aldıklarını kendilerinin de bilmediği lüzumsuz avadanlıklarla evine, işine dönen insanların çoğu, torbadaki yılanı hatırlamaz bile.

Ciddiyet Sadece Bir İmajdır


Daha ciddi ve anlamlı gibi görünen haberler de, neticede “yığın” oluşturma çabasına hizmet ettiği için saçma haberlerle aynı değerdedir.

Şunun altını iyice çizelim: Kartelleşmiş medya kuruluşlarının yegane amacı, kolaylıkla tüketime yönlendirilebilecek vasıfsız bir kitle oluşturmaktır. Bu amacın illa bir yerlerde gizli kapaklı kotarıldığını, bir takım ideolojilerin uzantısı olduğunu keşfetme gayretine lüzum yok. Beşeriyetinizin ve nefsinizin hevasına kapılmışsanız, menfaat, maddî kazanç, güç, iktidar, zevk ve eğlence peşinde koşmaktan, bu uğurda her türlü istismarı göze almaktan asla vazgeçmezsiniz.

Olayların sığ fakat renkli yanlarıyla ilgilenen, dedikoduyla beslenen, magazinden hoşlanan kitlelerin soylu hedefleri, derinliği, tefekkürü olmaz. Böyle bir kitleyi velinimet kabul eden medyanın onları aşan bir üslup ve kaliteyi gözetmesi de beklenemez. Hatta medya, daha fazla popülerlik, daha büyük kitle, daha çok para için insanların ayıp ve zaaf sayılabilecek yönelişlerini yaygınlaştırmaya, renkli görüntülerle onları sürekli etkilemeye, kendisine bağımlı hale getirmeye çalışır.

Ciddiyet ve kaliteyi bu maksat çerçevesinde sorgulamak gerek. Kendini kaybetmiş, varlık sebebini unutmuş, edilgen insanlar üreten haber veya programların teknik açıdan çok kaliteli olması, ciddi görünmesi neyi değiştirir? Kaldı ki “ciddiyet” imajı kendilerini kitleye dahil etmeyen alıcılar için özellikle kurgulanmıştır. Neticede son derece seviyesiz bir magazin programını yapan da, önemli gibi görünen haberleri derleyip kemal-i ciddiyetle sunan da aynı yayın organıdır.   

Polemiklerin, bilmem hangi ülkede faaliyete geçen yanardağın, Arjantin’deki enflasyonun, İspanya’daki festivalin ne kadar ciddi haber sayılabileceğine hiç girmeyelim. Bizim asıl maksadımız, saçma da olsa, magazine de boğulsa, ciddi ve önemli de görünse modern anlayışın takdim ettiği bütün haberlerin aslında aynı mesajı ilettiğine dikkat çekmek. O mesaj şöyle veya böyle, insanı süflileştirip aslından uzaklaştırıyor.

Haberlerin Ağındaki İnsan


Edward Said, Yahudi kontrolündeki büyük haber ajanslarının genelde İslâm’ı, özelde de Filistin direnişini terörle özdeşleştirerek dünyaya nasıl lanse ettiğini anlattığı kitabına “Haberlerin Ağında İslâm” adını vermişti. İslâm’ı ve müslümanları kötü göstermeye yönelik düzmece haberler, ince şartlandırma taktikleri, dolaylı mesajlarla insanları manipüle etme kurnazlıkları içte ve dışta bugün de çok sık şahit olduğumuz medya şeytanlıkları. Pek çok insan ne yazık ki müslümanları bir kin ve düşmanlığın ifadesi olan bu yayınlar aracılığıyla tanıyor.

Fakat haberlerin ağında olan sadece İslâm değil. Dünya da insanlar da haber ağlarının kıskacında. İnsanlar artık kendini bu ağdaki görüntüsüyle tanımlıyor. Ağ, bir kuşatılmışlığın, tutsaklığın, hareket mahrumiyetinin de simgesi. Muhtevası, kalitesi ve tarzı ne olursa olsun, günde yirmi dört saat yüzlerce kanaldan haber bombardımanına tutulan insan giderek dikkatini ve algılama hızını kaybediyor. Haber çokluğuyla ters orantılı olarak tuhaf bir şekilde daha az anlıyor, daha az öğreniyor, yoğunlaşmayı unutup iyice sığlaşıyor.

Haberlerin çeşitlilik ve çokluğu, sorgulanmasını, bazen apaçık yalanlarının şöyle ağız tadıyla tekzibini dahi imkansızlaştırıyor. İlgi çeksin diye yayınlanan sıra dışılıklar, kitlelere sanki bunlar yaygınmış izlenimini veriyor; insanları normalden, tabii olandan, sünnetullahtan koparıyor. Nihayet en ince ayrıntılarına kadar verilen şiddet, zulüm, katliam haberlerinin sürekliliğiyle felaketler karşısında duyarsızlaşan birer robot olup çıkıyoruz. Irak’ta parçalanan müslüman cesetlerine göz ucuyla şöyle bir bakıp afiyetle yemeğimizi yiyor, kolayca uykuya dalabiliyoruz. Yabancı bir dizideki kahramanın yoksulluğuna gözyaşı döken ama yanı başındaki komşusunun aç yattığından haberi olmayan garip insanlar görüyoruz etrafımızda.

Asıl Haberi Atlayınca


Modern iletişim sektörünün haberleri büyük ölçüde iftiradan, gıybetten, mâlâyaniden, istismardan ibarettir. İnsanı fıtratına yabancılaştırdığı için müslümanın sorgusuz sualsiz iltifat edeceği haberler değildir bunlar.

Bir ihtiyacı karşılamak, seçici olmak, bir faydayı gözetmek, ihtiyatı elden bırakmamak kaydıyla elbette medyanın haberleri de takip edilebilir. Fakat her ne olursa olsun, İslâm’ın “haber”i yanında bunların önceliği ve önemi yoktur. Bizim haberimiz vahiydir, Kur’an ve Hadis’tir.

İlk bakışta din prensiplerini belirleyen hükümlerle, bugün “haber” denince anlaşılanlar arasında isim benzerliğinden başka bir ilgi görülmeyebilir ve dinî bir terim olan haberle yukarıdan beri anlattıklarımızın irtibatsızlığı ileri sürülebilir. Kısaca denilebilir ki dinî kural ve bilgileri öğrenmek başkadır, dünyada olup bitenleri öğrenmek başka.

Öyle değil. Çünkü bu, din ile dünyayı ayıran bölmeli kafa yapısının artık neredeyse genel kabul görmüş arızalı bir yaklaşımıdır. Asıl haberi atladığımızın işaretidir. Bizim asıl haberimizin, yani Rasulullah s.a.v.’in bildirdiklerinin önem ve önceliği, biraz da böyle bir yaklaşımın tedavisi içindir.

Hakikatin, eşyanın, hadiselerin zihnimizdeki kopyası olan tasavvurlarımız, düşünce ve davranışlarımızın temelini teşkil eder. Ancak dışarıdaki veriler tasavvura dönüşürken, idrak edenin şartları hakikati değiştirebilir. Nitekim sizin güneşi küçük bir portakal gibi görmeniz, güneşin hakikatinin böyle olduğu anlamına gelmez.

İşte vahiy bu türlü yanılmaları düzeltmek, hakikati öğretmek; bize kendimizi, imkanlarımızı, haddimizi bildirerek neden ve nasıl yanılmış olabileceğimizi göstermek için indirilmiştir. Müslümanın tasavvurlarını vahiy tashih eder. Din aslında bir tasavvur inşasıdır. Müslüman olmak, vahyin belirlediği tasavvurlara sahip olmaktır.

Kafamızdaki haber algısını, bunu nerden devşirdiğimizi, habere yüklediğimiz değer, anlam ve fonksiyonun ne olduğunu, ne olması gerektiğini belirlemek için bütün bildiklerimize “lâ” deyip en doğru habere kulak vermenin vaktidir.

Furkan ve Firaset

Müslüman için “haber” bir eğlence vesilesi değil, “faydalı bilgi”nin, dolayısıyla “ilm”in imkanıdır. Bilginin faydasız kısmının da bulunduğunu, üstelik bunun istiaze gerektirecek kadar tehlikeli olabileceğini Hz. Peygamber s.a.v.’in bir haberinden, “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” hadisinden öğreniyoruz.

Başka bir hadislerinde de “Muhakkak ki bilginin bazısı cehalet, sözün bazısı da ağırlık” yahut “yorgunluktur” buyuruyor Allah Rasulü.

Bugün birbirine karıştırılsa da “bilgi” ile “ilim” aynı şey değildir. İlim “hakikati anlamak” yahut “anlaşılması gereken hakikat”tir. Bu hakikatin, kendisini anlatmak veya anlaşılmasına imkan vermek için insanın duyularına sunduğu işaretler birer “bilgi” malzemesidir. İnsan, hakikati bu bilgiler aracılığıyla anlar. Şu halde “faydasız bilgi” bizi ilme ulaştırmayan, mutlak hakikate götürmeyen bilgidir.

Peki insan günümüz iletişim araçlarının verdiği haberlerdeki bilginin faydalı mı faydasız mı olduğunu nasıl ayırt edecektir? Önce Allah Tealâ’nın Peygamber vasıtasıyla tebliğ ettiği “apaçık haberler”i öğrenmek ve onlarla amel etmekle. Bu “en doğru haber” insanı takvaya çağırır. Takva ise, Kur’an-ı Kerîm’in -özel bir bağlamda zikredilmiş de olsa- zor durumlarda “çıkış yolu” (Talâk, 2) ve “furkan” (Enfal, 29) vaadinin şartıdır.

Hakla bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü tefrik etmek demek olan “furkan”, bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’in de isimlerinden biridir. Kur’an’ın bütünüyle bir furkan olmasına ilaveten, Cenab-ı Hak mümin kullarına takvayı gözetmeleri halinde furkan ihsan edeceğini, yani onlara doğruyu yanlıştan ayıracak bir kuvvet ve kabiliyet vereceğini müjdelemektedir. Sağlam bir imanın ve takvanın semeresi olan bu kabiliyete “firaset” de denilmiş; Hz. Peygamber s.a.v. bu meyanda “Müminin firasetinden sakının; zira o Allah Tealâ’nın nuruyla bakar.” buyurmuştur.   

Haberin faydalısı ile faydasızını furkan ile firaset ile ayıracağız demek ki. Ancak bunlar iman ve takva olmadan olmuyor. İman ve takva ise “en doğru haber”den haberdar olmadan yerleşmiyor kalplere.

Mümin İbret Nazarıyla Bakar

Öte yandan bazı haberlerin taşıdığı bilgilerden fayda temin etmek çoğu zaman sizin tasarrufunuzla ilgilidir. Zira bütün bir kainat, varlık ve hadiseleri ile sürekli olarak hep aynı ilâhi mesajı gönderir fark edebilenlere. Buna ibret almak denir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de peygamber kıssalarından, geçmiş kavimlerden, yaşanan bazı olaylardan, kainatın işleyişinden “haberler” vardır ve bunların hemen hemen tamamı “ibret alın” ikazıyla aktarılır.

İbret almak, görünen bir vakıanın arkasındaki hakikate vakıf olmak, bâtınındaki hikmeti fark etmek, ondan dersler çıkarıp buna göre davranmaktır. İbret nazarıyla bakmaya “itibar etmek” derler. Şu halde müslümanın “ibret alabileceği” haberlere “itibar etmesinde” sakınca yoktur.

Ancak Kur’an’da “ibret alın” çağrısı çoğunlukla “akıl ve basiret sahipleri”ni muhatab alır. Bu, akıl ve basiret olmadan, başka bir deyişle furkan ve firaset olmadan ibret alınamayacağına işarettir. Akletme, basiret, furkan ve firaset ise hakiki müminin vasfıdır. Onun için “Müminin konuşması zikir, sükutu fikir, bakışı ibrettir” denilmiştir. Onun için Niyazi-i Mısrî, “Bir göz ki onun ibret olmaya nazarında / Düşmanıdır o sahibinin baş üzerinde” mısralarıyla uyarmıştır müslümanları.

Bizim haberlerimiz, modern anlayışın ifsat edici haberleri karşısında öncelikle sağlam bir mümin kimliğini; aklı, basireti, firaseti, furkanı kuşanmış bir müttaki duruşunu esas alıyor. Bu olgunluğa ulaşamamış müslümanlara ise birtakım ölçüler vererek, haberlerin ağından nasıl kurtulacaklarına dair pratik çözümler sunuyor. İletişim araçlarının verdiği haberleri seçerken başvuracağımız bu ölçüleri hatırlamaya çalışalım şimdi de.

Fasıkın Getirdiği Haber

Bugün belli çevrelerin tekelindeki yayın organlarının İslâm’a ve müslümanlara karşı maksatlı bir kampanya yürüttüğü, haberlerini de bu çerçevede kurguladığı malum. Belki bizi ilgilendiriyor düşüncesiyle böyle yayınları özellikle takip ettiğimiz oluyor. Halbuki hem En’am suresinin 68. ayetinde hem de bu ayete bir daha atıfta bulunularak Nisa suresinin 140. ayetinde Allah Tealâ’nın indirdikleriyle alaya kalkışmak, onları inkâr etmek gibi münasebetsizliğe dalanları gördüğümüzde hemen onlardan uzaklaşmamız emredilmiştir.

Böyleyken, müslümanlıkları özellikle öne çıkarılan şahıs veya gruplar aleyhine yapılan birçok haber -ki asıl hedef inançlarımızdır- gündemimizin başına oturarak birbirimize suizan beslememize yol açmakta, birliğimizi, dirliğimizi bozmaktadır.

Kur’an’da bırakın kâfirleri, fasıkların dahi getirdiği habere araştırıp soruşturmadan inanmamamız emredilmiştir oysa. Hucurat suresinin “Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onun içyüzünü araştırın; yoksa bilmeden bir topluluğa fenalık edersiniz.” mealindeki 6. ayeti, imanı ve ameli zayıf bir zekât memurunun müslüman bir kabileye suizanda bulunup onların “dinden çıktığı” yalan haberini vermesiyle ilgilidir.

“İfk hadisesi”nde de Hz. Aişe r.a.’ya atılan iftiraya ihtimal veren, sessiz kalan müslümanlara Nur suresinin 12. ayetinde serzenişte bulunulmuş, “Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup, ‘bu apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?” denilmiştir.

Müslüman şahıs veya toplulukların aleyhine yapılan haberlerde, suçlamanın doğruluğuna dair yayın organının değil, kendimizin bulduğu kesin bir delil yoksa hüsnüzan beslemeli, o yayının iftira olduğunu düşünmeliyiz. Ölçü budur. Çünkü müslüman, müslüman kardeşini kendi gibi bilir. Nefsine yakıştıramadığı bir şeyi kardeşine de yakıştırmaz.

Haber Anaforundan Kurtulmak İçin

Zan, tahmine dayalı bir hükümdür ve her zaman yanlış olma ihtimali vardır. Bu yüzden müslümanlar hem birbirleri aleyhine zanna dayalı hüküm vermekten sakındırılmış, hem de zanna davetiye çıkaran “tecessüs”ten men edilmişlerdir. Hucurat suresinin 12. ayetinde “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin kusurunu araştırmayın). Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin.” buyurulmuştur.

“Tecessüs”, başkası hakkında onun özel hayatına dahil olan hususlara merak duymaktır ve bu boyutuyla bir hastalıktır. Peygamberimiz s.a.v. de bir hadislerinde, “Müslümanların eksiklerini, ayıplarını araştırmayın. Zira kim müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıbını takip eder; nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsva kılar.” diye haber vermiştir.

Müslümanları hedef almasa bile bugünkü medya haberlerinin pek çoğu özel hayatı açığa vurarak, zanna dayalı ithamlarda bulunarak, çirkinlikleri sergileyerek, mâlâyanileri allayıp pullayarak reyting kazanmaktadır. Kendini kaybetmiş yığınlar için belki cezbedici bulunan bu haber tarzını, müslüman “kerih” görmelidir. Çünkü Efendimiz s.a.v., “Bâtıl ve boş sözlere dalanlar helaktedir.” diye uyarıyor bizi. Kur’an, “Cahillerden yüz çevirmemizi” (Araf, 199) istiyor, “Allah, zulme uğrayanların dışında, çirkin sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz” (Nisa, 148) buyuruyor.

Çokluğu, sığlığı, seviyesizliği ve faydasızlığıyla insanı tefekkürden, hikmetten, irfandan uzaklaştıran, giderek anlamsızlığa mahkum eden, bir çer çöp mesabesine düşürüp akıntısında sürükleyen haber anaforundan kurtulmak için temellere dönmek, sürekli temel ölçüleri hatırlamak gerekiyor. O ölçüler bize “modern iletişim araçlarının yaydığı haberleri fazla ciddiye almayın, ilgi göstermeyin, çünkü bunların hiçbiri önemli değil” diyor özetle. Peki önemli haber ne?

En Önemli Haber   

Haberin bir adı da “nebe’”dir. Peygamber karşılığı kullandığımız “nebî” kelimesi aynı kökten türemiş ve “haberci” demek. Kur’an’da “Nebe’” isimli bir sure var. “Amme” diye bildiğimiz bu surenin hemen ikinci ayetinde geçen “nebe’il-azîm” ibaresi “büyük haber, en önemli haber” anlamına geliyor ki sure bütünüyle bu habere tahsis edilmiş zaten. Bizim de baştan beri anlaşılması gereken hakikat diye zaman zaman bahsettiğimiz bir haber bu.

Müfessirler bu en büyük ve önemli haberin “kıyamet günü” olduğunu söylüyor. “Yevm’ül-fasl” yani doğru ile yanlışın ayrılacağı, nihai hesabın görüleceği bu kaçınılmaz son, dünyanın faniliğini, ölümden sonra dirilmeyi, mizanı, cenneti, cehennemi ve ahireti de içinde barındıran bir haber. İşte bu gerçeği dikkate almayan diğer bütün haber veya bilgilerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok insan için.

Bir de küçük kıyamet var. İnsanın kendi ölümü. Dolayısıyla bu da insan teki için hiç akıldan çıkarılmaması gereken en önemli haber. Zira kişi ancak bu haber sayesinde nefsinin aldatıcılığını, dünyanın faniliğini bilir; ahireti gözetip Allah’a yönelerek bilgisini “marifet”e çevirir. Hz. Peygamber s.a.v.’in bizi “Kabirleri sık sık ziyaret ederek ibret almaya” çağırması, bu önemli haberi sürekli hatırlamaya davettir.

Medyanın anaforunda haber peşinde sürüklenenlere Necip Fazıl’ın mısralarıyla seslenmek gerekiyor galiba: “Şu geçeni durdursam çekip de eteğinden / Soruversem: Haberin var mı öleceğinden?”

Modern iletişim araçlarının çarçabuk eskiyen haberlerinden önce, Alîm ve Habîr olandan gelen, her dem tazeliğini muhafaza eden, hiç eskimeyen haberlere kulak verelim.

Ve eskimeyen haberlerin eskimeyen kaynaklarda olduğunu unutmayalım.

İslâm’da Haber Kavramı


İslâm’da “haber” üç temel bilgi kaynağının ilki ve en önemlisidir. “Akıl” ve “duyular”dan önce gelir.
Genel olarak haberler taşıdığı bilginin doğruluğu ya da yanlışlığı ihtimaline karşı ikiye ayrılır: haber-i sâdık (doğru bilgiler içeren haber) ve haber-i kâzib (yanlış ve asılsız bilgiler içeren haber).

Bir haberin “doğru” olabilmesi için kaynağının mutlak anlamda Alîm ve Habîr olan Allah’a bağlanması gerekir. İnsanların aklından ve duyularından çıkan beşerî haberler ise zannîdir; doğrulukları kesin değildir. Bunların sağlaması, nakle dayalı yani vahyî haberlere uyup uymamasına göre yapılır. İnsanlardan ilâhi haberlere kayıtsız şartsız inanıp güvenmesi, beşerî haberlere ise ihtiyatla yaklaşması istenir.

Din bağlamında “haber” sadece “sadık haber”dir. Bununla Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler kastedilir. Ayrıca, itikadî meselelerde temel kriter sayılmamak kaydıyla Hz. Peygamber s.a.v.’in eğitiminden geçmiş Sahabe-i Güzîn ile Cenâb-ı Hakk’ın “gören gözleri, işiten kulakları olurum” buyurduğu Evliya-yı Kiram Efendilerimizin söz ve fiilleri, Rasulullah s.a.v.’in vârisleri mevkiindeki ulemanın yazıp söyledikleri de müslümanlar için bilinmesi gereken “haber”lerdir.

İslâm’ın temel kaynakları bütünüyle “haber” diye adlandırılmakla beraber, bunlar arasında Hadis ve Sünnet’e özellikle “haber” demek adet olmuş; “haber”, sonraları bir hadis terimi haline gelmiştir. Buna göre üç çeşit haber vardır:

Mütevatir Haber


Yalan söylemek üzere anlaşmaları aklen mümkün olmayan bir Sahabi topluluğunun Rasulullah s.a.v.’den duyup Tabiîne, onlardan Tebeu’t-Tabiîne, onlardan da diğer nesillere aynı lafızlarla ve sözlü olarak aktardığı hadisler ile Peygamberimiz s.a.v.’e ait, yine bu tarzda rivayet edilmiş hal ve davranışlardır.

Meşhur yahut Müstefîz Haber

Peygamberimiz s.a.v.’in, tevatür için gerekli sayıya ulaşmayan -ki bu sayı ulema arasında ihtilaflıdır- birkaç Sahabi tarafından rivayet edilen, ancak sonraki nesillerde mütevatir hale gelip yaygınlaşan söz ve fiilleridir.

Ahad Haber yahut Haber-i Vahid

Ashaptan olan ilk ravileri de sonraki nesillerde rivayet zincirinde yer alanları da sayıca az olan, senedinin her aşamasında tevatür derecesine ulaşmayan haberlerdir.

Hadislerle ilgili bu adlandırmalar, onların sıhhati konusunda bir zannı yansıtmaz; tamamen teknik bir sınıflandırmayı ifade eder.

Ulemanın hadis derlemelerinde nasıl olağanüstü bir titizlik gösterdiği herkesin malumudur. Bizim bunları sıralamaktaki kastımız, “haber” denince öncelikle ve özellikle “hadis”lerin anlaşılması ve müslümanların “haberdar olmak”tan neyi anlaması gerektiğini vurgulamaktır.
Havadis, Ajans, Haber

Haber, muhatabın kendi duyularıyla doğrudan ve bizzat algılama imkanına sahip bulunmadığı vakıaların bir vasıta ile ona aktarılması işlemidir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi, haberin üç temel unsuru vardır ve bu unsurlara göre üç farklı isimle adlandırılır.

Haberin konusunu teşkil eden şey genellikle bir “hadise”dir. Sabit varlık ve durumlar da habere konu olabilir ama bunların değişmezliğinden kaynaklanan “tanınma yaygınlığı” çoğu zaman haber yapılmalarına manidir. Halbuki hadiseler “yeni”, “sonradan” ve “geçici”dir. Sadece vuku bulduğu yer ve zamanda bilindiği, dolayısıyla yaygın bir şekilde tanınmadığı için haberlerin ana malzemesidir. Bu sebeple haberlere “hadiseler” anlamına gelen “havadis” denildiği de olur.

Haberlere konu olan hadiseler zaman ve mekan bakımından muhatabın kendiliğinden algılayamayacağı bir uzaklıkta olduğundan, bunların bir vasıta ile nakledilmesi, aktarılması mecburiyeti vardır. Bu işi 19. yüzyıldan itibaren üstlenen profesyonel yapılanmalara, yapılan iş bir çeşit “aracılık” olduğundan Batı dillerinde “ajans” denilmiş, bu nedenle bizde de bir önceki yaşlı kuşak, haberleri “ajans” diye adlandırmıştır.

Nihayet bir hadisenin aktarılması işlemi, muhataba iletilmek istenen bir “bilgi” yahut “mesaj” taşır ki işin asıl “haber” kısmı budur. Şu halde “haber”, aktarılan olayın kendisi değil maksadıdır. Çünkü haberin sözlük anlamı “bir şeyi yoklayarak o şeyin esasını, içyüzünü, aslında ne olduğunu anlamak”tır.