๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ => Asrı Saadette İslam => Konuyu başlatan: Safiye Gül üzerinde 05 Ekim 2010, 18:35:30



Konu Başlığı: Asr-ı saadette siyasî olaylar
Gönderen: Safiye Gül üzerinde 05 Ekim 2010, 18:35:30
ASRI SAADETTE SİYASÎ OLAYLARIN PANORAMASI


Ali Bulaç
 

Demokrasi Eleştirisi, Kitap Dergisi, Temmuz-Ağustos-91 sayıları, sayı,53-54. Bedruddin el-Ayni, Umdetu'l-Kari li şerhi'l-Buhari, Matbaatu'l- Amire baskısı

Buhari, Sahih, Kitabu ahbari'l-ahadi, bâb, 17. İbnHişam, es'Siretun'Nebeviyye, Mısır,1955 Ibn İshak, Siret, Muhammed Hamidullah neşri, Rabat,1976 Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, Tercüme,

I.S.Sırma, Istanbul,1980, s.95-96.

Muhammed Hamidullah, Le Prophete de l'Islam, 4. baskı, 1,343. Muhammed  Hamidullah,  Hz.   Peygamberin  Altı   Orijinal

Mektubu, Beyan Yayınları, İstanbul,! 990.

ALİ BULAÇ 1951 Yılında Mardin'de doğdu. İlk ve Orta öğreni­mini Mardin'de, yüksek öğrenimini istanbul Yük­sek İslâm Enstitüsü (1975) ve l.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde (1980) yaptı. 1976'da Düşünce Dergisi ve Düşünce Yayınlan'nı, İ984'te İnsan Yaymîan'm kurdu. 1987 yılında Za­man Gazetesi'nin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl Gazete!nin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yılları arasında Kitap Dergi-si'ni, üç aylık araştırma dergisi Bilgi ve Hikmeti yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni De­vir ve Zaman Gazetesinde çok sayıda yazı ve araş­tırmaları yayınlandı. 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği "Fikir Ödülünü aldı. Evli ve dört çocuk ba­basıdır.

Bugüne kadar yayınlanan eserleri: Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (8. Bsm. 1993); Kur'an ve Sünnet Üzerine (3, Bsm. 1985); îslâm Dünyasında Düşünce Sorunları (4. Bsm. 1Ö93); Çağdaş Kavramlar ve Düzenler (13. Bsm. 1993); Gündemdeki Konular (3 Bsm. 1992); Ortadoğu Gerçeği (1988,); İslam Dünyasında Toplumsal Değişme (3. Bsm. 1993); Bir Aydın Sapması (3. Bsm. 1993J; İnsanın Özgürlük Arayışı (3. Bsm. 1992); Din ve Modernizm (3. Bsm. 1992); Nuh'un Gemisine Binmek (1992); İslam ve Fanatizm (1993); İslam ve Demokrasi -Teokrasi, Totalita­rizm- (1993). [1]

 

Birinci Bölüm


ASR-I SAADETİN SİYASİ OLAYLARI


I. Peygamber'in Medine'ye Hicreti Ve Sonuçları
 

Miladi 622 yılında Mekke'den Medine'ye gerçekleştirilen ün­lü Hicret olayı ile insanoğlunun acı ve mücadelelerle geçen uzun tarihinde yepyeni bir sahifenin açıldığını, müslümanlarla birlikte başka dinlere mensup araştırıcı ve tarihçiler de genellikle kabul eder. Tarihin bu yeni sahifesine kaydedilen en önemli olay, ilk in­san toplumundan başlayarak o güne gelinceye kadar aralıksız süren siyasî ve toplumsal mücadelenin belki de ilk defa halkın desteğine sahip geniş kapsamlı bir devrimle başarıya ulaşması ve yepyeni bir siyasî örgütlenme modelini ortaya çıkarmasıdır. Eğer "devlet" terimini kullanmamız "modern" anlamda bir çağrışıma yol açmdyacaksa, "islâm devleti", kelimenin gerçek anlamında bir devrimin tanımına giren bütün esaslarıihtiva ederek kurulmuş­tu. Çünkü bir yandan siyasal, ekonomik, sosyal, ahlaki ve kültürel her alanda köklü değişiklikler iddiasmdaydı. Öte yandan o güne kadar ve hemen hemen dünya coğrafyasının her yanında siyasal baskılar ve ekonomik mahrumiyetler içinde yaşayan bütün sos­yal, etnik ve ekonomik zayıf katmanların tam desteğim kazan­mıştı. Her türlü hukuki ve ekonomik ayrıcalığı elinde bulunduran Mekke hakim güçleri, aşağıdan gelen bu devrimci dalgaya karşı koymak üzere çeşitli tedbirler almakta gecikmediler; ancak Medine'den sağlanan destek sayesinde islâmiyet kısa zamanda yayıldı, Arap yarımadasının geleneksel sosyal ve siyasî hayatını köklü değişikliklere uğrattı.

O günün Medine'sinde yaklaşık 10 bin kişinin yaşadığı tah­ttım ediliyor. Mekkeli müslümanları kabul etmekle Hicret yurdu (darü'l-hicre) unvanını alan Medine homojen bir toplum arzetmi-d. En başta uzun zaman önce Yemen'de yaşanan büyük sel felaketinden kaçıp buraya gelmiş ve yerleşmiş yahudiler vardı. Beni Kaymıka, Beni Kurayza ve Beni Nadir adı altında üç kabile­ye ayrılan yahudiler site ve çevresinin hemen hemen bütün ekono­mik ve ticarî hayatını kontrol ediyorlardı. Evs ve Hazreç gibi arap kökenli kabilelerin Mekke'den hicret eden Hz. Muhammed (s.a.) ve arkadaşlarıyla birleşip her türlü ayrıcalık fikrini dışarıda bıra­kan yepyeni bir siyasî ve toplumsal yapılanma ile devlet kurmala­rı, onların çıkarlarını zedeleyen bir gelişmeydi. Nitekim çok geç­meden huzursuzluklar, hoşnutsuzluklar kendini göstermekte ge­cikmeyecekti. Ne var ki bu yeni devletin kurucusu ve aynı zaman­da yeni dinî hareketin önderi Hz. Muhammed (s.a.) onların siyasal ve ekonomik haklarım karşılıklı mükellefiyetler ve taahhüdler bağlamında hukukî bir çerçeveye oturttu ve bütün etnik, sosyal ve dinî unsui'ları kapsayan bir belgeyi (Medine Vesikası) Medine halkının onayına sundu.

Belki de tarihin tanık olduğu bu ilk "anayasa", görünürde adi] bir uzlaşmaydı. Ancak maddî ve ekonomik çıkarları giderek sarsı­lacak olan yahudiler, adil bir uzlaşma yerine eskiden olduğu gibi ayrıcalıklara dayalı geleneksel düzenden yana idiler. Yahudileri bu düşüncelerinde destekleyen başka Medine'li arap unsurlar da vardı. Abdullah İbn Ubey'in başım çektiği ve Kur'an'da, "münafık­lar (münafikûn)" olarak tanımlanan gruplar. Kuşkusuz bunlar da yeni islâm devletine ve onun siyasal, bölüşüm ve toplumsal düze­nine karşı idiler.

Önce altına imza attıkları sözleşme hükümlerine aykırı hare­ket edolayısıyla üç yahudi kabilesinin Medine'den sürülmesi, ardından Hayber'in fethi ve Arap yarımadasının kalbi durumun­da olan Mekke'nin ele geçirilmesiyle bütün bu pürüzler ortadan kaldırıldı, sonunda evrensel ideolojik ve toplumsal temele dayalı yepyeni ve güçlü bir devlet ortaya çıktı. Bu devletin sınırları (Daru'l-Islâm) içinde yer alan insanlar kökenleri itibariyle ilginç bir mozaik teşkil ediyorlardı. Arap, yahudi, hristiyan, Habeşü, İranlı, Kum vb. her türlü dinden ve ırktan insanlar, aşiretler... Kabile savaşları, çapulculuk, ahlakî çöküntü, ırkçılık, sınıfsal zor­balık, dinî hurafe ve sapmalar, aşiret anlaşmazlığı, utanç verici kölelik, sosyal ve iktisadî ayrıcalık fikri, zihnî gtrilik ve genelde bedevî-göçebe hayatın tezahürü olan iptidaîlikler sanki bir anda yokolup gitmiş, bütün bunların yerine kardeşlik, arlalet, ahlakî ol­gunlaşma, eşitlik, siyasal katılım, tevhid fikrine dayalı sahih inanç {iman), toplumsal dayanışma, özgür insan ideali, hukukun üstünlüğü, entellektüel cesaret ve yerleşik şehir hayatına yatkın­lık türünden erdemlerle donanmış yepyeni bir toplum teşekkül et­mişti. Efendi ve kölenin, zengin ve yoksulun, kadın ve erkeğin, be­yaz ve siyahın, yerli ve yabancının, bilgin ile ortalama insanın, şe­hirli ile taşralının bir arada ve karşılıklı anlayış, saygı, dayanışma ve kardeşlik ruhunu önplana çıkararak yaşaması ve ortak bir top­lumun organizasyonunda rol alması şaşırtıcıydı.

Toplumsal kökenleri birbirinden bu kadar farklı unsurları bir araya getirip yepyeni bir yapılanmayı gerçekleştiren temel faktör kuşkusuz Hz. Muhammed (s.a.)'in kişiliğiydi. O son peygamber olarak son ilahi mesajı tebliğ etmişti. Manevî etkinliği ile insanla­rın kabulüne sunduğu sosyal, ekonomik ve ahlakî sistem çok kısa zaman içinde yankı bulmuş, Arap yarımadasının her yanma sıç­ramıştı. Belki hâlâ sosyoloji, böylesine hızlı bir toplumsal değiş­menin nasıl olur da bu kadarcık kısa zamanda gerçekleştiğini tam olarak açıklayabilmiş değildir. [2]

 

II. İnsan Ufkunda Yeni İdealler
 

632 yılında Hz. Peygamber (s.a.) bu dünyadan irtihal ettiğin­de arkasında sosyal ve politik temeli sağlam bir devlet bırakmıştı. Nitekim bu sağlamlığın kendisinden sonraki dört r&şit halifenin de işini kolaylaştırdığım görüyoruz. Elbette bu arada gerek dahili (iç), gerekse harici (dış) önemli olaylar vukubulmuştu. Peygambe­rin vefatından sonra yönetimin başına kimin geçeceği konusu ile yalancı peygamberlerin ve bir merkezi otoriteye bağlı yaşamaya alışık olamayan kabilelerin körüklediği iç isyanlar, henüz müslü-nıan olmamış kabileler ile zamanın iki süper gücü Iran (Sasani) ve Bizans (Doğu Roma) ya karşı girişilen savaşlar yeni islâm devleti­nin önüne ciddi sorunlar çıkarmıştı. Ancak iç isyanların kolayca bastırıldığı, Hz. Ali'nin hilafete seçilmesi dönemine kadar iç siya­sal ihtilafların uzlaşma yoluyla çözüldüğü bilinmektedir. Bizans'a karşı girişilen savaşlarda büyük neticeler alınmadıysa da, iran'a karşı Kadiseye'de girişilen savaş müslümanların galibiyetiyle so­nuçlandı, Nihavent savaşından (642) sonra da koca Sasani devleti »knıüş oldu. Aynı yıl Mısır fethedildi ve iskenderiye islâm top­raklarına katıldı.

Sasani devletinin tamamen çöküp tarihe intikali 651'de son İran hükümdarının ölümü ile tamamlanacaktı. Bu arada müslü-manlar dünyanın kadim merkezlerinden olan Kudüs ve Şam 636'da, Halep ve Antakya 638'de, Urfa ve Musul 641'de, Trablus 643'te ele geçirildi. Islanıi yayılm«a büyük bir hızla doğuda Iran üzerinden Türkistan'a, kuzeyden Eskişehir'e kadar uzandı. 649 da Kıbrıs ve 654'te Rodos'un da müslümanlarm eline geçmesiyle Akdeniz üzerinde kesin hakimiyet sağlanmış oldu.

Hz. Ali (r.a.) 661'de şehid edildiğinde İslamiyet doğudan batı­ya oldukça geniş bir coğrafyayı içine almaya başlamıştı. Nitekim üç sene içinde bugünkü Afganistan'ın başkenti Kabil fethedilmiş, Hindistan'a akın düzenlenmiş, Anadolu üzerinden ise Trakya'ya çıkılıp istanbul kuşatma altına alınmıştı. Kadıköy'ü zapteden müslümanlarm Galata'da Arap camiini inşa etmeleri de bu tarih­lere rastlar (668).

insan aklına durgunluk veren, sosyal bilimcileri şaşkına dü­şüren bu muazzam fetih hareketini ve yayılmayı gerçekleştiren ana faktörler neydi? Çok değil normal bir insan ömrünün yansına bile tekabül etmeyen 30 yıl gibi kısa bir zaman diliminde bir devlet hangi güç ve araçlarla Türkistan'dan Kuzey Afrika'ya Yemen'den, istanbul'a kadar böylesine süratle yayılabilir? islâm devletinin yayılış tarihini hicretle başlatsak bile, bu topu topu 40-45 sene eder; yanm yüzyıl bile değil.

Geçmişte de buna benzer fetihler olmuştur, Hunlar'm Orta Asya'dan kalkıp Avrupa'ya kadar gelişleri, Büyük İskender'in Makedonya'dan Afganistan'a kadar gidişi, Roma imparatorluğu­nun Suriye'ye ve Afrika'ya inmesi vb. Ama tarih, sözünü ettiğimiz bu büyük olaylarda askeri, idarî ve teknolojik güç ve donanım ile hunharca kan dökücülüğün yüksek payına tanıklık eder. Hunlar çekirge sürüleri gibi -10. yüzyıldan sonra Moğallar da aynı şeyi ya­pacak- geçtikleri her yeri yakıp yıkmış, arkalarında kalan bütün şehirler, kasabalar, köyler harebeye dönmüştü. Büyük isken­der'in Dara katliamı kendi türünün en trajik örneklerindendir. Roma zulmünü ve barbarlığım ise anlatmaya gerek yok. Baskı ve şiddet kullanma yöntemleriyle toprak ele geçirmenin bu en kadim temsilcilerinin tek bir tutkusu vardı; ele geçirdikleri her yeri yağ­malamak, halklarını köle alıp pazarlarda sotmak.

Şüphesiz her büyük fetih hareketinde, fetih olayının iki yanı önemlidir. Biri süratle ülkeleri kendi sınırlarına katan fatihlerin, diğeri fethedilen ülke halklarının durumu. Bu açıdan Islamî fetih­lere baktığımızda ilginç ve diğerlerine göre farklı bir durumla kar­şılaşıyoruz.

Elbette müslüman fatihlerin düzenli ve disiplinli orduları vardı. Bu, hemen hemen fetih olayının kaçınılmaz şartıdır. Ancak bu düzenli ve disiplinli ordunun hiç de katı hiyerarşik bir yapıya sahip olmadığı görülür. Belki bundan da önemlisi askerî ve tekno­lojik donanımı açısından ele alınıp, sözgelimi çağdaşları İran ve Doğu Roma'nm güçlü ordularıyla mukayese edildiğinde bir parça "geri ve iptidai" olduğu da söylenebilir. Yerleşik askerî eğitim ve geleneksel deneyim bakımından müslüman orduları pek iyi sayıl­mazlardı. Nihayet takdir olunacağı gibi ilk kumandanları ve as­kerleri de Arap yarımadasının çöl ikliminde yaşamış, gözünü be­devilerin sık sık karıştığı aşiret kavgaları ve kabile savaşlarında açmış kimselerdi. Eyüp el-Ensari gibi savaş deneyimi olmayan, askerlik yeteneği kuşkulu, hatta kişilik itibariyle halim-selim bir insan, hiç umulmadık biçimde adeta kimlik değiştirip birdenbire savaşçı kesiliyor, binlerce kilometrelik uzaklıktaki Medine'den kalkıp istanbul'a kadar geliyor ve burada şehid oluyordu. Bu yaş­lı, deneyimsiz ve yumuşak huylu insanı böylesine zorlu bir çabaya katılmaya teşvik eden çok Önemli bir neden, güçlü bir faktör olma­lıydı.

Batının bugünkü modern bakış açısı ve oryantalist analiz ve değerlendirmeleri baz alındığında, ne Eyüp el-Ensari'yi ne de benzeri onbirlerce insanı eyleme sürükleyen temel saikler, moti­vasyonlar bulunabilir. Oryantalistler, bize, daima islamiyet'in bir "kılıç dini" olduğunu, bedevi Arapların keskin kılıçlarını kuşanıp her yana saldırdıklarını ve milyonlarca insanı "esir" aldıklarını telkin eder dururlar. Ama bu sadece bir "telkin"dir. Tarihî gerçek­ler açısından bir değer ifade etmez. Kılıç kuşanan Araplar keskin kılıç yapmayı bilmiyorlardı, bunu ancak sonraları bir tür sanayi hırsızlığı yoluyla Yemenlilerden öğrenmişlerdi. Ancak kılıca kar­şı iranlıların ve Doğu Romalıların mancınıkları, kaynar su ve zift kazanları, asma-seyyar köprü ve merdivenleri, filleri, ateş topla­rı» zehirli ok ve mızrakları ile en önemlisi yüzyılların birikim ve deneyimine sahip askerî teşkilatları, zengin donanımları vardı.

Belki burada idealizm-mateı-yalizm gibi boş ve hayatın iki ayrı boyutunu inatla birbirine karşı savunan anlamsız tartışma aklımıza gelebilir. Fakat bizim amacımız bu değil. Çünkü kuşku­suz müslümanlar da her yeni araç ve yöntemi öğrendiklerinde -eğer onlaıın savaş hukukuna uygun ise- hemen kullanmaktan ge­ri kalmıyorlardı. Hendek savaşında (627) bir İranlı müslüman olan Selman-ı Farisi'nin önerisini kabul edip Medine'nin önüne hendek kazmış ve Mekke ordusunu şaşırtmışlardı; çünkü Araplar ilk defa savaşta hendeğin bir savunma aracı olarak kulanıldığma tanık olmuşlardı. Yine Arap yarımadasının üç büyük şehrinden olan Taif kuşatıldığında, müslüman askerler ilk defa deve derisini şişirip tuhaf bir görüntü vermiş, böylelikle Taiüileri korkutmuş­lardı. Ama Nihavent savaşında bu sefer şaşırıp ne yapacağım bile-miyen müslüman askerlerdi. Çünkü Iranlılar'ın savaşta kullan­dıkları filleri Araplar ilk defa görüyor ve bunlara karşı nasıl konu­lacağını bir türlü kestiremiyorlardı. Sonunda buldukları çare kes­kin kılıçlarıyla fillerin üstüne saldırıp hortumlarını kesmek ol­muştu.

Bütün bunlar bize, müslümanlann ancak savaş içinde deği­şik teknikler öğrendiklerim, böylece zengin askerî deneyimler ka­zandıklarını gösteriyor. Bizim üzerinde durmak istediğimiz ise, ne. müslüman orduların düzen ve disiplini, ne de lojistik ve teknik üstünlüğü konusudur. Herhalde bütün bunlar önemli olmakla birlikte asıl önplana çıkarılması gereken ve fakat yazık ki hep ih­mal edilen nokta müslüman fetihleri motive eden gerçek îslâmî idealler, adalet ve hakseverlik ile ahlakî ve toplumsal dinamikler­dir. Onlar için savaş eğer gerekli ise meşrudur ve yapılmalıdır. Savaşı gerekli ve meşru kılan şey zulmün ve haksızlığın ortadan kaldırılması, feodal ve sınıfsal baskıya son verilmesi, kölelere öz­gürlüğün kazandırılması ve insanı, toplumu çürüten sapma, deje-narasyon ve çürümenin bütün belirtileriyle yok edilmesi amacı­dır. Savaşın tek meşru gerekçesi vardır: îlay-ı kelimetullah, yani Allah'ın ismini yüceltme amacı. Kuşkusuz bu, din olarak Islami-yeti başka kavimlere ve din mensuplarına zorla kabul ettirmek gibi bir zorbalığa kalkışmayı haklı çıkarmaz. Tam aksine insanla­rı seçme özgürlüğüne kavuşturmayı, insanların insanları uydur­ma din ve düzenlerle kul edinmeye son vermeyi hedefler. Kadisiye savaşından önce mağrur Iran ordu komutanı Küstem'in

"- Sizi buraya kadar getiren nedir? Siz ki bedevi araplardınız ne istiyorsunuz?" sorusuna Rib'î ibn Amir'in verdiği cevap şu ol­muştur:

"- Biz insanları dinlerin zulmünden islâm'ın adaletine çıkar­mak ve dileyeni Allah'ın hidayetine yöneltmek amacıyla buralara kadar geldik. Bunun için savaşıyoruz."

Demek ki amaç insanın ve toplumun özgürlüğüdür. Kurulu sistemler, feodal düzenler, sınıfsal tahakkümler eğer özgürlüğü hakları olan muzdarip kitlelerin elinden alıyorsa, islâm seçme öz­gürlüğünü sağlamak için savaşı meşru kılar. Hz. Peygamber (s.a.vjin hiçbir anlaşma imkanının kalmadığı durumlarda kendi­leriyle savaşacağı kimselere öncelikle

"- Ya müslüman olun veya cizye verip yönetimimizi kabul edin ya da savaşın" teklifinde bulunması bu tarihsel gerçeğin kanıtı­dır. Cizye veren can, mal ve namus emniyetini İslâm'dan sorar; o artık güvenliktedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) islâm toplu­munda yer alacak dinî azınlıklar için şu evrensel hükmü getirmiş­ti: "Bizim lehimizde olan onların da lehine, aleyhimizde olan on­ların da aleyhinedir." (Tirmizî,.Siyer, 48).

Savaş sonucu müslümanlann egemenliğini kabul etmiş bir zımmi'nin devlete vereceği vergi yükümlülüğü hariç, toplum için­de bozgunculuk ve kışkırtıcılık yapmamak kaydıyla inandığı gibi yaşama hakları güvence altına alınır; kimse onun dinî, gündelik ve sosyal hayatına müdahale edemez, islâm devleti bu şartlarda yaşamayı kabul etmiş zımmî statüsündeki müslüman olmayan halkları eğer koruyamıyacak durumda ise, onlardan aldığı vergi (cizye)yi kendilerine iade eder. Bu, tarihte defalarca tekerrür et­miştir. Amaç halkların Özgür, insanca ve barış içinde yaşaması­dır.

Buna ek olarak islâm, evrensel bir savaş hukuku getirmiştir: Kadınlar, çocuklar, yaşlılar din adamları ve hatta fiilen savaşa katılmayan erkekler savaş dışı olup asla Öldürülemezler. Savaşa katılanlar savaş şartlarında öldürülür. Ama işkence ve haysiyet kırıcı fiiller kesin olarak yasaktır. Esirler katledilmez, ya takas usulü mübadele edilir -ki arzu edileni budur- veya islâm toplu­muyla zaman içinde kaynaşma imkanları hazırlanarak esaretleri sürer, ama sonunda özgürlüklerine kavuşmaları için hukukî önlemler alınır, teşvikler yapılır. Kölelik islâm'ın arızî bir kuru­cudur ve ancak savaş esirlerini kapsar. Köle ticareti, kölelerin pazarlarda satılması, kölelerin kirletilmesi ve hayvan muamele­sine tabi tutulması -yer yer bozulma dönemlerinde bunun aksine uygulamalara rastlansa bile- teorik hukuk açısından kabul edile­mez. Önemli olan da hukukun öngördükleridir; yoksa hukukî ih­lallerin oyyuka çıktığı uygulamalar değil.

Islâmî fetihler boyunca titizlikle korunan bu evrensel ilkeler, o zamanın şartlarında yepyeniydi ve asıl fetihleri kolaylaştıran bir başka önemli etken vardı. O da, îslâmî fetihlerin gerçekleştiği her yerde kadim îran ve Bizans feodalitesinin yıkılması, toprağa bağlı köle halkların müslümanlarm gelişiyle özgürlüklerine ka­vuşmuş olmaları olgusudur. [3]

 

III. Feodalizmin Yıkılışı
 

Müslümanlar İran ve Roma topraklarına girdiklerinde ilk karşılaştıkları şey, yüzyıllardır süren katı bir feodal nizamdı. Krala bağlı soylu sınıfların mülk ve tasarrufunda olan topraklarla birlikte toprağın üzerinde yaşayan ve onu sahibi adına işlemekle yükümlü olan köylü aileler ve çiftçiler de soyluların özel mülküy­dü. Yerleşmiş güçlü bir hukuk, feodaliteye uygun hiyerarşik dü­zen içinde yerini almış siyasî ve askerî yapılanma ve feodal düze­nin kesin teminatıydı. Iran ve Bizans'tan farklı olarak Afrika'da ve ispanya'da feodalizm yanında dinî baskı ve mezhep çatışmaları da geniş halk yığınlarını derinden rahatsız eden faktörlerdi. Dinî baskı ve mezhep savaşları genellikle dinî form ve resmî din görü­şünün mutlak kabulü uygulaması şeklinde bütün geçmiş kültürel etkinliklerin de baskı altına alınması sonucunu doğuruyordu. Feodalite, dini baskı ve kültürün bastırılması gibi temel politik tutum ve uygulamalar tabii olarak özgür insan kavramına aykırı düşecek, insanî ve toplumsal etkinliklerin yol açması beklenen ge­lişmelerin önüne sed çekecekti. Nitekim kadim dünyada yaşanan bundan farklı değildi. Böyle bir dünyada, baskı altında tutulan halk yığınları hangi siyasal ve dinî görüşlerin aralıksız telkini al­tında bulunursa bulunsun, yine de günün birinde kurtulma ümit­lerini hiçbir zaman içlerinden atmıyacaklarch.

işte müslüman fatihler tarihin bu vetiresinde ve karşıların­daki düşmanın içinde bulunduğu bu toplumsal, dinî ve siyasî şart­larında birer kurtarıcı gibi çölün derinliklerinden kadim ve büyük medeniyet ve kültürlerin hüküm sürdüğü îran, Bizans ve Afrika üzerinden İspanya'ya geçme başarısını gösterdiler. Batılı tarihçi­ler de zaman zaman itiraf eder ki, çoğunlukla feodal beylerin ve dinî sınıfların baskısı altında bunalan bölge halkları adeta müslü­man fatihleri davet etmiş, şehirleri ve toprakları fethedildiğinde ciddî bir mukavemet göstermeksizin teslim olmuşlardır.

Müslümanlar da bir ülkeye girdikleri zaman, ilk olarak ora­nın maddi ve ekonomik hayatını yeniden düzenlemekle işe başlar­lardı. Hz. Ömer'in Irak'ı ele geçirdikten sonra (636) savaş sonucu alınan toprakları "fey" statüsüne sokup eski sahipleri elinde bı­rakması ve toprağı işlemeleri karşılığında yerli halktan makul bir vergi olan "haraç" almakla yetinmesi, sonraları bütün fetihlerde izlenen temel bir politika durumuna geçti. Bu uygulama, gerçek­ten, yüzyıllar boyu soyluların ve toprak sahiplerinin mülkünde neredeyse karın tokluğuna çalışan kadim dünyanın köylülerinin hayatında köklü bir devrimdi. Toprağın mülkiyetini (rakebe) dev­lete, ondan işleme karşılığında yararlanma {intifa) hakkım köy­lüye devreden bu yeni toprak siyaseti, kolayca tahmin edileceği gi­bi feodaliteyi temelden yıkmaya yetiyordu. Üstelik Osmanlıların orta zamanlarına kadar toprağın gerçek sahipLsadece vergi ver­mekle yükümlü olan köylü ile devlet arasında "aracı sınıflar" yok­tu. Bu uygulama ancak Kanunî Sultan Süleyman zamanında mültezimlerin vergiyi satın almalarıyla asıl hukukî durumundan sapacak, bir bakıma devletin memuru olan sipahinin yerini za­manla mültezimler, eşraf ve ayan alacaktı.

Hz. Ömer, Hz. Ali gibi seçkin sahabilerin desteğiyle böyle bir siyasetin ilk temellerini atarken, o gün için Iran ve Bizans'ta varo­lan feodaliteye atıfta bulunarak:

"- Eğer ben de bu toprakları müslüman savaşçılar arasında dağıtacak olursam, bir iki nesil sonra topraklar üstündekileıie birlikte bir kaç ailenin elinde toplanacaktır" diyordu. Bu kuşku­suz feodalizme karşı alınmış ilk ve etkili bir önlemdi. Yine Hz. Ömer, intifa hakkı olarak toprak dağıttığında her ailenin çalıştı­rabileceği miktar kadar toprağı işleme ilkesine özellikle dikkat et-ttûş, zaman zaman kendisine fazla dağıtılan toprakların ihtiyaç­tan fazlasını ailelerin elinden alınmıştır.

Irak'ın Sevad arazisinde başlayan bu yeni uygulama Mısır ve ouriye'de sürdü, ardından Iran ve Anadolu arazileri de benzer bir uygulama ile "mirî arazi" statüsüne sokuldu. Bundan dolayı son dönemlere kadar İslâm toprakları, Arap yarımadası "Mülk Ara­zi"; Irak, Suriye ve Mısır, "Haraç Arazi"; İran ve Anadolu da "Mirî Arazi" olarak hukuki bir statü içinde yerlerini almış bulu­nuyorlardı.

Islâmî fetihler toprak düzeninde gerçekleştirdikleri bu eko­nomik devrimi dinî özgürlüklerle de hemen tamamlıyorlardı. Es­ki dinlerinde kalmayı tercih eden halklar için gelşitirilen zımmî statüsü, onların din ve ibadet haklarını güvence altına alıyordu. Kilise ve Havraların belli kurallar muvacehesinde onarımı, dinî eğitim, herkesin kendi dinine göre ibadetlerini yerine getirmesi zımmî hukukun belli başlı ilkeleriydi. Hiçbir zımmî yani İslam devletinin zimmetinde yaşayan gayr-ı muslini, müslüman teb'a gibi İslam devleti uğruna savaşmak zorunda değildi. Onun tek yü­kümlülüğü cizye veya haraç denen "devlet vergisi"ni düzenli öde­mesi ve İslâm aleyhinde casuslukta bulunmamayı taahhüd etme­sidir. Din adamları ve üretime katılamayacak durumdaki sakat ve yaşlılar vergi muafiyetine sahiptiler; hatta Hz.Omer, yoksullu­ğundan dolayı dilenme durumunda kalan gayr-ı müslimlere dev­let hazinesinden maaş bağlama ilkesini getirmişti.

Geçmişte Sasani ve Bizans soylu sınıfların ağır baskısı altın­da yaşayan bölge halkları ve din müntesipleri bu yeni devletin haklı, adil ve yerinde taleplerini seve seve kabul ediyorlardı.

Müslümanlar sadece bununla da yetinmiyor, bölgede yaşa­yan halkların kadim kültür, hikmet ve ilimlerim canlandırma, bu kadim kültürlerin temelinde varolduğuna inandıkları "hikmet"i arama ve bu yolla tevhid dinini onlara anlatma faaliyetini de üst­leniyorlardı. Zaman zaman alternatif maliyeti yüksek olan ve kimi şiddetli tartışma ve görüş ayrılıklarına yol açan bu evrensel kültürel etkinlik kendi bağlamında verimli bir alışverişin beslen­me kaynağıydı. Biz burada sadece bu yeni toplumsal, ekonomik ve kültürel yapılanma içinde, müslüman hakimiyetinin zaman için­de Özgürjnsan ve müslüman teba veya reaye kavramının gelişip büyük bir kaynaşmaya yol açtığını anmakla yetinelim.

Kısaca bu ve benzeri toplumsal köklü değişme ve devrimler îslâmî fetihlerin kısa zamanda Doğu'dan Batı'ya> Kuzey'den Güney'e süratle yayılmalarını kolaylaştıran faktörler olarak karşımıza çıkar. Yoksa Batılılar'm iddia ettiği gibi îslamî fetihler kaba güç ve kılıçla yapılmış değildir; esasında bu mümkün de ola­mazdı. [4]

 

İkinci Bölüm


İLK SAPMA: EMEVİ İKTİDAR OLGUSU


Buna rağmen yeni, adil ve evrensel karakterde tezahür eden bu îslamî toplum düzeninin tarihsel gelişme içinde- bir takım değişme faktörleri etkisini gösterdikçe- hep bu örnek karakterim koruduğu söylenemez. Toplumsal değişmenin doğası gereği, her­hangi bir toplumun hep aynı özellikleri sürdürdüğü biçiminde ku­ral dışı kaldığım gözlemek mümkün değildir. Başka toplumlar için gerçekli olan temel yasalar (sünen) şüphesiz İslâm toplumu için de geçerli olacaktı: nitekim oldu da.

Müslüman olsun olmasın, hemen hemen bütün araştırıcı ve bilim adamlarının üzerinde sözbirliği ettiği bir büyük sapmayı temsil eden Emevî iktidar olgusu, Asr-ı Saadet (Mutluluk Çağı) adı verilen kısa zaman diliminde teşekkül etmiş gerçek İslâm top­lumunda bu toplumun evrensel idealleri büyüklüğünde sapmala­ra yol açtı. Bu anlamda Emeviler'in iktidara gelmesiyle başlayan büyük sapmanın köklü etkilerini İslâm tarihi boyunca gösterdiği söylenebilir. Adeta bir daha İslâm toplumu hakiki istikametini bulamadı, sapma, bozulma, tereddi ve soysuzlaşmalar o gün atı­lan tohumların acı ürünleri olup bugüne kadar etkilerini icra etti.

Sözgelimi müslümanlarm sivil toplum kurma teşebbüslerini ortadan kaldıran, halk yığınlarının özgür siyasal katılımının Önü­ne kaim duvarlar çeken yönetim biçimi, Emevî iktidarının ilk ese­ridir. Eğer Muaviye, Hz. Ali'ye başkaldırmasaydı veya hiç değilse Hz. Hasanla yaptığı anlaşmaya sadık kalıp oğlu Yezid'i "veli­aht" ilan etmeseydi, belki de İslâm tarihi boyunca gözlediğimiz aile ve hanedan saltanatı geleneği bu kadar derin ve tarihsel da­yanaklara sahip olmayabilirdi. Hz. Ömer'in temel esaslarını tes-pıt ettiği toprak düzeninde "temliki ikta" uygulamasını (bid'at) ilk eta arazi hukukuna sokan ve Osmanlılar'da verginin iktiamı Ön-gören iltizam usulüne ilk Örnek teşkil edenler yine Emeviler'dir.

Halktan kopmuş bir iktidarı korumakla yükümlü kılman devlet aygıtım silah ve kolluk kuvvetleriyle ayakta tutmak zorunda ka­lan Emeviler, bu alanda yönetim ile halk arasında böylesine feci uçurumlar açmasalardı, ne Abbasi iktidarını sadece korumakla yükümlü bir rejim ordusu (Hassa) ortaya çıkar, ne de bir parça Selçuklu ve en çok Osmanlılar'da tepeden tırnağa askeri bir yapı­lanma bu kadar kolay vücud bulabilirdi. Devlet fetişinin gelişmesi ve iktidarın ancak ordu desteğinde ayakta durması, tarihsel ve köklü bir mirasın günümüze intikali sayesinde islâm ülkelerinde halk ile yöneticiler arasındaki derin uçurumun devam etmesine, bu ülkelerin genelde militarist rejimler altında bulunmalarına geniş ölçüde yardım etmektedir. Belki de konjönktürel şartlar al­tında "demokratik ülke" olmak durumunda olan Türkiye gibi bir ülkede de periyodik olarak tekrarlanan askerî müdahalelerin bir nedeni burada aranabilir.

Elbette kaçınılmaz olan toplumsal değişmenin ortaya çıkışını ve belli bir yön izlemesini sağlayan temel bazı faktörler var. Değiş­menin kaçınılmazlığı kadar faktörlerin kaçınılmazlığı da gerçek­tir. Tarihin ve toplumun doğası itibariyle mademki değişme kaçı­nılmazdır (değişmenin iyi veya kötü, pozitif veya negatif yönde ol­ması farketmez), şu halde değişmeyi etkileyecek faktörler de her zaman olacaktır.

Bugün bizim için bir bakıma "tarih-dışı" sayılan Asr-ı Saadet toplumu da bir değişme süreci içinde teşükkül etmiştir. Bu döne­min en karakteristik özelliği, birey olarak insanın ve bireylerin toplamından ibaret olan toplumun şaşırtıcı bir hızla ve gerçekten çok kısa bir zaman diliminde değişmesidir. Müşrik olan bir insan bir anda müslüman oluyor (Hz. Ömer'in Peygamberi öldürmek üzere çıktığı yoldan bir mü'min olarak dönmesi olayı), 13 yıl gibi genel tarih gözönüne alındığında sözü bile edilmeye değmez kısa­cık bir zaman diliminde ilk çekirdeği dört-beş kişi olan bir hareket evrensel bir topluma ve güçlü, örgütlü bir devlete dönüşüyor. Ta­rihte bu değişme veya dönüşmenin bir başka Örneği gösterilemez. Üstelik bu olayda hiç bir maddi, ekonomik, politik veya sosyal her­hangi bir faktör tek başına belerleyici değildir; ancak hepsinin toplamı etkileyici olarak düşünülebilir. Belirleyicilik ve etkileyi­cilik özellikleri arasındaki fark bilhassa altı çizilecek kadar önemlidir. Bu tarihsel olgu ve temel gerekçeler dolayısıyla biz Asr-ı Saadet'in "tarih-dışı" vasıflanabileceğim düşünüyoruz. Na-

sal olmasın ki, modern tarih felsefesi ve sosyal bilimlerin dayandı­ğı kriterler kullandığında, tek başına hiçbir ekonomik, politik, sosyal vb. olgular belirleyici konumda gösterilemez. Bu açıdan şu bir gerçek ki, modern sosyal bilim, Asr-ı Saadet'in ortaya çıkışını açıklamaya elverişli ve yeterli değildir.

Kuşkusuz etkileyici faktörler her zaman önemli olmuştur. Ama bir faktörün belirleyici olması ile etkileyici olması arasında temel farklar var. Sözgelimi Peygamber (s.a.v.)'in Medine'ye gelir gelmez Medine'nin toplumsal gerçekleri ve güç dengelerini doğru hesaplayıp sözleşme temelinde toplumsal proje ihdas etmesi, bu toplumun ilk kuruluş aşamasında düzenli bir gelişme gösterme­sinde etkileyici olmuştur; ama tek başına belirleyici olduğu söyle­nemez.

Bunun gibi Arap yarımadasının tarihsel geleneğinde varolan kabile siyaset felsefesinin "biat" almada önemli rolü olmuştur. Peygamber, bedevi kabile ve aşiretlerin bir devletin hükmî şahsi­yetine değil, ama o hükmi şahsiyeti temsil eden özel-şahsa bağlı­lık göstereceklerini (biat verme) biliyordu. Ve bu geleneğe -bazı ta­raflarını ıslah ederek- başvurmakta sakınca görmedi. Çünkü onun gelecekle ilgili tasarıları arasında siyasî bilinçlerinde he­men hemen yok denecek kadar zayıf olan devlet/hükümet düşün­cesini utandırma, hükmî şahsiyet kavramım yerleştirme politika­sı önemli bir yer tutuyordu. Bunun da o zaman için iki mümkün yolu vardı: Biri, bütün Yarımada ölçeğinde tevhid inancına dayalı yeni bir ideolojiyi kökleştirip yaygınlaştırmak ve islam çerçeve­sinde "din kardeşliğine dayalı yeni bir toplum modeli kurmak; di­ğeri de, dağınık, göçebe hayatı yaşayan bedevi arapları (A'rab) yerleşik hayata geçirmek, bir tür şehirleştirmek.

Peygamberin hicretle birlikte Yesrib'e gelmesi, bu kadim ka­sabanın ismini Medine (şehir) olarak değiştirmesi ile Medine'nin sınırlarını ve imar yapısını genişletip güçlendirmeyi teşvik etmesi tesadüfi değildi. Hz. Peygamberin bu politikasına doğrudan Kur an-ı Kerim yön veriyor, yeni inen ayetler bedevi göçebe arap-ların "küfür ve nifak" bakımından şehirde yaşayanlarla mukaye-e edildiklerinde daha katı oldukları, yeni dinin kural ve ilkeleri-2 karşı kayıtsız kaldıkları ve kazandıklarından bir miktarını aşkalanna vermede (infak) cimri davrandıkları açıkça belirtili­yor (Tevbe 97-98), istisnalar yapıldıktan sonra dolaylı olarak yer-e§k hayat ve şehir önplana çıkarılıyordu.

Bcdevi-konar göçerleri şehirleştirme politikası geleneksel si­yaset alışkanlığının içinde barındırdığı süreli ve sınırlı itaat eğili­minden dolayı Peygamber tarafından sistemli olarak yürütüldü, toplumsal gerçeğin negatif ve pozitif dinamiklerini yakından göz­leyen Hz. Ömer zamanında daha aktif olarak hayata geçirilmeye çalışıldı.

Bedevi hayat tarzının politikaya getireceği tehlikeli sakınca­lar yukarıda da işaret ettiğimiz gibi hükmî şahsiyet yerine doğru­dan şahsa bağlılığı örgörmesinde s"omutlaşıyordu. Nitekim ilk tehlikeli belirtilerini Hz. Peygamber'in vefatını izleyen ilk saat­lerde kendini göstermekte gecikmedi.

Bilindiği gibi artık nüfusu hayli artmış olan ve Arap yarıma­dasının neredeyse tümünü içine alan islam devletinin tebası ara­sında çok farklı unsurlar yer almıştı. Bunların içinde islâm'ın manevî hakimiyetini samimiyetle benimseyememiş münafıklar vardı. Kimisi ekonomik, kimisi etnik veya kişisel nedenlerle islâm'a karşı olan bu marjinal insanlar, Peygamberin ölümünü bekliyorlardı. Ancak münafıklar gibi içerden iki yüzlü olmasa da, Peygamberin fizik varlığının aradan çekilmesini bekleyen başka gruplar da varejı. işte genelde A'rab diyebileceğimiz bu grupların çoğu bedevi veya bedevi kökenli insanlardan, küçüklü büyüklü aşiret ve kabilelerden müteşekkildi. Bunlar, Peygamberin ölümü ile onunla imzaladıkları bağlılık sözleşmesinin, yani biatin da hukuken son bulacağım düşünüyorlardı. Peygamber bir yandan onları yerleşik hayata alıştırmaya çalışırken, diğer yandan onları kalıcı ve birleştirici bir unsur etrafında, inanç-ideoloi temeline da­yalı hükmi bir şahsiyet yani organik siyasetin çatısı altında topla­maya çalışıyordu. Ama onlar belki de henüz bunun yeterince bilin­cinde değillerdi.

işte Peygamber (s.a.v.)İn hayata gözlerim yumduğu o ilk sa­atlerde Medine'de başlayan üzüntü ve paniğin böyle derin politik bir anlamı vardı. Münafıklarla birlikte kimi çevreler de, Peygam­bere verdikleri biatin sana erdiğini ihsas etme eğilimlerini belli edince, durumun vehametini kavramakta gecikmeyen Hz. Ömer, eline kılıcını alıp öne atılmış ve şöyle bağırmıştı:

"- Kim Muhammed öldü derse, onun dilini keserim." Bu meydan okuyuş ve tehdid, bir tehlikenin habercisiydi. Ama şüphesiz duruma vaziyet etmeye yetmiyordu. Çünkü Hz. peygamber (s.a.v.) gerçekten irtihal etmişti. Bu samimi meydan okuyuşun sağlayacağı sükunetin geçiciliğini çok iyi bilen Hz. Ebu Bekir, 23 yıl boyunca izlenen temel politikayı açık bir dille ortaya koymayı daha gerçekçi bulmuş ve:

"-Kim Muhammed'e tapıyor idiyse, bilsin ki Muhammed öl­müştür. Ama kim Allah'a tapıyor idiyse, bilsin ki Allah diri (hayy) ve bakidir," demişti.

Hz. Ebu Bekir'in bu sözlerinde, islam devleti ve toplumunun sürekliliği masajı vardı, islam, bir inanç, bir örgütlenme ve dev­rimci bir tercihti. Hz. Muhammed, onun son tebliğcisi ve ebedi ön­deriydi. Ama o da bir beşerdi ve elbette günün birinde her ölümlü gibi aramızdan çekilecekti. Şimdi islâm'ın temel değerlerine sa­rılmak ve onlar etrafında imanı ve toplumsal örgütlenmeyi üm­metin tarih içindeki varlığım sürdürmek lazımdı. Tabii Hz. Ömer (r.a.)in sözlerinde varolan meydan okuyuş, Hz. Ebu Bekir (r.ajm sözlerinde de vardı. Ancak Hz. Ebu Bekir, Peygamberin yerine ge­çecek yeni yöneticinin hemen belirlenmesinden sonra bu işe el atılması gerektiğini düşünüyordu. Bu bakımdan daha Peygamber defnedilmeden, hilafet meselesi gündeme geldi ve bilindiği gibi Hz. Ebu Bekir ilk Halife olarak seçildi. Bu olayi-iktidar hırsının kişilerdeki acil tezahürü şeklinde yorumlamak doğru değildir. Eğer yeni devlet temsilcisini hemen bulmamış olsaydı, islam top­lumunu meydana getiren mozaik bir anda dağılabilirdi. Ama Ha­life, o mozaiğin tekrar bir arada durmasını sağlayan en büyük fak­tör olarak ortaya çıktı. Yoksa kişisel ihtiras, başkasının velayet hakkını gasbetme veya yönetimin güçlü zümreler arasında payla­şımı gibi faktörlerle açıklamaya çalışmak o toplumun tarihsel, ge­leneksel ve sosyal gerçeklerine uygun düşmez.

Siyasi, ekonomik ve sosyal güçleri kendinde toplayan hükmi şahsiyet durumundaki bir devletin merkezi otoriteyle temsili fik­rinin Arap kabile geleneğine yabancılığı ve bunun ortaya çıkardı­ğı sorunlar Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesiyle son bulmadı. He­men ardından Arap yarımadasının hemen hemen her yanında patlak veren ve tarihte "ridde savaşları" adıyla anılan ayaklan­malar, isyanlar patlak verdi.

Bu savaş ve ayaklanmaların merkezî otoriteye karşı olduğu açıktı. Ama acaba doğrudan Ebu Bekir'in şahsına veya yönetimin Ebu Bekir'in eline geçmesine mi karşıydı, yoksa doğrudan merkezi otorite fikrine mi? Yaptığımız çözümlemeler bizi ikinci faktörü esas almaya zorluyor. Nitekim "dinden dönme" şeklinde tanımla­nan ridde isyanlarının genel karakteri ve yaygınlığı çözümleme­lerimizi doğrulamaktadır.

ilkin şöyle bir gözlemde bulunuyoruz: İsyanlar birden bire ve bütün yarımadayı bir ateş denizi gibi kapladı. Başkent Medine, Mekke ve Taif gibi üç büyük şehir dışında bu isyanların görülme­diği yer kalmadı adeta. Zaten o dönemde Yarımadanın dörtte üçü çöl ve şehir namına yukarıda ismini andıklarımız dışında büyük bir yerleşim merkezi yok. Bu üç şehirde de isyan çıkmaması gayet anlamlı. Kırsal bölgeler, göçebe kabile ve aşiretler sanki birden bi­re zincirlerinden boşanmış gibi peşpeşe ayaklanıyor, merkezi oto­riteyi tanımadıklarını ilan ediyorlardı.

Şöyle bir soru akla gelir: Acaba bu yüzbinlerce insan, gerçek­ten münafık ve içten İslâm'a inanmamış kimseler miydi? îsyan ve ayaklanmalara "irtidat" adı verildiğine, yani din'den dönme den­diğine bakılırsa bu soruya evet dememiz lazım. Ama cevap yalnız bizi değil, kimseyi tatmin etmez. Çünkü bu koskoca insan denizi­nin tümünün bir anda dinden döndüğü varsayılamaz. Şundan ki, bu kadar yüksek potansiyele sahip insanlar, Hz. Peygamber ha­yatta iken niçin ayaklanmadı veya İslâm'a karşı yürüttükleri var­sayılan ikili (çifte-ikiyüzlü) tutumlarını nasıl oluyor da başarı ile sürdürebildiler? Dahası Medine, Mekke ve Taif niçin ayaklanmı­yordu? Mekke üstelik daha iki sene önce fethedilmiş yeni bir şe­hirdi. Görülüyor ki bu sorular cevapsız.

Şu halde dinden dönme adı verilen bu irtidat olayının "dini" tamını kuşku vericidir. Gerçek şu ki, yalancı peygamberlik iddia­sında olan bir kaç şarlatan kişinin (Müseylemetu'l-Kezzab) çevre­lerine topladıkları isyancılar dışında, asıl isyanların gövdesini teşkil eden kabile ve aşiretler "dinî" bakımdan değil, "siyasî/ hukukî" bakımdan merkezi otoriteye karşı çıkıyorlardı. Onlar tek bir Allah'a inanmayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı ve Hacc etmeyi kabul ediyorlar, kelime-i tevhidi ikrar ediyorlardı; ama zekat ver­meyi reddediyorlardı. Zekatın özel ve siyasal bir anlamı vardı. Di­ğer bütün ibadetler, merkezî otorite olmaksızın otonom bir yapı içinde yerine getirilebilirdi. Ancak zekat, bir devlet vergisi olarak onları hukuki ve mali, kısaca organik olarak Halife'ye bağlıyan kuvvetli bir amildi. Bedeviler ise, "Biz Hz. Muhammed'e biat et­miş, ona bağlanmıştık, bizim biatimiz şahıs olarak ona idi. O öldü­ğüne göre anlaşma da tabii olarak son bulmuştur. Biz şimdi Ebu Bekir'le anlaşıp anlaşmamakta özgürüz, buna hukuki olarak zor-lanamayız. Zekat vereceksek, biz istersek kendi yoksullarımıza dağıtırız, Halife (devlet)'nin ayrıca ve zorunlu olarak bizden bunu taleb etmesi bizi hukuken ve organik olarak ona bağımlı kılar." di­yorlardı.

Zekat vermek istemiyen bu isyancıların dini-hukukî durumu tartışmaya açıldığında Ashab arasında bazı kuşkulara yol açmış, hatta Hz. Ömer, bile: "Allah'tan başka ilah yoktur" diyen insanla­ra nasıl kılıç çekebiliriz, diye sormaya başlamıştı.

Hz. Ebu Bekir ise kararlıydı ve onları her ne olursa olsun mer­kezi otoriteye bağlamak, geleneksel siyasî statülerim değiştirmek istiyordu. Bundan dolayı:

"- Ben namaz ile zekatın arasını ayırmam. Andolsun Rasûlullah'a verdikleri bir deve yuları dahi olsa, bana da verme­dikçe onlarla savaşmaya devam edeceğim," diyordu.

Krşkusuz Hz. Ebu Bekir kendi gerekçeleri bağlamında hak­lıydı. Nitekim kararlılığım sürdürdü, bazı sahabelerin tereddüt­lerini izale etti ve Bizans seferinden dönen Usame ordusunu çeşit­li cephelere gönderip isyanları bastırdı.

Hz. Ebu Bekir, bedevilerin maddi ve toplumsal hayat tarzları­nı köklü değişikliklere uğratmadıkça, bu sorunun tümden orta­dan kalkmayacağım bildiğinden, o da bedevileri yerleşik hayata geçirme, şehirleştirme politikasını izledi. Onun zamanında başla­yan fetih hareketleri sürerken, savaş hukuku bağlamında, yeni­den gayr-i müslimler için savaş yükümlülüklerini sadece karşı ta­rafın askeri personeline ve savaşçılara yükleme, kadınları, çocuk­ları, yaşlıları, din adamlarını ve savaşa katılmayan erkekleri bun­dan muaf tutma ile isterlerse savaş esirlerinin şehir, kasaba ve köylerin imarına katılabilecekleri hükmünü getirdi. Kimi tarihçi­lere göre bu politikaya bağlı olarak düşman tarafından sanatçı ve ziraatçı kesimleri de bu muafiyetten yararlandırdı.

Bütün bunlar o günün Arap yarımadasının içinde bulunduğu temel toplumsal gerçeklerle yakından bağlantılıdır. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.Ali dönemlerinde de bu politika sürdürüldü. An-ak ilk defa Muaviye, ridde isyanlarını besleyen geleneksel dina­miklere dönecek ve Hz. Ali (r.a.)'ye karşı kadim ve şoven bir ruhu yeniden diriltip iktidarı ele geçirmeye çalışacaktı.

(  islâm toplumunun geçirdiği değişme bağlamında Muavi­yenin bu politikası merkezi bir önem taşır. [5]

 

Üçüncü Bölüm


YOKLUKTAN REFAHA


Islâmî tebliğin başladığı Mekke'de ve devletin Medine'de ku­rulduğu ilk yıllarda müslüman cemaatin Mekke müşrikleri ve Medine yahudileri yanında yokluk ve yoksullukla da çetin bir sa­vaş verdiği bir gerçektir. Mekke'de ilk müslüman topluluğa uygu­lanan boykot, Habeşistan'a düzenlenen hicretler ile yeni olan müslümanlann genellikle bakıma ve beslenmeye muhtaç yoksul ve köleler olması gibi nedenler, zaten kıt imkanlarla ayakta dur­maya çalışan cemaatin ekonomik gücünü büsbütün kırmıştı. Ama kuşkusuz en ağır darbe, Medine'ye yapılan hicretle geldi. Hicretin ekonomik anlamda maliyeti, gerek muhacirler gerekse Medine'li ev sahibi ensar açısından oldukça yüksek boyutlara ulaştı. Çünkü Medine'ye hicret edenler, hemen hemen bütün mallarım, mülk ve mal varlıklarını Mekke'de bırakmışlardı. Ancak canlarını kurta­rabilen bu insanlar Medine'ye geldiklerinde ziraatle uğraşan bir kavimle karşılaştılar. Şu var ki onlan şehirlerinde misafir edenler de en azından diğer unsurlarla mukayese edildiklerinde durum­ları pek iyi sayılmazdı. Başta ticaret ve el sanatları, kredi ve nakit piyasası yahudilerin elindeydi. Medine halkından olup mali durumları pek iyi sayılanlar ise, zaten bu hicretin hem kendi gü­venliklerini tehlikeye sokacağını düşünüyor, hem de mali bir yük teşkil edeceğim biliyorlardı; bundan dolayı mali yükümlülüklere katılma isteğini göstermiyorlardı.

Medine'de ensar ile muhacirler arasında ve bizzat Hz. Pey­gamber (s.a.vjin yönlendirmesi ve organizasyonuyla tesis edilen kardeşliğin {muahât) toplumsal kaynaşma temeli yanında önemi ihmale gelmez ekonomik bir temeli de vardı. Peygamberin amacı ilk sarsıntıyı, külfetleri adil ve gönüllü bir düzen içinde paylaştı­rarak atlatmaktı. Bu yakın vadedeki amacı izleyen orta ve uzun vadedeki asıl amaç ise muhacirlere ticaret ve ziraat yapabilecek bilgi, tecrübe, beceri ve fınans kaynaklarını kazandırıp onlan ekonomiye üretken insanlar olarak katmaktı. Nitekim Peygam-Tber'in ensara, Mekkeli kardeşlerini ziraat konusunda eğitmeleri­ni özel olarak istemesi ile Abdurrahman bin Avf gibi öteden beri iş­tigal konusu ticaret olan sahabilerin karşılıksız yardım yerine kredi talebinde bulunup pazarın yolunu sormalarının böyle bir anlamı vardır.

Hicret'ten iki sene sonra Bedir'de Mekkeli'lere karşı kazanı­lan zafer bir başka geçim kaynağının keşfedilmesini de sağlamış­tı. Bu, kolayca tahmin edilebileceği gibi savaş sonucunda elde edilecek ganimetin savaşa katılanlar arasında paylaştırılma siyi a getireceği umulan mali rahatlıktı. Ne var ki Bedir ve diğer savaş­lar uzun bir zaman beklenen rahatı sağlamak bir yana ağır mali yükler getirdiler.

Herhalde ilk rahat nefesin Hayber'in fethiyle alındığı söyle­nebilir. Hz. Aişe, zengin Hayber kaleleri ile verimli topraklarının ele geçirilmesinin sağladığı büyük rahatlığı: "-Biz Hayber günü­ne kadar doğru dürüst hurmaya bile doymuş değildik" diyerek ye­terince ifade ediyor.

Hayber'den sonra (H. 7. yıl) müslüman toplumun ekonomik hayatında nisbi bir ferahlık oldu. Ama Hz. Peygamber, hayatta olduğu sürece yine de kimse ne yumuşak yataklarda yatma imka­nını bulabildi ne de haftada bir gün et yiyebildi. Bu dönemde tica­ret belli bir gelişme göstermekle birlikte, yokluk müslüman toplu­mun hayatının tabii ve hatta biraz da kanıksanan bir parçası ol­makta devam etti. Kimi zaman Peygamber bile açlığından karnı­na taş bağlarken, Ashabına mütevazi bir hayatı, dünyaya karşı tutkuyla bağlanmanın tehlikelerini hatırlatmayı ihmal etmiyor­du. Aynı durum köklü farklılıklar göstermeksizin Hz. Ebu Bekir'in iki yıl süren yönetimi (632-634) zamanında da gözlendi.

Hz. Ömer zamanı genel ve dengeli bir iyileşme belirtileri gös­terdi. Beytülmal (siyasî organizasyonun hazinesi), belki de ilk de-ta mal ve altın akışına tanık oldu. Bu sırada Irak fethedilmiş, Ku­düs ele geçirilmiş, islâm topraklan hayli genişlemişti. Hz. Ömer, geleneksel mali politikayı izliyor, gelen ganimet mallarım ertesi s^ne bekletmeden dağıtıyordu. Ticaret, ziraat ve ganimet hac- Hz. Ömer'i yeni uygulamalara sürükledi,  hemen hemen herkesi önce İslâm'daki önceliği, sonra ihtiyaç esas alarak düzenli maaşa bağladı. Öyle ki bu uygu- kimi yoksul gayr-ı müslimler ve hatta hamile ve emzikli kadınlar bile yararlandırıldı.

Hz. Ömer, iyi bir gözlemci sıfatıyle, toplumun mal, ganimet ve ticaret hacminde artışlar oldukça, toplumsal çatışına ve politik bölünmelerin olacağını tespit etmiş, bu konuda kendinden sonra­ki yöneticileri uyarmıştı. Hatta ilk tehlike belirtileri karşısında, eğer bir yıl daha yaşayacak olsaydı, maliye politikasını ve gelir da­ğılımını kökten değiştirmeyi tasarladığını ifade etmişti. Buna rağmen iktidarı döneminde refah toplumunu doğuracak her türlü gelişmeye karşı kesin tedbirler alınmıştı. Söz gelimi vali ve komu­tanların özel konaklarda oturmaması, yöneticilerin uşak tutma­ması vb. önlemler. Hatta kimilerini aksi yöndeki tutumlarından dolayı hemen azlediyor veya bu yönde ihtiyatlı davransa bile Şam valisi Muaviye gibilerim açıkça azarlıyordu. Hz. Ömer yönetim ile toplum arasının bu yollarla açılmasına fırsat vermemeye çalışı­yordu. Ancak bu sade, mütevazi ve Peygamber'in sünnetini temel alan uygulama Hz. Ömer'in şehadctiyle son buldu, Hz. Osman'ın iktidara gelişinden sonra köklü değişikliklere uğradı.

Kuşkusuz insanoğlunun kendi imkan ve araçlarıyla elde etti­ği her başarının bir maliyeti vardır, ilk müslüman toplum da bu genel kuralın dışında değildi. Hz. Ömer'in on yıl süren adil yöneti­mi altında daha bir kaç yıl öncesine kadar doğru dürüst hurmaya bile doyamıyan müslüman toplum, şaşırtıcı bir hızla toprak ve egemenlik sınırlarım alabildiğine genişletme başarısını göster­mişti. 635'te Şam, 636'da Suriye ve Irak, 637'de tarihin en eski ve kutsal şehirlerinden Kudüs, 638'de Halep ve Antakya, 639'da Mı­sır'ın fethi, İskenderiye'nin zaptı (bu fetihler 642'ye kadar sürdü), 641'de Urfa, Harran ve Musul'un ele geçirilmesi ile Iran-Sasani İmparatorluğunun çökertilmesi, 643'de Trablusgarb'ın fethi müs-lümanlara büyük bir güç ve geniş bir hakimiyet alanı sağlamıştı. Aynı yıllar arasında Küfe, Basra ve Fustat gibi şehirler inşa edil­miş, Kudüs'te Mescid-i Aksa (Mescid-i Ömer ve kutsal kaya üze­rinde Kubbetü's-Sahra camileri inşa edilmiş), kadim dünyanın ticaret yolları yön değiştirmişti. Artık Mısır'ın buğdayı kara ve de­niz yoluyla başkent Medine'ye geliyordu. Ekonomi ve ticarette meydana gelen bu artış müslüman toplumun refah seviyesini yükseltiyordu. Yine de Halife Ömer, bozulmanın en başta ekono­mik hayatta başlayacağını iyi bildiğinden mal ve gelir bölüşümü-nün kendilerine güç ve iktidar kazandıracak sınıf ve zümrelerin teşekkülüne mani olmak için tedbirler alıyordu. Herkesten çok kendisi buna riayet etmeliydi. Kendisinden önceki iki devlet baş­kanının sade hayatından ayrılmamak için, ancak kendisine ve ailesine yetecek kadar maaş alıyor, kendi ununu sırtına yükleyip evine götürüyordu. 644'te şehid edildiğinde, bu kadar geniş coğra­fî bölgelere yayılmış bir devletin Halifesi olarak geriye bir kaç ya­malı gömlek ve bir miktar şahsi borç bırakıyordu.

Ancak aynı sade ve mütavazi tutum da bir daha geri gelme­mek üzere onunla birlikte gidiyordu. 12 yıl süren Hz. Osman döne­minde fetihler bütün hızıyla devam ederken, toplumsal hayatta ekonomiden gündelik yaşa3işa, idari yapılanmadan siyasal ve ah­laki ilişkilere kadar köklü değişiklikler gözlenmeye başladı. Bu dönemde 646'da îran ve Türkistan müslümanlann eline geçti. Es­kişehir fethedildi, Kuzey Afrika'da İslam hakimiyetine direnen önemli Berberi kabileler dize getirildi, Kıbrıs, Rodos, Ankara, He-rat, Belh müslüman topraklara katıldı. Bu kadar geniş bir alan üzerinde, savaşlar sonucunda elde edilen ganimet, toplanan ver­gi, ticari ve ekonomik faaliyetlerin kontrol edilmesinin yeni yeni güçlenen tüccar kesime sağladığı imkanlar ile toprak düzenine getirilen yenilik ve ıslah çalışmalarının tarımsal hayatı canlandı­rıp verimi arttırması, ekonomik ve siyasal sorunların bir anda es­kisine oranla daha büyük önem kazanmasına, bazı çevre ve züm­relerin ilgi merkezi durumuna geçmesine yol açtı.

Mal ve servet hacmindeki artışın ilk büyük ve yıkıcı etkilerini bu dönemde gösterip köklü toplumsal ve ahlaki değişmelere öncü­lük ettiği söylenebilir. Gerçekten birçok tarihçinin ittifakla belirt­tiği gibi 7. yüzyılın ikinci yarısına girildiğinde, müslüman toplum adeta bir başkalaşım geçiriyordu. Bunu gözlememek mümkün de­ğildi. Artık seçkin diyebileceğimiz kimi sahabenin hayatı eskisiy-le hiçbir benzerliği kalmamışçasma değişiyor, daha dün yoksul­luk, açlık çeken ve bundan şikayet etmeyen insanlar, şimdi saray gibi evlerde oturuyor, servetleri astronomik rakamlarla ifade edi­lir boyutlara ulaşıyordu.

Tarihçi Mesudi bu önemli olayı, kendisi de hayretlere düşerek Şöyle anlatıyor:

"Hz. Osman zamanında (644-656) Sahabe çiftlikler ve mal sa­hibi oldular. Hz. Osman şehid edildiği sırada, onun malî işlerine bakan hazinedarı nezdinde 150 bin dinarı ve bir milyon dirhemi vardı. Bıraktığı deve ve atlar da pek çoktu. Büyük sahabelerden Zübeyr'in vefatından sonra bıraktığı servetin sekizdebiri 50 bin dinardı ki, bu 400 bin dinar eder; bundan başka 1000 kısrak ile 1000 cariye bırakmıştı. Talha'nın Irak taraflarında günlük geliri 1000 dinara yükselmişti. Surat taraflarından gelen varidatı ise Ötekinden daha fazlaydı. Sahabe-i Kiram'dan Abdurrahman bin Avfın ahırlarında 1000 at vardı. Bundan başka 1000 devesi ve 10.000 koyunu mevcuttu. Abdurrahman bin Avf vefat ettiğinde serveti 84.000 dinardı. Ensar'dan Zeyd bin Sabit öldüğünde o ka­dar çok altın ve gümüş bırakmıştı ki onları keserle kırmak icap et­mişti. Bundan başka bıraktığı çiftlikler ve malların değeri 100.000 dinar civarındaydı. Zübeyr, Basra, Mısır, iskenderiye ve Kufe'de kendisi için dört konak inşa ettirmişti. Talha da kendisi için Kufe'de bir konak inşa ettirmiş, Medine'de bulunan evini ki­reç, kiremit ve saç ağacı kerestesinden inşa ettirmişti. Kadisiye komutanı Sa'd bin Ebu Vakkas, Medine'nin Akik adlı mevkiinde kalın ve yüksek duvarlı, geniş bahçeli bir konak yaptırarak üst kı­sımlarını balkonlarla süslemişti. Bedir savaşçılarından Mikdad, Medine'de içi ve dışı kireçlenmiş bir ev yaptırmıştı. Yine Yü'li bin Münibe 50.000 dinarla 300.000 dirhem değerinde bulunan akar ve mal bırakmıştı."

Ekonomik refah seviyesinin yükselmesi, toplumsal hayatta ahlakî ve ruhsal gerilemeye yol açabilir mi? Kuşkusuz evet. Maddî refah, toplumsal gelirde sağlanan artış, toplumsal hayatın diğer alanlarının değişim geçirmesinde "belirleyici" rol oynamasa bile, "etkileyici" rol oynar. Ve bu genel toplumsal yasaya (ilahî sünnet) masumiyet sıfatını ilahî koruma dolayısıyla taşıyan Peygamber­ler hariç, diğer bütün fertler dahil edilebilir. Ancak buna rağmen, takva ve sorumluluk sahibi kimi seçkin yönetici ve insanlar her zaman ekonominin cezbedici gücüne karşı direnme gücünü göste­rebilirler. Özellikle Hz. Ömer zamanında müslüman toplumun maddi refah seviyesinde veya devletin gelirlerinde önemli bir artı­şın olmadığını kimse iddia edemez. Ama açıkça gözlendiği gibi bu dönemde toplum, kararlı, adil ve Şûrâ'ya dayalı bir yönetim saye­sinde yüksek konumunu koruyabilmiş, eski dönemle mukayese edildiğinde yadırgatıcı gelişmelerin ortaya çıkmasına izin veril­memiştir. Hz. Ömer'in şehadetinden evvel, eğer yaşayabilirse ekonomik gelir dağılımını yine gözden geçireceğini söylemesi, ile­ride beklenen önemli bir tehlikeye işaret etmesinden başka bir şey değildi.

Ne kadar büyük ve duyarlı manevî bir hayata sahip olursa ol­sun, Hz. Osman (r.a.) yönetiminin -özellikle ikinci altı yıllık süre­de- kendisinden önceki üç büyük yöneticinin (Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) kalitesini tutturanı adı ğınd a kuşku yok­tur. Bu tarihsel gerçek, Halife'nin kişisel saygınlığı ve ona karşı duyulan hürmeti azaltmamızı gerektirmese de, onun yönetim tar­zının ortaya çıkardığı aksaklıkları ve kendisinden sonraki islâm toplumlarında büyük bir çalkantı ve çatışmalara neden olacak olumsuz faktörleri gözardı etmemizi gerektirmez.

Kendisine başkatip (bir tür Başbakan) tayin ettiği Mervan'ın -ki Peygamber efendimizle alay ettiği için Peygamber tarafından tel'in edilen As'ın oğludur ve Hz. Osman, As'ın sürgününe son ver­mişti- Afrika'dan gelen hayvan ve zinet eşyaları türünden gani­metleri müzayede usulüyle alıp parasını vermemesi, Halife'nin bunu Beytülmal'dan ödemesinden, yine Hz. Osman'ın o güne kadar yürürlükte olan zekat alış sistemini beyan usulüyle değiş­tirmesine kadar birçok uygulama, kendi döneminde ve sonraki devirlerde servetin bir avuç insanın elinde temerküz etmesi gibi ciddi ve tehlikeli sonuçlara yol açtı. Bilindiği gibi Hz. Osman'a ge­linceye kadar devlet görevlisi olan amiller, her sene sonunda ziraî ve ticarî malların zekatını almak üzere kişilere gider ve onların hesaplarını gözden geçirmek suretiyle tahakkuk eden zekatı alır­lardı. Hz. Osman, ödenecek zekat miktarını, malın kişiler tarafın­dan beyanına bağlayarak sistemde önemli bir değişiklik yaptı. Bu içtihadına mesned olarak gösterdiği gerekçeye göre kişinin Allah'a karşı duyduğu sorumluluk ve korku, ticarî ve malî hesap­larını gözden geçirmekten, ayıp ve kusurlarını araştırmaktan daha iyidir. Düşünce olarak iyi bir gerekçe olmasına rağmen, bu sistem bir takım suistimallere açıktı.

Netice itibariyle gelişen fetihlerle artan servet ve refah, israf ve sünnete aykırı harcama biçimlerinin yaygınlaşması ile artık geçmiş dönemin sade ve kanaatkar anlayışının yerini alan mal ve servet tutkusu islâm toplumunun zaman içinde bozulmaya uğra­masının belli başlı nedenleri arasında yer aldı. Hz. Ali'nin kısa suren ve fakat isyan ve savaşlarla geçen hilafet dönemi, bu top­lumsal bozulmanın önünü alacak köklü reform kararlarının alın­masına imkân ve fırsat vermedi.

Böylece Muaviye'yi Şam'da iktidara getiren iki önemli olgu, m Muaviye'nin geleneksel Arap kabile ve aşiret yapısında varo-

lan hükmî şahsiyete karşı isteksizliği alabildiğine Hz. Ali'ye karşı bir siyaset aracı olarak kullanması, diğeri verdiği sinyallerle re­fah ve servet peşinde koşan etkili ve yaygın güçlere bunu en iyi kendisinin sağlayabileceğini vadetmesidir. Vakıa şuydu ki, Şam valiliği sırasında Muaviye, bir yandan Bizans hile ve siyaset araç­larını yeterince tetkik etmiş, diğer yandan ileride kendisini ikti­dar mücadelesinde destekleyecek askeri ve bürokratik sınıfları mal ve servete boğmuştu. Başta Şam halkı olmak üzere, artan refahtan daha çok pay isteyen sınıflar ve zümreler, Medine'de Hz. Peygamber'in sade ve mütevazı hayat biçimini savunan Hz. Ali'nin iktidarında kendileri adına iyi bir gelecek görmüyorlardı. Onlara servet ve iktidar zevkini ancak Muaviye taddırabilirdi; nitekim o da bu konuda hayli cömert olduğunu her fırsatta belli ediyordu.

Hz. Ali'nin geniş bir toplumsal destekten yoksun olarak giriş­tiği mücadeleyi kaybetmesi iki önemli sonuç doğurmuştu: Biri, Beni Umeyye'nin Haşimilere karşı giriştiği kadim bir mücadeleyi kazanmasıydı; çünkü Peygamber zamanında bile Beni Ümeyye bu kadim rekabeti unutmamıştı. Diğeri, biat, seçim ve şura'ya dayalı Islami yönetim biçimi bu olaydan sonra yerini saltanat, baskı ve keyfi rejimlere bırakmıştı.

Bu bir kopuşun da ifadesi olan bu köklü değişimin etkilerini müslümanlar tarihleri boyunca hissettiler ve elan da hissetmeye devam etmektedirler. [6]




[1] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/43-44.

[2] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/45-47.

[3] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/47-52.

[4] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/52-53.

[5] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/55-61.

[6] Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 2/62-68.