๑۩۞۩๑ İlim Dünyası Online Dergi Dünyası ๑۩۞۩๑ => Ayın Konusu => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 30 Temmuz 2012, 02:10:07



Konu Başlığı: Ah Bir Zengin Olsam!
Gönderen: Zehibe üzerinde 30 Temmuz 2012, 02:10:07
Ah Bir Zengin Olsam!


   

Ahmet Nafiz Yaşar | Haziran 2012 | AYIN KONUSU   


Beşer tarafımızın bitmez tükenmez ihtiyaçları, sonu gelmeyen istekleri, sınırsız hayalleri var. Bütün bunları karşılamak için imkanlarımız yeterli değilse,
    “Ah bir zengin olsam!” diye iç geçiririz. Yoksulluktan canımızın yandığı demlerde ellerimizi açıp ALLAH’tan mal mülk, para pul talep ederiz.

    Gerçi böyle durumlarda kalbimiz bize “hayırlısını istemek” gerektiğini söyler. Doğrusu da budur; fakat bir müddet sonra hayrın zenginlikte olduğu sabit bir fikir haline gelebilir. “Hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde hayır olabileceği” ikazını unutur, edep çizgisini zorlar, inatla ve ısrarla zenginlik isteriz.

Bugünün hakim anlayışı başarıyı, itibarı zenginlikle ölçüyor. Daha çok kazanmayı, daha fazlasına sahip olmayı tek amaç olarak dayatıyor. Ne sahip olunacak dünyalıkların bir ölçüsü var ne de insanın sahip olma hırsının. Müslümanlar olarak bu anlayış bizi de etkiliyor. Rahatlık ve lüks arayışı, gelecek endişesi, çoluk çocuğun istikbali gibi sebeplerle zengin olmayı büyük, önemli bir hedef olarak görebiliyor, ısrarla zenginlik talep edebiliyoruz.

Oysa hayır şer ölçüsünü göz ardı ederek ısrarla zenginlik talebinde bulunmakta ilahî takdire itiraz var, servetle gelecek konforun cazibesine kapılıp yoldan çıkma tehlikesi var. Yani Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma ihtimali var.

Bunlar var diye müslümanlar dünya malını istemesin, zengin olmasın mı peki? Elbette hayır, ama dünyalık bir şeyi usulü dairesinde istemekle, o şeyin peşinde dizginlenemez bir hırs ile koşmak aynı şey değil.

Unuttuğumuz bir doğru


Bu girişten anlaşılacağı üzere, dünyalık servet edinerek zenginleşmenin maksat haline getirilmesinin doğru olmadığını anlatmak niyetindeyiz. Böyle bir doğrunun günümüzde itibar görmediğini, hatta biraz tuhaf karşılandığını biliyoruz. “Biz müslümanlar kanaatkâr olduğumuz, bir lokma bir hırka dediğimiz için geri kaldık!” görüşü bugün de revaçta. Maddiyatla zenginleşmeyi, lüks içinde yaşamayı hayatın gayesi zanneden, dinî duyarlılığı zayıflamış çok geniş bir kitleye ise bu doğruyu anlatmak neredeyse imkansız. Modernizm, “zenginlik” ve “fakirlik” algımızı bulandırmış. Dindar camialar dahi bu iki kavramı beşerî ideolojilerin etkisinde tartışıyor. Aynı kavram bulanıklığı sebebiyle İslâmî kaynaklardaki “fakr mı yoksa gınâ (zenginlik) mı daha efdal” bahsi yersiz bir tartışmaya malzeme yapılmakta. Fakirliğe de zenginliğe de yüklenen çok farklı anlamlar, bu anlamlara bağlı çok farklı değerlendirmeler var. Hayli zor, karmaşık, incelik isteyen bir meseleyle karşı karşıyayız yani.

Asıl konumuz zenginlik, fakirlik ya da bunların hangisinin üstün olduğu değil. Zenginlik talebinin arkasındaki dünya sevgisine, hırs ve açgözlülüğe, gaflete; bu taleple daha iyi bir geleceğe ertelediğimiz sorumluluklarımızdan nasıl kaçmaya çalıştığımıza dikkat çekmek istiyoruz. Ama doğru anlaşılmak için önce üzerinde konuşacağımız zemini düzeltmemiz, zenginlik, fakirlik, zühd gibi kavramları, bunlarla ilgili değerlendirmeleri berraklaştırmamız gerekiyor.

Zenginlik ne, zengin kim?


Zenginliği kısaca “ihtiyaçtan fazla mal veya servete sahip olma hali” diye tanımlayabiliriz. Fakat modern anlayışın “beşerî ihtiyaçlar sınırsızdır” kabulüne sorgusuz sualsiz katılıyorsanız eğer, bu tarif, zenginliği hep peşinden koşulması gereken ama asla ulaşılamayacak bir ütopya haline getiriyor. İşte dinimiz, asgari ölçüleri belli bir zenginlikten değil, böyle bir ütopya peşinde ömrümüzü zayi eylemekten sakındırıyor bizi. Açgözlülükle, çoğaltma hırsıyla malûl olmadan çalışmayı, rızkımızı aramayı, kendi emeğimizle helalinden kazanmayı emrediyor. İhtiyaçlarımıza bir sınır koyuyor ve ihtiyaç fazlasını infak etmemizi istiyor bizden.

Fıkıhta malî mükellefiyetler bağlamında konu edilen zenginliğin alt sınırı, “kifayet miktarına sahip olmak”tır. Buna göre kişi, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarına yetecek kadar mal veya servete sahipse zengin sayılır; böylelerine zekât verilmez. Peki ihtiyaç nedir? Şartlar bazen bir kısım ihtiyaçları zaruret haline getirse de genel olarak ihtiyaç “zaruret”, yani “hayatî önem taşıyan bir zorunluluk” değildir. İhtiyaçlar, hayatımızı kolaylaştıran, eksikliği halinde sıkıntıya düşmemize veya zorlanmamıza sebep olan birtakım imkanlardır. İtibarî bir yaklaşımla sınırları zorlamamak için ihtiyacı, “zekât düşmeyen mal ve imkanlar” olarak aklımızda tutup kendimize soralım: Zenginlik adına aslî ihtiyaçların ötesini talep ediyorsak, gerçekte neyi istiyoruz acaba?

Hırsın tükenmez vadileri


Tamahkârlığın da aslî ihtiyaçların ötesinin de sınırı yok. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber s.a.v., bizleri ikaz sadedinde, “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü bir vadi daha ister.” buyuruyor. İslâm zenginliğe bir üst sınır koymasa da insanın “karnını toprak doldurmadan”, dünyanın sayısız vadilerinin sınırsızlık veya ölçüsüzlüğünde kaybolmaması için, Bakara suresinin 219. ayetinde buyurulduğu üzere, “ihtiyaç fazlasının infak edilmesi”ni istiyor. Bazı alimlerimiz, toplumda zaruret içinde yaşayanlar varsa, “ihtiyaç fazlasını infak”ın tavsiye olmaktan çıkıp farziyet kazanacağına, ihtiyaç fazlasının infak yerine lüks ve konfora sarfının haram olacağına hükmetmişlerdir.

Şu halde bizim irfanımızda “ben kazandım, dilediğim gibi harcarım; servetimi sürekli çoğaltır, mal üstüne mal yığarım” dedirten bir zenginliğe ruhsat yok. İhtiyaç fazlasına sahip olmanın tasaddukla, hayır hasenat işlerine destekle, istihdam imkanı sağlayan yatırımlarla infak etmek gibi nefsin hiç de hoşuna gitmeyen ağır bir sorumluluğu var. Onun için zenginliği isterken öncelikle böyle ağır bir yükün altından kalkıp kalkamayacağımızın hesabını iyi yapmak, bu hesabı yaparken de Efendimiz s.a.v.’in uyarılarına kulak vermek gerekiyor.

Rasulullah s.a.v.’in uyarısı


ALLAH Rasulü s.a.v. bir gün Medine’de ashabıyla otururlarken uzaktan kendilerine doğru gelmekte olan Mus’ab b. Umeyr r.a.’i gördüler. Mus’ab’ın üzerinde deri parçalarıyla yamanmış eski bir hırka vardı. O’nun bu hali Efendimiz’e dokundu, gözleri yaşardı. Çok zengin bir ailenin evladı olan Mus’ab’ın Mekke’de güzel kıyafetlerle dolaştığı, bolluk ve rahat içinde yaşadığı günleri hatırlamıştı. Medinelilerin öğretmeni, Uhud’un şanlı sancaktarı bu büyük sahabi, müslüman olduğu için ailesi tarafından reddedilmiş, imanı uğruna fakr u zaruret içinde yaşamayı seçmişti.

Rasul-i Ekrem s.a.v., ashabına döndü:

– Gün gelip sizden biri sabah bir elbise, akşam başka bir elbise giyse, önüne yemek tabaklarının biri getirilip diğeri kaldırılsa, evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâbe gibi örtseniz, o zamanda nasıl olursunuz, diye sordu. Orada bulunan sahabe efendilerimiz:

– O gün bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayatımızdaki külfet gitmiş olacağından ibadete daha fazla zaman ayırabileceğiz, dediler.

Alemlerin Efendisi:

– Hayır, buyurdu; aksine siz bugün o günden daha iyisiniz.

Tirmizî’de nakledilen bu haber, zenginlikle gelen refah ve konforun insanı dünyaya daha fazla bağlayıp kulluk vazifelerinde gevşemeye yol açacağı konusunda hepimizi uyarıyor.

Gerçek zenginlik


Böyle uyarıları dillendirdiğinizde, İslâm’ın yayılmasına servetleriyle hizmet eden zengin sahabilerin varlığını hatırlatanlar çıkıyor. “Zenginliğin azdırıcı etkilerine karşı tedbiri elden bırakmayalım ama Hz. Ebubekir r.a. gibi, Abdurrahman b. Avf r.a. gibi varlık sahibi bir müslüman olmaktan da kaçınmayalım.” diyorlar. Böyle düşünmek güzel elbette. Bu niyetle gayret etmekte hiçbir sakınca yok. Fakat kendimizi de aldatmamak lazım. Zenginlik talebimizin arkasındaki nefsaniyeti meşrulaştırmak için varlıklı sahabilerin örnekliğine sığınıyor olabiliriz.

Aslında bunu anlamanın kolay bir yolu var. Mademki zengin sahabiler infak kahramanlığıyla, verebilmeleriyle örnek gösteriliyor, onlar gibi olma niyetimizdeki samimiyeti, “olunca veririm” tavrıyla değil, halihazırda “olandan vermek”le ispatlayabiliriz. Çünkü ne kadar fakir olursak olalım mutlaka verebileceğimiz, tasadduk edebileceğimiz, başkalarına sunabileceğimiz bir imkanımız vardır. Cebinde beş parası, sonraki öğüne yiyeceği olmayan biri bile bundan uzak değil. İnsanlara eziyet veren bir şeyi yoldan kaldırabilir mesela. Mümin kardeşlerimize karşı güler yüz gösterebilir, tatlı dille onların halini hatırını hoş eyleyebiliriz.

Bugün bu kadarını olsun esirgiyorsak, yarın çoğaltınca vereceğimizi söylemek kendimizi kandırmaktır o halde. Kaldı ki vermek bir imkan meselesi değil, bir gönül meselesidir. Onun için Efendimiz s.a.v., “Zenginlik mal çokluğundan ibaret değildir. (Hakiki) zenginlik gönül zenginliğidir.” buyurmuştur.

Aslında hepimiz zenginiz


Rasulullah s.a.v.’in bu hadis-i şerifi zenginlik tasavvurumuza dair, bugünkü anlayışın dışında yeni ve doğru bir kapı aralaması bakımından çok önemli. Nitekim bu dünyada bir rahatlık, refah ve huzur imkanı gibi anlaşılan, bu nedenle de şiddetle arzulanan zenginliğin, gönlü dar nice mal mülk sahibini hırs ve tamahla, biriktirme kriziyle nasıl huzursuz ettiği ortada. Öyle ya, ayakkabı dar olunca gezdiğiniz yerlerin güzel olması, düz olması, geniş olması, baştan başa sizin olması ne işe yarar?

Zenginlik, ihtiyaçlarımızı karşılayan faydalı şeylere sahip olmaksa, sağlık, akıl, irade, ilim… paha biçilemeyen birer zenginlik insanoğlu için. Buna rağmen zenginliği sadece bu dünyayı hesaba katarak tarif etmemeli. Ebedi yurdu, ahireti esas almalı; orada mahrum kalanlardan olmamak için güzel ahlâkı, salih ameli, hayır hasenatı, İslâm’ı, imanı, takvayı servet bilmeli. Gerçek zenginliğin “ebter” olan, tükenmeye ve yokluğa mahkûm olan tekasürle değil; hiç bitmeyen ve ilahî bir ikram olan kevserle kazanılacağını unutmamalı.

Ahiretimizi kurtaracak manevi zenginlik ile dünyadaki maddi zenginlik arasında bir tercih yapması gerektiğinde, Kehf suresinin 46. ayetindeki şu ilahî ikazı hatırlamalı insan:

“Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak olan salih ameller ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, (güzel bir beklentiyle) talep edilmesi yönünden de daha hayırlıdır”.

Karun’a imrenmek

Müslümanın talep etmesi gereken zenginlik, imanla ve salih amelle “Ganiyy-i Mutlak olan ALLAH Tealâ’ya yakınlık”tır şüphesiz. Ama dünyayı büsbütün terk etmek anlamına da gelmiyor bu. İslâm; ALLAH’ı, ahireti, hesap gününü, dünyanın faniliğini unutmadan helalinden servet edinmeye, kulluk vazifelerimizi aksatmamak şartıyla maddi anlamda da zengin olmak için çalışmaya karşı çıkmıyor. Zaten zenginlik, insanın talep ve çabasının “garanti” bir sonucu da değil. “Kazanılan”dan ziyade “verilen, bahşedilen” bir imkan. Kur’an-ı Kerim’de, “(Cenab-ı Hak) rızkı dilediğine genişletir, dilediği için de daraltır.” (Sebe, 36) buyuruluyor. Peki biz ne anlatmaya çalışıyoruz öyleyse?

Anlatmaya çalıştığımız, Karun’a yahut Karunlara imrenmekten, Karunlaşmaktan sakınmak gerektiğidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, Karun’un servet ve ihtişamından etkilenip “Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı” diyenler, “dünya hayatını arzulayanlar” ifadesiyle nitelenmiş; böyleleri ilim sahiplerinin ağzından kınanmıştır.

Kasas suresinin 76 ilâ 82. ayetleri arasında tanıtılan Karun, bizim irfanımızda sakınılması gereken bir zenginliğin, daha doğrusu bir zenginlik anlayışının simge şahsiyetidir. Karunlaşmaktan, Karun’a imrenmekten niçin sakınılmalıdır, Karun zenginliği hangi yanlış davranışlara yol açmaktadır, şimdi de ona bakalım.

Dünyalığı değil salih amelleri çoğaltmalı

Hz. Musa s.a. zamanında yaşayan Karun’un zenginliği, insanı gurura, kibire, gösterişe, taşkınlığa düşüren; konforun nefse hoş gelen rahatlığıyla ölümü ve ahireti unutturan bir zenginliktir. Karun, hazinelerinin anahtarlarını bile ancak kalabalık bir hizmetkâr topluluğunun taşıyabildiği bu büyük zenginliğin mâliki olduğunu zannetmiş, bunca serveti sadece kendi çabasıyla, aklıyla, kendi bilgi ve becerisiyle kazandığına inanmış, bu nedenle kendisi kadar varlıklı olmayanları akılsız, beceriksiz, iş bilmez kimseler gibi görüp onları aşağılamıştır. Cenab-ı Hakk’ın emaneti olan servet ve malı kendi mülkü sanınca, hem emanetin asıl sahibini hem de o emanetin nasıl kullanılacağına dair ilahî talimatı göz ardı ederek kavminin talebine rağmen infaktan kaçınmıştır. Kibir ve gururu sebebiyle Musa a.s.’ın tebliğini engellemekten, nifak çıkarmaktan vazgeçmeyince de ALLAH tarafından ibret-i alem için bütün serveti ile yerin dibine geçirilerek helâk edilmiştir sonunda.

Kur’an’da nakledilen Karun kıssasında, onun zenginlik ve ihtişamına imrenenlere, zenginlik yerine “iman ve salih ameli talep etmeleri” hususunda “ilim sahibi” müminlerin yaptıkları uyarı bizim için de geçerlidir. Bir kere daha vurgulayalım:

Sakındırıldığımız şey esas itibariyle zenginlik değil Karunlaşmaktır. Fakat işte Karunlaşmaya da maddi zenginlik sebep olmaktadır. Onun için ısrarla, tutkuyla zenginliği istemek yerine hayırlısını istemeli, dünyalığı değil salih amelleri çoğaltmanın çaresine bakmalıdır.

Zenginlik zillete mani değildir

Bu örnekler genelleştirilmemeli, müslüman, Karun gibi değil ama mesela sahabeden Abdurrahman b. Avf r.a. gibi zengin olmayı isteyebilir. Bunun ne sakıncası var, diye sormak mümkün. Bunun sakıncası, belki farkında değiliz, “Abdurrahman b. Avf gibi olmaya çalışmak” yerine “Abdurrahman b. Avf gibi zengin olmaya çalışmak”ta… Çünkü bu büyük sahabiyi değerli kılan, onu “aşere-i mübeşşere” yani cennetle müjdelenenler zümresine dahil eden zenginliği değil, imanı ve takvasıdır. Öyleyse o iman ve takvaya talip olmalı müslüman.

Eğer biz zenginliği kâfirler karşısında güçlü ve muktedir olmak, İslâm’ın izzetini korumak için istiyoruz deniyorsa, bunun da şartı yine zenginlik değil, iman ve salih ameldir. ALLAH Tealâ Nur suresinin 55. ayetinde, “iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacağını, korkularından kurtarıp emniyete ulaştıracağını” vaat etmektedir. ALLAH vaadinde sadıktır. İman ve salih amel çalışmayı, helalinden kazanmayı, infak etmeyi, dayanışmayı, dürüstlüğü, adaletle muameleyi, mümini kardeş bilmeyi, güzel ahlâkı gerektirdiğinden, böyle davranan toplumların güçsüz ve zelil düşmesi zaten sünnetullaha aykırıdır. Bugün gelecek korkusuyla, açgözlülükle, eğilip bükülmelerle yaşadığımız zillet, maddi olmaktan ziyade manevi bir yoksunluğun eseridir.

Talepte güzel davranmak


Hadis-i şeriflerde, zenginlik için olduğu kadar bir zaruret veya ihtiyaç halinden dolayı da Cenab-ı Hak’tan rızık istenirken yahut meşru bir dünyalık talebinde bulunurken “güzel davranılması” tavsiye buyurulmuştur. Hadis alimleri “dünyalık talebinde güzel davranma”yı mutedil olmak, hırs ve tamahla istememek, edebi ve ölçüleri muhafaza etmek, takdire itiraz anlamına gelebilecek bir ısrardan kaçınmak şeklinde anlamışlardır. Aksi bir tutum, yani dünyayı ve dünyalığı tek amaç haline getirerek maddi zenginlik tutkusuyla helali haramı, ölçüyü edebi gözetmemek, kişiyi bu dünyada da ahirette de hüsrana uğratacaktır.

Bu hususta Rasulullah s.a.v.’in şu hadis-i şerifi hepimizin kulağına küpe olmalıdır. Şöyle buyurmaktadır Efendimiz:

“Kimin emeli (sadece) dünya olursa, ALLAH onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen (miktar da) kaderine yazılandan fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, ALLAH onun (dağınık) işini lehinde toplar, zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri o kişiye koşarak (kendiliğinden) gelir.”
Hem dünyada hem ahirette bize faydası olmayan bir hırsla ömrümüzü zayi etmemek için zenginliği tutku haline getiren duygu ve düşüncelerden kurtulmak gerekiyor öyleyse.

Üstünlük servette mi takvada mı?

Tekâsür yani çoğaltma hırsına galiba biraz da bu duygu veya düşünceleri sorgulamadığımız için kapılıyoruz. Fakirlik korkusunun, gelecek endişesinin şeytandan olduğunu, bu korkudan biriktirerek değil infak ederek kurtulabileceğimizi unutmuşuz sanki. Gelecek endişesi taşımamayı, tûl-i emelden (uzun vadeli planlamalardan) kaçınmayı tembellik ve sorumsuzluk zannediyor; bunların her işte ölümü hesaba katma bilinci kazandırmak ve içinde bulunulan anı en iyi şekilde değerlendirmek, dolayısıyla sahici bir gayrete sevk etmek için tembihlendiğini bilmiyoruz.

Zenginlik bir itibar veya üstünlük sebebi de değildir. Üstünlük takva iledir. Böyledir ama insanların çoğu bunu bizim gibi anlamıyor, zenginliğe, servete, şöhrete itibar ediyor deyip yakınmaya da hakkımız yok. Çünkü böyle yanlış bir tutumu ne şikayet etmekle ne de itibar kazanmak için zengin olmaya çalışmakla düzeltemeyiz. Çözüm, fakire de zengin ve nüfuz sahibi kimselere de aynı saygıyı gösterip takva sahibi salih müminleri el üstünde tutarak topluma örnek olmakta.

Maddi zenginlik tutkusunu ateşleyen diğer etkenlerin, mesela güç, iktidar ve hakimiyet arzusunun müslümandan beklenen tevazu ile bağdaşmadığını, yahut bu hırs ve tutkunun yanlış tarafa bakmaktan, yani dünyalıkta bizden yukarda olanlara bakmaktan kaynaklandığını herhalde söylemeye gerek yok. Ama zenginlik tutkusuna “geçim sıkıntısı”nı gerekçe gösterenlere, tükettiklerimizden ne kadarı zaruridir, ne kadarı ihtiyaçtır, şöyle bir sorgulamalarını salık verelim.

Tükenmeyen hazine: kanaat

Buraya kadar anlattıklarımız zenginliğe veya zenginlere reddiye değil. Zenginliği sadece maddi servet ve konfor olarak anlamanın, günümüzde meziyet gibi görülmesine rağmen böyle bir zenginliğe heves etmenin, bunu dünya hayatının yegane gayesi haline getirmenin yanlışlığına dikkat çekmek istedik. Kaldı ki zenginlik tutkusu dediğimiz şey, belki zenginlerden çok tahammülsüz fakirlerin kalbini ve gözünü karartıyor.

“Gözümüzü zenginlik hırsı bürümesin” ikazından, dünyayı ihmal etmek, nasibimizi aramamak, çalışmamak, mal mülk sahibi olmaktan özellikle kaçınmak gibi anlamlar çıkarılmaması gerektiğini bir kere daha hatırlatalım. Dünya malı karşısında nasıl bir tavır alalım, neyi isteyelim öyleyse?

Büyükler dünyalık karşısında kanaatkâr olmayı öğütlemişlerdir. Kanaat, zenginlik veya fakirliğin alternatifi üçüncü bir hal değildir. Her iki durumda da lazım olan, her iki hali de tehlike olmaktan çıkaran ahlâkî bir tutumdur.

Ve yine büyükler ALLAH Tealâ’dan hayırlısını istemeyi, hayır istemeyi öğütlemişlerdir. Hayırlısı ilimdir, ahlâktır, imandır. Kişi kâmil bir mümin olduktan sonra zengin olmuş, fakir olmuş, önemli değildir artık. Öyleyse ALLAH’tan “gönül zenginliği” isteyelim. Gönül zenginliği imanladır. Bu dünyada kim kalbini Ganiyy-i Mutlak olan Cenab-ı Hakk’a tahsis etmiş bir müminden daha zengin, daha izzetli, daha mesut olabilir ki?

Zenginlik mi Üstün Fakirlik mi?

Pek çok İslâm alimi kitaplarında bir “fakr ve gınâ” (fakirlik ve zenginlik) bahsi açarak bu iki halden hangisinin daha üstün olduğunu sorgulamış, hatta bu konuda müstakil kitaplar yazanlar olmuştur.

Fakat bu husustaki görüşler bugün ya servet düşmanlığını yahut israf ölçüsündeki lüks ve konforu meşrulaştırmak amacıyla istismar edilmekte, bağlamından koparıldığı için, ulemanın muradı hilafına yanlış anlamalara, kafa karışıklığına sebep olmaktadır.

Oysa zenginlik ve fakirlik birer “imtihan hali”dir. Bu ikisi bizatihi ne bütünüyle hayırdır, ne de şerdir. Nitekim insanın ALLAH katındaki statüsünü o kişinin zenginliği veya fakirliği belirlemez. Üstünlük takva iledir. Zengin de takva sahibi bir mümin olabilir, fakir de… Yani bu iki halden biriyle imtihan edilen kulun tutumu önemlidir. Onun içindir ki zenginlik ve fakirlik karşılaştırmalarındaki “üstünlük” yahut “efdaliyet”i, “zengin mi daha üstün, fakir mi” gibi değil, “takvaya ulaşmada bunlardan hangisi kula daha fazla avantaj sağlar” şeklinde anlamak gerekir.

Böyle bakınca, insanların zenginlik veya fakirlik karşısındaki farklı tutumlarını esas aldıkları için, bu konuda doğal olarak farklı görüşler serdeden ulemanın bir ihtilaf içinde olmadığı, görüşlerini desteklemek üzere başvurdukları ayet ve hadislerin çelişmediği de anlaşılacaktır. Zaten dikkat edildiğinde görülecektir ki naslarda övülen veya yerilen zenginlik yahut fakirlik aynı hal değildir.

Tasavvuf ehli, zenginlikteki tehlikelerin çokluğu gerekçesiyle “fakr”ı tercih etmiş; yani kulun takvaya ulaşmasında fakr halinin daha münasip olduğunu söylemişlerdir. Ancak onların kastettiği fakr da bugünkü “fakirlik” anlayışından çok farklıdır.

Tasavvufta “Fakr ve Gınâ”

Tasavvufta fakirlik ve zenginlik (gınâ), ekonomik bir seviyeyi ifade etmek için kullanılmaz. Bunlar kalbin bir halidir. Kemal noktasında birleşir, aynı halin adı olurlar. Bazı tarikatlerde “derviş, sofi, mürid” anlamına kullanılan “fakir”, malı mülkü olmayan değil, mala mülke meyli olmayandır. Meyli olmadığı için genellikle malı mülkü yoktur. Zaten ihtiyaç sahibi değildir; dünyalık talebinde bulunmaz. Gözü gönlü toktur, zaruret halinde dahi insanlardan bir şey istemez, eline geçeni başkalarına dağıtır. Dünya nimeti adına kendisine bir şey gelse de şükreder, gelmese de…

Tasavvufta “istiğna makamı” denilen fakrın bu en üst mertebesi aynı zamanda zenginliğin de zirvesidir. Çünkü “kendisini ALLAH’tan başka hiçbir varlığa muhtaç görmemek, hiçbir dünyalık için ihtiyaç hissetmemek” anlamına gelen istiğna kelimesi, zenginlik anlamındaki “ğınâ”dan türemiştir.

Kalbine almadıktan sonra bir adamın dünya kadar malının olması, onun fakrına engel değildir. Yahut, yokluğundan dolayı kalbinde en küçük bir keder duymadıktan sonra bir adamın malının mülkünün olmaması da onun “gönül zenginliği”ne engel değildir.

Dünya yerine ahireti tercih etmek anlamındaki “zühd” kavramını da böyle anlamak gerekir. Zühd de fakr gibi dünyayı büsbütün terk etmek, başkalarına el açar hale gelmek, basit şeyler giyip perişan görünmek değildir. Zühd, her işte ahiret sevabını öncelemek, dünyalık bir şey kazanıldığında bundan sevinç duymamak, bir şey kaybedildiğinde de bundan dolayı mahzun olmamaktır. Kalbe alınmayan bir zenginlik fakra engel olmadığı gibi zühde de engel değildir.

İhtiyaç ve Lüks

Fransızcadan dilimize geçen “lüks” kelimesi ile ihtiyaç olmadığı halde gösteriş için yapılan harcama kalemleri kastediliyor. Kelime tam olarak bunu karşılıyor mu karşılamıyor mu ayrı bir mesele. Biz lüksten, “infak edilmesi gerekirken nefsin hevası uğruna israf edilen”i anladığımızı söyleyip, lüks ile ihtiyacı nasıl ayıracağımıza bakalım. Çünkü israf ve sefahate itiraz ettiğinizde muhatabınız çoğu zaman bunun ihtiyaç olduğunu ileri sürebiliyor. Elbette şartlara göre birisi için lüks sayılan bir başkası için ihtiyaç kabul edilebilir. Yine de israfa düşmemek için bir ölçü belirlemeye çalışalım.

Bir şey meşru işlerin görülmesinde kolaylaştırmak, zaman kazandırmak gibi bir katkı sağlıyorsa ihtiyaçtır. Bu durumda o şeyin markası, fiyatı, görüntüsü değil, işe yarar olması önemlidir.

Ancak meşru bir işe yarama bakımından daha ucuzuna / basitine nispetle hiçbir katkısı olmayan, kullanmaktan ziyade gösteriş için, herkesten farklı veya üstün görünmek için, yüksek bir sınıfa mensubiyet çabası için temin edilen her şey lükstür. Bir şeyin işe yarayıp yaramadığını anlamaya çalışırken, o işin “meşru” olup olmadığı öncelikle sorgulanmalıdır.