๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Asrı Saadette İslam => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 29 Eylül 2010, 14:57:50



Konu Başlığı: Asrı saadette halk inançları
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 29 Eylül 2010, 14:57:50
ASR-I SAADET'TE HALK İNANÇLARI

Dr. Ali Çelik
 

Ali Çelik 1957 Yılında Kütahya'da doğdu. Kütahya I.H.L.ni bitirdikten sonra 1979 yılında İzmir Yüksek îslâm Enstitüsünden mezun oldu. 1987 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezini bitirdi. 1987'de "Hadis'lerde Fitne Kavramı" konulu yük­sek lisans çalışmasını, 1994'te de "Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Bölgesinde Halk İnançları" konu­lu doktora tezini hazırladı. Diyanet İşleri Başkan­lığı teşkilatında değişik görevlerde bulundu. Ha­len Manisa'nın Salihli ilçesinde müftülük görevini yürütmektedir. [1]

 

Birinci Bölüm


DİNÎ HAYATLA İLGİLİ HALK İNANÇLARI
 

A) Tanrı Înancı
 

Milâdî VII. asrın başlarında Hicaz bölgesi sakinlerinin dînî hayatları ve bununla ilgili inançları son derece karmaşıktır. Bu­nunla birlikte, inançlarındaki belli özellikler nedeniyle, birbirle­rinden ayrılabilen kimseler ve grublar bulunmaktaydı: Sözgelimi Allah'a inanan, öldükten sonra dirilmeyi kabuî eden, Allah'ın emirlerine uyanları mükafatlandıracağı, karşı gelenleri cezalan­dıracağı inanana sahip olan "Muvahhidler" olduğu gibi, her şeyin tabiattan olduğunu inanan "Dehrîler", Allah'a inanmakla birlikte aracı olarak putlara inanan "putperestler", Zerdüştlüğe, Hıristi­yanlığa ve Yahudiliğe meyledenler bulunmaktaydı.[2]

Konu incelendiği zaman, dînî hayatın mihverini teşkil eden "Tanrı" inancının bazen, Tek Tanrıcı (:Monoteist) Özellikler gös­terdiği -bir takım sapmalar olmasına rağmen- bazen de çok Tanrı­cı (:Politeist) Özellikler gösterdiği, her iki düşüncenin de çok belir­gin izlerinin bulunduğu göze çarpmaktadır. Bunları ana hatlarıy­la görmeye çalışalım. Çünkü Dînî hayatla ilgili Halk inançlarının hemen çoğu, dînî inançlardaki sapmalardan doğmuştur. Bu açı­dan konumuz yakından ilgilidir. [3]

 

1. Hanifler
 

Câhiliye Araplarmdan bir kısmı Hz. ibrahim dinine bağlı kalmışlardı[4] Allah'a inanan, ölmüş hayvan eti, kan, dikili taşla­ra kesilmiş kurban eti yemeyen, şarap içmeyen, kız çocuklarını di­ri diri toprağa gömmeyen [5]ve "Hanifler olarak bilinen bu muvahhid insanlar, Hicaz bölgesinde, içinde yaşadıkları toplumun gidi­şatını ve inançlarını beğenmiyerek, onlardan uzak duruyorlar, zaman zaman da onları eleştiriyorlardı. Bunlar Hz. ibrahim dînînin gelenekleri olması muhtemel bir takım âdetleri yaşat­makla tanınmış kimselerdi.[6]

Bunlar bir grub veya cemaat oluşturmuş değillerdi. Fakat putlara tapmayan, haksızlıklara rıza gosteımeyen faziletli insan­lardı. Câhiliye devrinin büyük şairlerinden Züheyr bin Ebi Sulma el-Müzenî (Ö.609 m.) 'nin şu iki beyiti incelediği zaman, kendisin­deki Tanrı inancının tam bir Hanif inancı olduğu anlaşılır:

'İçinizdeki şeyleri gizlemeye çalışmayın. Ne kadar gizlense Allah onları bilir, (yaptığınız şeylerin cezası) Ertelenir, bir kitaba konur, ya da hesap günü için saklanır veya hesabı çabuk görülür, intikam alınır."[7]

Câhiliye dönemi muvahhidleri arasında en çok bilinenleri, Varaka bin Nevfel, Ubeydullah bin Cahş, Osman bin Huveyris, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Kus bin Saide gibi kimselerdi. Allah'ın varlığına inanan ve onun varlığını itiraf eden bu kimseler, Hz. ib­rahim ve Hz. ismail'in şeriatı üzerine Kabe'yi tavaf eden hac ve Umre yapan, Arafatta vakfeye duran, telbiyede bulunan kimse­lerdi. [8] Bunlardan bazıları, halkın durumunu zaman zaman eleş­tirirlerdi, îbn ishak (Ö.151/768) onlardan bir grubun düşünceleri­ni şöyle nakleder:

"Kureşli bir kaç kişi, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Vakara bin Nevfel, Osman bin Huveyris, Ubeydullah bin Cahş, bir bayramda Kureyşliler, putların yanında kurban keserlerken onları izliyorlardı. Bir ara bu bir kaç kişi, başbaşa verip birbirlerine: "Birbirini­ze dost olun, kavmimiz hiç doğru yolda değildir, ibrahim dînînden ayrıldılar. Ona muhalefet ettiler. Ne zarar ne de fayda vermeyen hiç bir puta tapılmaz. Kendinize yeni bir din arayın," dedi. Bunun üzerine yeni bir din aramak için yola çıktılar. Bunlar yeni bir din­den ziyade, Ehl-i Kitap içinde Hz. İbrahim dînîni, Hanifliği bul­mak için yollara düşmüşlerdi.[9]

Anlaşılan şu ki, Câhiliye döneminde Hz. ibrahim'in dînîne sa­hip çıkmayı gaye edinmiş kimseler, o dînin bütün esaslarını bili­yor ve yaşıyor değillerdi. Belki inanç ve ibadetleri, bölgedeki diğer itikâdî ve amelî düşüncelerin, hatta Hıristiyanlık ve Yahudiliğin etkisinde kalmıştı. Ama bilinen şu ki, atalarının dîni demek olan Haniflik, onlar için esastı. Onlar inanç yönünden Muvahhid in­sanlardı ve bunu korumak gayreti içindeydiler. [10]

 

2. Ehli Kitap (:Yahudiler Ve Hıristiyanlar)
 

Islâmm ortaya çıktığı dönemde Arap yarımadasının dört kö­şesinde Yahudileri görmekteyiz. Yahudilerin Hicaz'a ne zaman ve nereden geldikleri hakkında değişik görüşler ileri sürülmektedir. En kuvvetli görüş :Milâdî birinci asırda Romanın Suriye ve Mısır hakimiyetinin ardından, birinci ve ikinci asırlarda Şam'dan ayrıl­maya başladıkları yolundadır. Roma'nın Yahudilere ve Sami dev­letine yaptığı baskı, Yahudileri Roma'nın hakimiyetinden uzak Arap yarımadasına göçe zorladı.

Yahudilerin Hicaz'a göçleri, imparator Teytus'a karşı (M.S.70) yılında yaptıkları direnişin zayıflamasından sonra art­maya başladı. (M.S. 132-135) yılları arasında, imparator Hader-yan'a karşı giriştikleri devrimde de başarılı olamayınca, kaçanlar Yesrib'e kadar geldiler.[11]

Yahudiler, Mekke'de yerleşik olarak hemen hemen yoktu de­nilebilir. Ancak Hicaz bölgesinin değişik yerlerinde her yıl düzen­lenen fuarlarda, bilhassa Ukaz'da, sadece ticarî malları satarken değil, aynı zamanda kendilerini, saklanmış veya kaybolmuş şey­lerin nerede olduklarını bilen, yahut istikbali okuyan Kâhinler olarak takdim eden ve bundan da pek güzel para kazanan insanlar olarak görmekteyiz.[12]

Bunlar "Ehli kitap" bir ulus olarak, okuma yazmadan nasibi­ni almamış, gönlü saf bedeviler üzerinde özel bir nüfuz ve itibar kazanmış durumdaydılar.[13]

Yahudiler esas itibariyle Muvahhid olmalarına rağmen, Al­lah inancı konusundaki yanlış düşüncelerinden dolayı sapıtmış­lar ve Tevhid'i zedelemişlerdir. Bu husus Kur'an-ı Kerimde çok açık olarak ifade edilmiştir: Allah'a çocuk isnad ediyorlar, "Uzeyr Allah'ın oğlu" diyorlardı.[14] Allah'a fakirlik isnad ediyorlar, "Al­lah'ın eli bağlıdır" diyorlardı.[15]

Allah'ı cimrilikle vasfediyorladı. Haham, Rahip gibi din adamlarını, Allah'tan başka Rabler edinmişler [16], Kutsal kitapla­rı, Tevrat hükümleriyle amel etmeyi bırakarak, peygamberleri öl­dürmeye kalkmışlardı,[17] Kur'an'ın ifadesiyle: "Allah'ın gazabına uğramış"[18] bir millet olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Cebrail (a.s)'ı sevmeyen,[19] kendilerine, ahirette çok az azab dokunacağını iddia eden[20] Yahudiler, bu, benzeri inançlarıyla tamamen Tevhid inancından uzaklaşmışlardı.

Yahudilerden başka Hıristiyanların varlığım da Hicaz bölge­sinde görmekteyiz. Bunların yurdu. Necran idi. Mekke'de pek na­dir bulunuyorlardı. Ibn Hişam (Ö.218/833)'ın rivayetine göre,[21] Faymiyun (Euphemion) adında dindar bir hıristiyan seyyah tara­fından Necran'a, oradan da Yemen'e götürülen hıristiyanlık,[22] bölgede yayılmıştır.

Yahudilerde olduğu gibi hıristiyanlar da Tevhid inanandan uzaklaşmışlar, bir takım batıl inançlara sapmışlardı. [23] Hıristi­yanlar arasında "Hz. Isa Allah'tır" diyenler olduğu gibi, "[24]

 

3. Müşrikler
 

Müşrikler bir taraftan Allah'a inandıklarını iddia eden, bir taraftanda çeşitli varlıkları veya elleriyle yapageldikleri şeyleri Allah'a ortak koşan kimselerdi. Bu ortak koştukları şeyleri, Allah ile kendileri arasında aracı kabul ediyorlardı. Böylece Allah'a şirk koşuyorlar ve bu şirk koşmalarına da güya meşrûiyyet kazandırı­yorlardı. Hicaz bölgesinde halkın büyük çoğunluğu, müşrikti. "Hz. ibrahim ve ismail'in oğullarıyız" demelerine rağmen, onların getirdiği Tevhid akidesini bırakmışlar, Haniflikten ayrılmışlardı, inançlarında Tevhid düşüncesinin belli izleri görülmesine karşı, başka ilahlar, ara Tanrı ve Tanrıçaları kabul etme düşüncesi ağır basıyordu. Akla gelebilecek hemen her şeyi Allaha ortak koşarlar­dı. Kaynaklardan geçen şu olay dikkat çekicidir:

Hz. Peygamber, Husayn'a: "-Kaç ilaha tapıyorsun?" dedi. -Altısı yerde biri gökte, diye cevap verdi. Rasulüllah: "isteyerek ve korkarak ibadet ettiğin hangisidir?" dedi. "Gökte olan" karşılığını verdi. Rasulüllah: "Sana bazı sözler öğretsem müslüman olmaz mısın?" dedi. Adam, müslüman oldu. Rasulüllah da ona şöyle de­mesine tavsiye etti: "Allahım bana hidayetimi ilham et, beni nefsi­min şerrinden koru,"[25]

Müşriklerin gelenek olarak devam ettirdikleri hac ibadet: (tahrif olmuş şekliyle) esnasında söyledikleri şu dua da onların şirke nasıl bulanduklarmı açıkça göstermektedir: "Ya Rabbü... se­nin emrine her zaman itaat ederim. Senin hiç bir şerikin yoktur, bir şerikin vardır ki o ve onun malik oldukları da senindir."[26]

Şirk düşüncesi, Câhiliye Araplannda, onların çok sayıda pu; edinmelerine sebeb olmuştur. Müşrik Araplarının bu karışık inançlarını şöyle sınıflandırabilirz: [27]

 

A. Gök Cisimlerini Ortak Koşanlar
 

Araplar içinde güneşe tapan, onu ta'zim eden ve ona ilahe di­yen bir kısım insanlar vardı. Meselâ bunlara örnek olarak el-A'şa'nın şu mirasını gösterebiliriz:

"Ona yakın bir şekilde ilahenin (güneşi kasdederek) önünde eğildiğimde duyduğum korku gibi bir korku duymadım."[28]

Bir kısım Araplar da şöyle diyorlardı: Güneş, bir melektir Onun nefsi ve aklı vardır. Bütün yıldızlar ve ayın nurunun aslı gü­neştir. Dünyaya ait bütün varlıkların hepsi güneşten olmuştur Güneş, felek meleğinin yanındadır. Öyleyse ibadet edilmeye, sec­de edilmeye ve dua edilmeye layık odur.[29]

Güneşe karşı üç vakitte ibadet ediyorlardı. Bu vakitler: Güne­şin doğduğu, istiva (tepe noktasına geldiği) ve güneşin battığı va­kitlerdi.[30] Bu üç vakitte ibâdet etmek, işte bu sebepten yasaklan­mıştır. Çünkü onlara benzeme sözkonusudur.

Bazı araştırmacılara göre Araplar, Allah'a ibadet ediyorlardı fakat, yıldızlara da, Allah'ın en büyük yaratıkları düşüncesiyle saygı duymadan da edemiyorlardı. Zamanla yıldızlara bu şekilce saygı göstermeleri, şekil değiştirip özel bir ibadet şeklini aldı.[31] Yıldızlara ibadetin temelindeki inanç böyle idi.

Güneşin ilah olarak kabul edilmesi konusunda beslenen duy­gu ve düşünceler, aynen ay hakkında da kabul ediliyor, ayın bir melek olduğu, dünyaya ait işlerin idaresinin ona ait olduğu, bütün bu ve benzeri sebeblerden dolayı, ayın ibadete layık olduğu ileri sürülüyor, bunun için onun adına putlar yapılıp, secdeler ediliyor­du. Aya karşı durarak dileklerde bulunuluyordu.[32] Burada ülkemizde Erzurum-şenkaya ve îspir ilçelerinde yaygın olan bir inana hatırlatmak istiyoruz. Gelişmemiş cılız ve hastalıklı çocuklar, anaları tarafından Aya gösterilerek "Ya Al Ya Ver" diye yakarı-hr. Bunun sonunda çocuğun ya iyileşeceğine veya öleceğine inanı­lır.[33]

Burada, Câhiliye Araplarmdan diş değiştiren çocukların çı­kan dişlerini ellerine alıp güneşe doğru atarak "bunu daha güzeli ile değiştir" demelerini [34]hatırlatarak bu düşüncenin altında gök cisimlerine karşı duyulan saygı ve perestişin yattığı sonucunun çıkarılabileceğini ifade etmek istiyoruz.

Gök cisimlerine karşı perestiş ve onlara ortak koşma inancı, sadece Câhiliye Araplarma has değildir. Eski toplumlardan pek çoğu, mesela güneşe ibadet edip secde etmişlerdir. Bize bunlardan birini, Kur'an-ı Kerim nakletmektedir: Sabâ melikesi ile ilgili kıs­sada "hüdhüd'un haberi şöyle anlatılıyor:

"Çok geçmeden (hüdhüd) geldi: "Ben, dedi, senin görmediğin bir şey gördüm. Ve Sabâ1 dan sana gerçek bir haber getirdim. Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum. Kendisine (Kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve büyük bir tahtı var. Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm...."[35]

Hicaz bölgesinde, bir de kabilelerin değişik yıldızları kutsal gördükleri, onlara karşı tazimde bulundukları bilinmektedir. Bunların inançları arasında, kutsal saydıkları her bir yıldızın ay­rı bir görevinin olduğu düşüncesi hakimdi. Kimi yağmur yağdı­rır,[36] kimi bereket verirdi. Bu yıldızlar arasında en meşhurları: Müşteri yıldızı, Süreyya yıldızı,[37] Şi'ra yıldızı.[38] Zühal, Merih, Zühre ve Utarid yıldızları gelmekte idi.[39]

Kur'ân-ı Kerim1 de güneşe, aya ve yıldıza yemin edilmesi[40] ko­nunun müşrik Araplar katında bilindiğini açıkça göstermektedir. Ancak burada hemen şunu belirtelim: Bu tür yeminler, o gök ci­simlerinin Allah'ın yüce kudretine işaret olduğunu göstermek için olabileceği gibi, bununla birlikte "sizin bile zaman zaman kutsadı-ğınız şu güneş, ay ve yıldızları yaratan da Allah'tır" anlamında olabileceğini de düşünüyoruz. Nitekim bu görüşümüzü Necm su­resi 49. ayet te'kid etmektedir: "Doğrusu Şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur." Şi'ra yıldızı ise, Huzaa kabilesinin taptığı bir yıldız idi. Eyüp Sabri Paşa, Huzaalılarm Kusay'dan önce Mekke ve Kabe başkanlığında 300 yıl kaldıklarını ve Şa'ray-ı Yemânî denilen Yıl­dıza taptıklarını kaydediyor. (Mir'at-ı Haremeyn,I,299).

Onlara göre yıldızlar dünya alemiyle ilgili idiler. Bu yüzden hemen her konuda yıldızların etkisine inanırlardı. Bir yıldızın kayması veya düşmesi, o beldede bir büyüğün ölmesine yahut bir büyüğün doğmasına veyahut da büyük bir felâketin geleceğine işaret sayılırdı.[41] Hatta bu düşünce tarzı, onların darb-ı meselleri arasına dahi girmişti. Mesela şöyle derler: Ülkeler yıldızı akşam doğarsa çoban örtü ister. Yani hava soğuk olur.[42]

Ortak koşmak hangi türden ve hangi nesnelerle olursa olsun mutlak olarak yasaklanmıştır.[43] Şirkin temelinde: Heva ve heve­sine, nefsinin tutkularına kul olan insanların Tevhid inancına baş kaldırışı yatmaktadır. Bütün müşrikler, arzularının, heva ve heveslerinin peşinde zulüm, taşkınlık ve fesad içindedirler. [44] Gü­neşin de ayın da yıldızın da Allah'ın yarattıkları olduğu bir çok ayette ifade edilmiştir.[45] Hz. Peygamber bir hadislerinde şöyle der: "Ben, insanlar (Allah'tan başka ilah yoktur) deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Her kim (Allah'tan başka ilah yoktur) derse, îslâm hakkı müstesna, benden malını canını koru­muştur. Hesabı da Allah'a aittir. "[46] Bu hadiste de görüldüğü gibi temel ilke, Tevhid inancıdır, şirk reddolunmuştur. [47]

 

B. Melek-Cin-Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Ortak Koşanlar:
 

İslâmın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibadet edi­yorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına ina­nıyorlardı. Eğer onlara ibadet eder, hürmette kusur etmezlerse onların, Allah katında kendilerine şefaat edeceklerim düşünüyor­lardı. "Câhiliye Araplanna göre melek, bir parça Tanrı niteliğin­de, yahut Çin'in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya layık, fakat gözle görülmez bir varlık idi. Fakat tabiat üstü varlıklar hiyarar-şisinde, meleğin yeri belirlenmişti. O da: "Bazen melek, Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da araa idi. Çok kere de kendisi tapınma objesi olarak kabul edilirdi". [48]

Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller yapmışlardı.[49] Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki bi­rer sembolleriydiler. "Biz onların suretlerini yapıp, onlara dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Allah'ın katında bize şefaat­çi olurlar" diyorlardı.[50] Halbuki bu düşüncelerinde dalelet için­deydiler. Kur'an-ı Kerim'de bu husus dile getirilerek reddedilmiş­tir: "Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin diye emretmez.[51]

Câhiliye Arapları, Cinleri de ulûhiyet derecesine çıkarıyorlar, onları ilah ediniyorlardı. Kur'an-ı Kerim, onların Cinler hakkın­daki inançlarını şöyle dile getirir: "Allah ile Cinler arasında soy bağı icad ettiler." [52]"Cinleri Allah'a ortak koştular, bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Haşa O, onların ileri sürdü­ğü vasıflardan uzak ve yücedir."[53]

Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar vermeye kadir ol­dukları, hastalıklarının çoğunun onlardan geldiği, tedavilerinin de ancak Cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da Câhiliye halkı arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman, evvela cinler için kurban keserdi. Bunu aldığı evde mutlu olmak, sattığı maldan da hayrın azalmaması için ya­pardı. [54]Cinlere tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.

Şeytana tapma, onu Allah'a ortak koşma konusundaki inanç­ları da, Cinler hakkındaki inançlarından farksızdı. Şeytanlarda cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri şeylerin içinde ikamet ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı gaybi bilgile­ri onlara haber verirler, bir takım gizli konularda kendilerine yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibadet edilmeye saygı duyulmaya la­yık varlıklar olarak görünüyorlardı.[55]

Melek- Cin- Şeytan ve rûhânî varlıkları Tanrılaştırma inana, aslında içinde bulundukları ortamın, kendileri üzerinde meydana getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif dîninin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bıraktıkları kültürel mirasın izlerim, başka başka varlıklar üzerinde görme ve böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen kor­ku ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Pek tabiidir ki, bu tür inançlar, beraberinde kehânet ve arâfet gibi düşüncele­rin doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler, yegane sığınak kabul edilmiştir.[56]

Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur'an ve Sünnet tarafından reddedilmiş inançlardır. Şirk koşma en büyük günah sayılmıştır.[57]

 

C. Tabiat Varlıklarını Ortak Koşanlar:
 

Bir kısım Araplar da, kendilerinden çok uzaklarda kabul et­tikleri Allah'tan, ilâhî bir gücün yer yüzünde bulunan taş, kaya, ateş, ağaç, tepe gibi bir takım tabiat varlıklarına indiğine, onların içinde oturduğuna, onlara kudsiyet verdiğine, dolayısıyla onlara kutsal tanımak ve tazimde bulunmak suretiyle, uzaklarda kabul ettikleri Allah'a ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Bu varlıklar, ta­biatta bulunan taş-ağaç cinsinden varlıklar olabileceği gibi, bazen de Kabe taşları, Harem bölgesi taşları gibi, eskiden beri kutsal bil­dikleri yerlere ait şeylerde olabiliyordu. Ayrıca kendilerinin hayal edip şekil verdikleri cisimler de bunlar arasında idi. bunlardan en çok bilinenler arasında, şunları sayabiliriz: "Uzza", Mekke şehri yakınlarında bulunan ve üç ağaçtan ibaret olan ve kendisinde ilâhî bir gücün olduğuna inanılan bir tağut (kapıcısı ve bakıcısı olan tapınak) idi. Mekke'nin koruyucu ilahesi olarak biliniyor­du.[58] "Lat", dört köşe bir kaya şeklindeydi.[59] Yörede bulunan "Es'af, Naile, Hübel ve Vedd" putları birer insan şeklinde idi.[60] Bunların dışında başka şekillerde olanlarda vardı. Kur'an-ı Kerim'de bunlar, yapılış özellikleri itibariyle, değişik isimlerde anılmışlardır: "Evsân",[61] "Esnam"[62], "Temâsir[63], "Nusb"[64] gibi. Bu ifadelerin her biri, Câhiliye Araplarmca edinilen putların şekillerini ve özelliklerini anlatmaktadır. Melek-Cin ve Şeytan gi­bi rûhânî varlıkları, Güneş, Ay ve Yıldızlar gibi gök cisimlerini, Al­lah'a ortak koşmayı reddeden Kur'an ve Sünnet çeşitli şekillerde ortaya çıkan tabiat varlıklarını put edinmeyi de yasaklamıştır. Hz. peygamber Mekke'nin fethini müteakip putların, tağutların (puthane-tapmak) yıkılması için seriyyeler (küçük birlikler) gön­dermiş, onları yoketmiştir. Mesela, Halid bin Velid, Uzza'yı; Said bin Ubeyd el-Eşheli, Menafi; Amr bin el-As da Suva'yı yıkmaya gönderilmişti.[65]

 

4. İnkarcılar:
 

Kur'an ayetlerini incelediğimiz zaman, Câhiliye Arapları arasında bir de Allah ve ahiret gününü tamamen inkar eden, her şeyin, şu görünen âlemden ibaret olduğuna inanan, inkarcıların bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, onların şu sözünü nakleder: "Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdadir, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız. Bizi dehr'den başkası helak etmez." [66]

Akısı (Ö.1924) "Buluğul-Erab fi Marifeti Ahvali'1-Arab" isimli eserinde bunlara "Dehriyyûn" der ve inanç özelliklerini şöyle açık­lar:

"Onlar, mahlukatm yaratıcısını inkar eden kimselerdir. Âlem, ezelîdir, ebedîdir, değişmez, izmihlale uğramaz..."[67]  Allah'ı inkar ederek:"Tabiat yaratıcı, dehr Öldürücüdür", derler [68]Bunla­rının inançlarının en bariz vasfı, zamanın başlangıcının olmadığı (ezeli olduğu) düşüncesidir. Ehemmiyetle üzerinde durdukları bu nokta, diğer bütün inançlarının temelini teşkil eder.[69]

Bazı müfessirler, bunların, "Tenasüh" akidesine inanan kim­seler olduklarını ileri sürerek, her 30.000 yılda her şeyin tekrar aslına dönerek devam ettiğine inandıklarını belirtirler.[70]

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Hicaz bölge­si sakinleri, Allah'a iman konusunda, sapıklığa düşmüşlerdi. Mesela, Yahudiler, Tevhid akidesinin aslını muhafaza etseler de, "Teşbih" inancı bunlara hakim olmuş, Allah'ın sıfatlan konusun­da, müteşâbih nassları ve tenzih inancının arasım uzlaştıramamışlardır. Bundan Ötürü Yahudiler, Allah'ı "yorulan ve yaptıkla­rına pişman olan" bir insan gibi tasarlamışlardır.[71] Hıristiyanlar ise, putperest inançları diriltmişler, Hz. îsa (a.s)'ı Rab ve ilah ilan etmişlerdir. Hıristiyanlık, teslisi temel inançlardan kabul etmesi sonucu, tamamen şirke dalmıştır. Hicaz halkı arasında, Ehl-i Ki-tab'ın dışında Hanif lerde Allah inancı, îslâmdaki Allah inancı ile paralellik göstermekteydi. Müşrik Araplarda ise, belli belirsiz bir Allah fikri vardı, ancak, bir taraftan Allah inananı kabul ederler­ken diğer taraftan O'na bir çok ortaklar koşmak suretiyle, Allah'ın yüceliğine gölge düşürüyorlar ve Tevhidi zedeliyorlardı. Ortak koştukları putlar vasıtasıyla, güya uzakta olduğuna inandıkları Allah'a yaklaşmak istiyorlardı.[72]

 

B- Melek-Cin Ve Şeytan İnancı:
 

1. Câhiliyede Melek İnancı:
 

Bu konuya daha önce temas etmiştik. Ancak orada Câhiliye Araplarının melek- cin, Şeytan ve ruhani varlıkları Allah'a napıl ortak koştuklarını ele almıştık. Burada ise, mutlak olarak Melck-Cin ve Şeytan hakkında sahip oldukları inançları tesbit etmeye çalışacağız.

islâm'dan önce câhiliye Arapları arasında, Melek-Cin ve Şey­tan gibi rûhânî varlıkların mevcudiyeti biliniyor ve onlar hakkın­da belli bir takım inançlar besleniyordu.[73] Bu inançlarında, Tanrı inancında olduğu gibi, Islâmî inançlarla paralellik gösteren yan­larının olması yanısıra uygun olmayan yönleri de vardı. Mesela, günahları ve sevapları yazan "Kirâmen Kâtibin"[74] melekleri hak­kındaki inançları, islâm'ın bu konudaki inanç esasına uygundu. Câhiliye şairlerinden el-Aşa'mn bir şiirinde bunu çok net olarak göstermekteyiz:

"Senin nimetini inkar ettiğimi sanma, şahidim üzre ey Al­lah'ın şahidi, şahid ol." Yani dilim üzre ey Allah'ın meleği, dedik­lerime şahid ol, demektir.[75]

Varaka bin Nevfel'in, Hz. Peygambere gelen Cebrail (a.s)ı Nâmûsu Ekber" diye tanıması[76] Câhiliye insanının melekler hakkında islâm'ın anladığı mânâda olmasa da bir melek inancına sahip olduklarını göstermektedir. Bölgede melekler hakkındaki umûmî kanaat, onların "Allah'ın kızları" olduğu şeklindedir.[77] Onlara göre melekler, Allah katında, kendilerine şefaat edecek şanslı varlıklardır. Bir kısım halk bu konuda da ileri giderek, me­leklere ulûhiyet isnad etmişler, onlar adına yeryüzünde timsaller ve heykeller yaparak tapmaya başlamışlardır.[78] Bunlar, özellikle Kinâne, Huzaa ve Cüheyna kabilelerine mensup kimselerdir. Bu konuda Kuran bize, şu bilgileri verir:

"Rabbiniz oğulları size has kıldı da kendisi meleklerden kızlar edindi öyle mi? Siz gerçekten çok ağır bir söz söylemektesiniz. (Isra,40) "Böyle iken, Rahman çocuk edindi dediler. O bundan mü­nezzehtir. Hayır, onların, Allah'ın kızları dedikleri melekler, ikra­ma mazhar kullarıdır." (Enbiya, 26, Zuhruf,16-17)

"Onlar Allah'a bırakıpda- dişilere taparlar. Böyle yapmakla Allah'ı bırakıp sadece kenâînde hiç bir hayır bulunmayan Şeytan'a tapmış olurlar." (Nisajll7)

Müşrikler, Allah'ın âlemin asıllarının her birini bir meleğe havale ettiğine, âlemin kısımlarından her birinin özüyle semavî bir ruha havale edildiğine inanıyorlardı. Onlara göre, her hadise­yi düzenleyen bir melek vardı. îşte bu inançlarından dolayı melek­leri temsil eden putlar edindiler. [79]

 

2. Hadislerde Melek İnancı:
 

Evvela Kur'an-ı Kerim'in, yukarıda belirttiğimiz şekliyle me­lekler hakkında sahip olunan inancı reddetmiş olduğunu belirt­meliyiz.[80] Gerek Kur'an'da gerekse hadislerde melekler, Allah'ın kızları olması inancının, Allah'ın analık babalık gibi beşerî sıfat­lardan uzak ve münezzeh olduğunu belirterek reddetmekte, O'na kul olan varhklar olarak anlatılmakta[81] ve öyle inanılması gerek­tiği emredilmektedir.[82]

 

3.CahiIiyede Cin Ve Şeytan İnancı:
 

Câhiliye Araplarınm Cinler hakkındaki inançları ise, melek­ler hakkında sahip oldukları inançların zıddı idi. "Tabiat hayatı­nın, insanların hükmü altına girmemiş ve düşman kalmış tarafını (Cinler ve Şeytanlar) temsil ediyorlardı. Hz.Peygamber'in bi'seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı müşahhas ilahlar arasına gir­mekte idi."[83] Mekke Arapları, Cinler ile Allah arasında neseb ka-rabati bulunduğunu söylüyorlar[84] ve onları Allah'ın şerikleri mer­tebesine çıkarıyorlardı.[85] Cinlere adaklar adayıp kurbanlar kesiyorlar[86] ve onlardan yardım talep ediyorlardı.[87]

Câhiliye Araplarınm bu konudaki inançları incelendiği zaman, onların cinleri, muhtelif suretlere girilebilen varlıklar ola­rak telakki ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, "Gûl", onlar için bir çeşit cindir. "Suûlat", cindir. Bazı yılanlar (Engerek yılanı) ve ev yılanları, cindir. Siyah köpek, Şeytandır (cin nevin­den). Hırçın deve (hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak olarak zararı dokunan, korkunç yaratıklardır. "Esas itibariyle Tanrılar dost, cinler düşmandırlar." [88]Bu sebep­ten, kötülüklerin, hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve kâhinlerin de bilgi kaynağıdır."[89] Bir kimsenin şair olabilmesi için görünmiyen dünya hakkında ilk elden bilgi sa­hibi olması gerekir. Bu bilgi de kendi şahsi görüşü ile değil, cin de­nilen - onlara göre üstün varlıkla derûni münasebetler kurmak suretiyle elde edilir."[90]

Cinler ve Şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhi­liye Arapları, bunları hep aynı cinsten sayıyorlardı. Iblis-Şeytan ve Cin kavramları, onların zihninde daha çok, kötülük, düşman­lık, korku ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve endişe, onları, bu tür varlıkların zararından korumak için çeşitli sebeple­re başvurmaya, sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların tasvirlerini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve kurbanlar kesmeler sayılabilir.88 Câhiliye Arapları-nın, Cinler-Şeytanlar hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır. Şeytan çarpmak, cin çıkarmak gibi deyimler buna işaret etmektedir. Cini erin-Şeytanların vereceği zarardan korun­mak için başvurdukları sebeplerden onların tasvirlerini-timsalle­rini yapmak ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak ko­nusu hariç, büyü yapmak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarele­re -onlara göre- başvurmak hemen hemen aynıdır. [91]

 

4-Hadislerde Cin Ve Şeytan İnancı:
 

Kur'an ve Sünnette, Cin ve Şeytandan bahsedilmektedir. Kur'an'da Cin kavramı, başlı başına bir sureye isim olarak veril­miş ve orada Cinler konu edilmiş olduğu gibi, ayrıca değişik yer­lerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur'an'da [92]yerde geçmektedir.[93] Hz.Peygamber'in hadislerinde ise, her iki kelime olarak çok yerde konu edilmiştir.[94] Yani Kuran ve Sünnet Cin ve Şeytanın varlığını ka­bul etmektedir. Hatta onların yaratılış özelliklerinden bahseder: Bu Kur'an'da şöyle geçer: " Cinleri dumansız ateşten yarattık"[95] Falıruddin Râzi, "Mükellef varlıklar dört gruptur: Melekler, in­sanlar, Cinler ve Şeytanlar" şeklinde açıklamada bulunduktan sonra, başka bir rivayeti de naklederek: "Cinlerin iyi ve kötü olan­ları vardır. Şeytanlar, Cinlerin kötü olanlarına verilen isimdir" der.[96] Kuran ve hadislerde, Şeytan, kötülük timsali olarak ele alı­nır.[97] Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanların­dan, Kur'an dinleyenlerinden söz edilmektedir.[98] Fakat bununla birlikte, Cinlerin, Câhiliye Araplannm korku ve dehşet saçan var­lıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım ha­dislerde çok açık olarak görülmektedir. Yani Sünnet, Cinlerin korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmekte­dir. Bir iki Örnek görelim:

Hz.Peygamber buyurmuştur:

"Gece karanlık olduğu zaman, yahut akşama girdiğiniz vakit-çocuklarmızı ( dışarı çıkmaktan) menediniz. Çünkü Şeytanlar, o sırada dağılırlar. Geceden bir saat geçince (dışardaki) çocukları­nızı (evlerinize) koyunuz. Allah'ın ismini anarak -Blsmllla-Hlrrahmanlrrahlm- diyerek kapıları kapatınız. Çünkü, Şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah'ın ismini ana­rak -Bîsmillahirrahmanîrrahîm- diyerek kapılarınızın ağızlarını bağlayınız. Bismillah diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak suretiyle de olsa kapılarınızın ağızlarım örtünüz. Kandillerinizi söndürünüz."[99]

Hz.Peygamber1 e Taun hakkında sorulmuş, o da "O, cinlerden olan düşmanlarınızın bir dürtmesidir."[100] buyurmuştur.

Kur'an ve Sünnet'e göre Cinler de mükellef varlıklardandır. Bu husus Kur'an'da "Ben insanları ve Cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım"[101] ayetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir ayet şöyledir:" -Ey Muhammed, Kur'an'ı dinleyecek Cinlerden, bir takımı sana yöneltmiştik. Onlar, Kur'an'ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: "Susun!" dediler. Kur'an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletine döndüler."[102]

Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur'an ve Sünnet, Cin ve -Şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle insanlara korku ve dehşet saçan varlıklar değil, bizzat Allah'ın yaratmış ol­duğu ama insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.

Cinlerle îblis arasındaki ilişki konusunda ihtilaf vardır. Ibni Abbas, îbn Mesud, îbn Müseyyeb, Katade, tbn Cerir gibi sahabi ve tabiilere göre, Cinler meleklerin bir çeşididir, iblis de bunlardan gelmiştir. Bu görüşe göre Cinler, meleklerden bir zümredir. Said bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis'in meleklerden olmadığını, Hz. Adem nasıl insanların aslı ise, tblisin de, Cinlerin aslı olduğu­nu ileri sürmektedirler. Birinci görüş ise, daha sahih kabul edil­mektedir.[103] Cinlerin yırtıcı hayvanların yaratıcısının îblis olduğu inancı, müşrikler arasında yaygın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç mecusi görüşüne yakındı.[104]

Görüldüğü gibi Cin ve Şeytan hakkındaki gerek Kur'an ve ge­rekse Hadisler, Câhiliye Araplarımn inançlarının yanlış olduğu­nu beyan ederek, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ortaya koy­muş, onların bu konudaki inançlarım ıslah ederek kabul etmiştir.

islâm'da Cin ve Şeytan'ın zarar verebileceği kabul edilmiştir. Ancak bunların zararlarından korunmak için, Kâhin, Büyücü, Kam ve Sair kimselere, yahut onların yaptıkları tılsımlara güven­me reddedilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur'an'da[105] gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde sığınma (:îstiaze) örnekleri veril­miş, [106]o şekilde yapılarak Allah'a sığınılması istenmiştir.[107][/b][/color][/size]

[1] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/325-326.

[2] Mesûdî, Mürcucü'z-Zeheb, 11/126-127.

[3] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/327.

[4] Yakubi, Tarih, I, 254-25; Alusi, Bulugu'l-Erab, II, 194-196.

[5] Cerrahoğlu, î. "Kur'an-ı Kerim ve Hanifler". AÜDİFD. XI. s.81 vd

[6] Uğur, M., Hicri Birinci Asırda îslârnToplumu, s.13; îbn Habib, Milnam-mak, s.152 vd. (Hicaz bölgesinde yaşayan Haniflerin durumunu anlatması bakımından şu olay ilginçtir: Ebu Zer, Mekke'de putperestliğe karşı duran yeni dinin keyfiyeti hakkında bilgi edinmek amacıyla kardeşini Mekke'ye göndermiş, o da dönüşünde şunları anlatmıştı: "O Hz. Muhammed, senin gi­bi tek Allah'a ibadet ediyor. İyilikle muamele etmeyi emrediyor, kendisinin Allah'ın Rasulü olduğunu söylüyor..." Müslim, Fedailil's-Sahabe, 132; 11/1919,1920. Yine Mekke'deki Haniflerden Zeyd bin Amr, Kabe önüne gi­dip secde ediyor ve Allah'a şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, ben sana nasıl iba­det edileceğini bilmiyorum, senin hoşuna ne şekildeki bir ibadetin gideceği­ni bilsem öyle ibadet edirim, fakat bunu bilmediğim için, başımı önüme ko­yup secde ediyorum. (M. Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s.39).

[7] Muallakat-ı Seb'e s.24. beyit, 27-28 (Yedi Askı. Trc. Ş. Yaltkaya)

[8] İbn İshak, Sîre s.95

[9] îbn İshak, Sîre, s. 95

[10] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/327-329.

[11] Ömeri, E.Z., Medine Toplumu, s.47-48 (Trc. NureddinYıldız).

[12] Hamidulîah, M., İslâm Peygamberi, 1/594 (Trc. S. Tuğ).

[13] Hamidulîah, M., a.g.e., I, 594.

[14] Bakara, 2/116, Tevbe, 9/30-31.

[15] Ali İmran, 3/181; Maide, 5/64.

[16] Tevbe 9/31; Taberî, Tefsir, 1/341.

[17] Ali îmran, 3/21; Haşiyetü Şeyhzade ala Tefsiri Kazi Beydavı, II, 15.

[18] Fatiha,21/7.

[19] Bakara, 2/97-98.

[20] Bakara, 2/80-82.

[21] îbn Hişam, Sire, I, 32, vd.

[22] Taberi, Tarih, 11/103; Cevad Ali, el-Mufassal, III, 174.

[23] Fatiha, 1/7.

[24] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/329-331.

[25] Tirmizi, Da'vat, 70/V, 519-520.

[26] A. Dıraz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 77-78. (Trc. S. Akdemir)

[27] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/331-332.

[28] İbn Kuteybe, Tevilü Muhtelifı'l-Hadis, s. 154.

[29] Alusi, Bulugu'l-Erab, II. 215-216; M.N. el-Carim, Edyanu'l-Arab, s. 187.

[30] Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, 11/258; Alusi a.g.e., 11/216.

[31] Doğuştan Günümüze Büyük îslâm Tarihi, 1,175.

[32] Şehristani, a.g.e., 11/258-259, Alusi, a.g.e., II, 216.

[33] Kalafat, Y., Doğu Anadoluda Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 31.

[34] M.N. el-Carim, Edyanu'l-Arab, s. 189.

[35] Nemi, 27/22-24.

[36] Buharî, Menakibu'l-Ensâr, 27, IV, 328; Müslim, Cenâiz, 29,11/644; Müs-ned, 11/455; Ayni, a.g.e., VII, 60.

[37] îbn Kesir, Tefsir, IV, 246; Nesefı, Medarik, III, 432.

[38] Îbn Serin, a.g.e., IV, 259; Alusi, Buluğui, Erab, II, 216,2217.

[39] Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, II, 57.

[40] Şems, 91/1; Necm, 53/1, 49.

[41] Yazır, M.H., Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4569.

[42] Yazır, M. H. a.g.e, VII/4569.

[43] Bakara. 2/22; Yunus, 10/34-35; Rum, 30/40; Sebe\ 34/22.

[44] A'raf, 7/80-81, 85-86; Ankebut, 29/29; Şuara, 26/146.

[45] Necm, 53/49.

[46] Müslim, İman, 32-33,1/51-52.

[47] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/332-335.

[48] Al-i İmran, 3/80; îbn Kesir, Tefsir, IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VII, 5381; îzutsi, T., Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 19 (Trc. S. Ateş)

[49] Alusi, Buluğul-Erab, II, 197.

[50] Yazır., M.H., Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 4594; Zümer, 39/3.

[51] Al-i îmran, 3/80.

[52] SafFat, 27/158.

[53] En'am, 6/100.

[54] M.N.el-Carım, Edyanu'l-Arab, s. 125-126.

[55] Alusî, a.g.e., II, 197.

[56] îbn îshak, Sire, s. 13; Mesudî, Murucu'z-Zeheb,II, 173.

[57] Nisa, 6/48.

Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/335-336.

[58] Îbn Kelbi, K. Esnam, s. 16; Ezraki, Ahbaru Mekke, I, 125,128.

[59] îbn Kelbi, a.g.e., s. 11.

[60] Îbn Kelbi, a.g.e., s. 11, 36; Ezraki, a.g.e., 1,119-124.

[61] Ankebut, 29/17.

[62] A'raf, 7/128; En'am, 6/74; Enbiya, 21/57; Şuara, 26/71.

[63] Enbiya, 21/52.

[64] Maide, 3/90.

[65] îbn Kelbi, K. el-Esnam, s. 16; Eîîr?kit Ahbaru Mekke, I,131.

Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/337.

[66] Casiye, 45/24.

[67] Alusî, Buluğu'l, Ereb, II, 220.

[68] Şehristanî, el-Milel ve'n-Nihal, II, 235.

[69] Goldziher, I., "Dehriyye" Maddesi, I.A., III-512.

[70] İbn Kesir, Tefsir, IV, 150; Nesefı, Medarik, III, 343; Cevat Ali, el-Mufas-sal, VI, 142.

[71] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 6/6, "Ve rab yeryüzünde insanı yarattığına piş­man oldu. Ve yüreğinde acı duydu"

[72] Zümer, 39/3.

Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/338-339.

[73] M. Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi, s.63 (Trc. M. Aydın)

[74] înfitar, 82/11-12.

[75] îbn Kuteybe, Te'vilü Muhtelifi'l-Hadis, s. 134.

[76] Ibn îshak, Sire, s. 102.

[77] Zümer, 39/3; Necm, 53/27; Nahi, 16/57-58.

[78] Alusi, Buluğu'l-Erab, II, 197; İbn Esir, el-Kamil, I, 67-68.

[79] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/339-340.

[80] Al-iİmran, 3/80.

[81] Mürselat, 77/1-5; Enbiya, 21/19, 87; Müslim, Cennet, 29; JV/2184; Müsned, I, 414; III, 359; Taftazani, Şerhu'l-Akaid (Kelam îlmi ve îslâm Akaidi, Tere. Süleyman Uludağ, s. 304-305).

[82] Bakara, 2/285; Buhari, İman, 37,1/18; Müslim, îman, 1, 5,1/36, 39.

Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/340.

[83] Macdonald B. D., "Cin" maddesi, Î.A., III, 192.

[84] Saffat, 37/158.

[85] En'âm, 6/100.

[86] En'âm, 6/128.

[87] Cin, 72/6.

[88] Hitti, P., Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, 1147-148.

[89] Alusi, BuLuğu'l-Erab,l\X, 269; Ateş, S. Yüce Kuranın Çagdaş Tefsiri,X, 98.

[90] Izutsu, T., Kur'an'da Allah ve İnsan, 159.

[91] Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/341-342.

[92] En'âm, 6/100; Alusî, a.g.e., III, 197.

[93] Abdülbaki, M.F., Miicemü'l-Milfehres li el-Fazı'l-Kur'an

[94] Bkz. Wensmck, Concordance.

[95] Hıcr, 15/27.

[96] Razi, Mefatihu'l-Gayb, I, 82.

[97] Nisa, 4/120; îsra, 17/64; Muhammed, 47/25; Nisa, 4/60; Nemi, 27/24; Anke-but, 29/38; Mücadele, 58/19.

[98] Cin, 72/1-2.

[99] Müslim, Eşribe, 97/11,1595.

[100] Müsned, III, 301, 306, 319, 386, IV, 395.

[101] Zariyat, 51/56.

[102] Ahkaf, 41/29.

[103] Ateş, Süleyman, İslâm'a îtirazler Kur'ân-ı Kerimden Cevaplar, s. 47.

[104] Kurtubi, el-Câmi li-Ahkamil-Kur'ân, IV, 2488.

[105] Cin, 72/6, 22; Nas, 114/6.

[106] Buhari, Davat, 54/VII, 163; Tirmizi, Davat, 14/V, 467; 21/V, 473.

[107] Tirmizi, Davat, 34/V, 490; 57/V, 508. Dr. Ali Çelik, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 5/342-344.