Konu Başlığı: Asr-ı saadette Kuranın anlaşılması Gönderen: Safiye Gül üzerinde 06 Ekim 2010, 15:50:31 ASR-I SAADETTE KUR'AN VE SÜNNET 'İN ANLAŞILMASI Doç. Dr. M. Sait Şimşek Birinci Bölüm ASR-I SAADETTE KUR'AN'IN ANLAŞILMASI Giriş Hz. Âdem'den itibaren insanlar, tarihin her döneminde ilâhî mesajlara muhatap olmuşlardır. Mesajların tekrarlanması, zaman zaman gelen mesajlar arasında farklılıkların bulunması elbette bir ihtiyaçtan dolayı idi. Toplumsal hayatın sürekli bir gelişme, en azından bir değişme içerisinde olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. İnsanlık, tarihi boyunca değişik evrelerden geçmiştir. Her evrede değişik gereksinimlerinin olması doğaldır. Belki insan aynı insandır, ilk insanın da aklı vardı, iradesi vardı. O da seviyordu, nefret ediyordu; seviniyor ve kederleniyordu. Onun da ihtirasları, arzuları ve umutları vardı. O da çevresindeki yaratıklara hükmetme, onları yönetme çabası içerisindeydi. Ancak toplumsal hayatın gereksinimleri değişiyordu. Hatta insanın fizik yapısında bile tabiat şartlarına uyum sağlayan değişiklikler olmuştur. Bugünkü insanın fizyolojik bünyesi; altmış zira uzunluğunda olan Hz. Adem'in,[1] bin küsur sene yaşayan Hz. Nuh'un[2] bünyesinin aynı değildir. Herşeyi yiyebilen ve her yiyeceği yemesi mubah olan insanın[3] midesi ile günümüz insanın midesi elbette aynı değildir. Bu nedenle bir sonraki ilâhî mesajla önceki mesajın, hele kıyamete kadar kalıcı olan son mesaj ile zaman ve mekânla kayıtlı olan önceki mesajların arasında bir takını farklılıkların bulunması doğaldır. Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın insanlara gönderdiği son kitaptır ve O'nun insanlığa son mesajlarını içerir. Bu nedenle de diğer kitaplardan daha mükemmeldir ve onlardan farklı özellikler taşır. Kur'an-ı Kerim'i önceki kitaplardan ayıran temel özellikleri üç maddede toplamak mümkündür: Mucize oluşu, peyderpey indirilmiş olması ve bir de Allah tarafından korunmuş olması. [4] 1- Kur'an'ın Mucize Oluşu: Her peygamber mucize veya mucizelerle gönderilir. Mucize, peygamberin peygamberliğinin isbatıdır. Kendisiyle meydan okunan bu mucizenin benzerim insanlar meydana getiremezler; benzerini getirmekten âciz kalırlar. îşte bu nedenle ona "mucize: âciz bırakan" denilmiştir. Önceki peygamberlerin mucizeleri, kevnî mucizeler idi. Kâinata hakim kanunları şu veya bu yönüyle tersyüz eden olağanüstülükler şeklindeydiler. Önceki peygamberler belli bir dönem veya bölgeye gönderilmişlerdir. Onlara muhatap olan insanlar ya bizzat bu mucizelere şahit olmuş veya ikinci üçüncü ağızdan duymuşlardır. Olaya şahit olan ile olayı nakledenler arasındaki rivayet zinciri kısadır. Belki de önceki peygamberlerin mucizelerinin kevnî mucizeler nevinden oluşunun önemli nedenlerinden biri budur. Çünkü rivayet zinciri uzun olsaydı, muhatap açısından, nakledilen herhangi bir efsane konumunda olurlardı. Oysa Peyamberimizin peygamberliği, gönderilişinden itibaren kıyamete kadar bütün insanlaradır. Her yere ve her nesile taşınabilir; muhatap olan her insanın müşahede edebileceği cinsten bir mucizeye ihtiyaç vardı. Kur'an-ı Kerim, her bölgeye ve her nesile taşınabilir bir mucizedir. Yüce Allah, Kur'an'a benzer getirme konusunda üç aşamalı bir meydan okumada bulunmuştur: Sırasıyla, Önce Kur'an'm tamamına benzer getirilmesi için meydan okumuş,[5] sonra on sûresine,[6] en sonunda da bir sûresine[7] benzer getirilmesi hususunda meydan okumuştur. Bu meydar okuma, indiği dönemdeki insanlara yapıldığı gibi, sonraki nesillere de yapılmıştır. Kıyamete kadar da devam edecektir. Burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir: Her peygamberin mucizesi, kendilerine gönderildiği toplumun ilgi duyduğu ve mahir oldukları alanla ilgili olmuştur, insanların «dikkatlerinin çekilmesi için buna ihtiyaç vardır, insanların ilgi alanları ve mahir oldukları hususlar bölgeden bölgeye ve nesilden nesile farklılık arzettiğine göre Kur'an'm icaz yönleri de buna paralel olarak pek çok olmalıdır. Kur'an'm icazına dair eser verenler bu yönlere işaret etmişlerdir. [8] 2- Kur'an'ın Peyderpey İndirilmiş Olması: «înkâr edenler; Kur'an ona topluca indirilmeli değil miydi? dediler,»[9] âyetinden önceki kitapların bir defada topluca indirilmiş olduklarını anlıyoruz. Bu itirazı ister yahudiler yapmış olsun, ister müşrik araplar yapmış olsun, anlatılmak istenen, Kur'an'm niçin önceki kitaplar gibi bir defada indirilmediğidir. Yüce Allah âyetin devamında önceki kitapların da aynı şekilde peyderpey indirildiklerini ifade etmediğine göre onlar bir defada indirilmişlerdir. Nitekim Tevrat'ın levhalara yazılı olarak indirildiği başka âyetlerde ifade edilmekte ve ifade üslûbundan bu levhaların bir defada indirildikleri anlaşılmaktadır.[10] Kur'an'm peyderpey indirilmiş olması, Kur'an'm korunması, kıyamete kadar kalıcı olan islâm dininin prensiplerinin pratik hayata aktarılarak köklü bir şekilde yaşanması, daha sonra gelecek nesillere örnek bir hayat modelinin sunulması ve Kur'an'm sağlıklı bir şekilde anlaşılmasıyla yakından ilgilidir. Her indirilen âyetler grubu hem vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hem de bazı sahabiler tarafından ezberleniyordu. Yüce Allah, Kur'an'ı korumayı kendisi üstlenmişse. de onun beşerî imkân ve vasıtalar yoluyla da korunmasını dilemiştir. Topluca indirilmiş olsaydı beşerî koruma zorlaşacaktı. Gerek Peygamber (s.a.v.), gerek îslâma ilk girenler, müşriklerin eziyet ve işkenceleriyle karşılaşmışlardır. Vahyin tekrar tekrar gelmesi hem onları teselli edip azimlerine güç katmış ve hem de nasıl davranacakları konusunda onlara rehberlik etmiştir. Peyderpey inen vahiy müslümanlarm olumlu ve fedakârca davranışlarını Övüyor ve böylece onları daha mükemmele doğru teşvik ediyordu. Olumsuz davranışlarından dolayı da onları uyarıyordu. Mesela Uhud savaşında müşrik birinin attığı bir okla Peygamberin dişi kırılıp yüzü yarılmış, bunun üzerine müşrikler, Peygamberi Öldürdük diye bağırmışlardır. Savaşan saflar arasında bu yalan haber etkisini göstermiş ve müslüman savaşçılardan bazıları paniğe kapılarak dağılmışlardır. Bu olay üzerine Pey-gamber'in fani, İslâm dininin ise baki olduğunu, böyle bir durumda bile müslümanlarm sebat etmeleri gerektiğini bildiren şu âyet inmiştir.[11] «Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükre-denleri mükâfatlandıracaktır.»[12] Asr-ı Saadet müslümanlarınm çok diri bir islâm anlayış ve hayatına sahip olmalarının sebeplerinden biri budur. Böylece vahiyle aralarında çok canlı bir iletişim sağlanmıştı. Sosyal bir problem ortaya çıktığında ardından vahiy gelip o problemi çözüme bağlıyordu. Buna dair zikredilebilecek pek çok olay vardır. Misal olarak aile müessesesini ilgilendiren bir olayı nakletmekle yetineceğiz: Araplar arasında "zihar" denen bir âdet vardı. Kişi karısına; "Sen bana anamın sırtı gibisin" dediğinde, artık karısı kendisine haram sayılır ve ebediyyen terkedilmiş olurdu. Ashabtan Evs b. Sabit de karısına kızmış ve kendisine bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hz. Peygambere giderek genç yaşında kocasına hizmet ettiğini, ona çocuk doğurduğunu, şimdi ise bu ihtiyarlık zamanında kocasının o sözü söyleyerek kendisini yüzüstü bıraktığım; çocukları bulunduğunu, çocuklarını alıp gittiği .takdirde çocuklarının aç kalacaklarım, onları babalarına terkettiği takdirde de perişan olacaklarını belirterek kocasına dönmek istediğini ifade etti. Hz. Peygamber; "Artık sen ona haramsın" dedi. Ancak kadın, çocukları için üzüldüğünü söylüyor ve lehine bir hüküm verilmesi konusunda İsrar ediyordu. Nihayet o eski geleneğin yanlış bir zandan ibaret olduğunu, böyle bir sözle bir kadının, kocasının anası olamayacağını bildiren şu âyetler indi:[13] «Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir, içinizden zihar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan bir laf söylüyorlar. Kuşkusuz Allah, affedici, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zihar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılariyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size Öğütlenen budur. Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu, Allah'a ve Resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acıklı bir azap vardır.»[14] Sosyal problemler anında çözümlendiği gibi itikadı problemler de çözüme bağlanıyordu. Bu konuda da bir misal vermekle yetineceğiz: Huneyn savaşında müslümanlar çokluklarıyla gururlandılar. Zaferi isteme noktasında hakkıyla Allah'a dayanmadılar. Öyle ki aralarında: "Bugün, sayımızın azlığından dolayı artık yenilmeyeceğiz" diyenler oldu. Gerçekten bu savaşta müslümanlar, daha önce hiçbir savaşta ulaşamadıkları bir sayıya ulaşmışlardı. Fakat bu sayıya rağmen Havazin kabilesine mensup okçular, pusuya yattıkları yerden çıkıp, islâm ordusunu ok yağmuruna tuttular. Müslümanların öncü kuvvetleri dağıldı, öncü kuvvetler geri çekilince islâm ordusunu bir panik aldı. Ancak'Hz. Peygamber (s.a.v.) ve çevresindeki bir avuç kahramanın sebat ederek direnmeleri sayesinde bu panik atlatılabildi. Müslümanların sayılarıyla gururlanmaları inançlarına yakışmayan bir tavır idi. Müslümanlar, zaferin Allah'ın elinde olduğunu bilmeliydiler. Böyle bir gurura kapılmamalıydılar. Sözkonusu olaydan sonra şu âyetler indi:[15] «Andolsun ki Allah, birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti, fakat sizden (size gelen hezimet ve savaş sıkıntılarından) hiçbir şeyi gi-dermemişti. Sonunda bozularak gerisin geriye kaçmıştınız. Sonra Allah, Resulü ile müminler üzerine sekînetini indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de (onlarla) kâfirlerle azap verdi. îşte bu, o kâfirlerin cezasıdır. Sonra Allah, bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[16] Müslümanların savaş öncesindeki tavırları, islâm inancı ve müslümanın ahlakıyla uyumlu ve tutarlı bir davranış değildi. Çokluklarıyla gururlanıp zaferin Allah'ın elinde olduğunu unutmamalıydılar. Âyetler, davranışlarını düzeltiyor ve problemlerine olayların içinde çözüm getiriyordu, Kur'an-ı Kerimin peyderpey indirilmesiyle Asr-ı Saadet müs-lümanları yaşayarak ve içlerine sindire sindire islâm'ı öğrendiler. Sonraki müslüman nesiller için model toplum oldular.[17] Kur'an'm peyderpey indirilmiş olması, toplumların eğitimi konusunda tedrice riayet edilmesi gerektiği noktasında bir rehberlik ve uyarıdır. Bir toplumun eski alışkanlık ve geleneklerini bir anda değiştirmesi beklenemez. Değişim için zamana ve tedrice ihtiyaç vardır. Kur'an-ı Kerimin bu şekilde indirilmesi, korunmasını da kolaylaştırmıştır. Araplar ümmî bir toplum idiler. Okuma-yazma bilenleri parmaklarla sayılacak kadar azdı. Okuma-yazma oranı ancak islâm geldikten ve eğitimini yaptıktan sonra çoğalabilmiş-tir. Kur'an'dan âyetler indiğinde bir taraftan vahiy kâtipleri tarafından yazılırken birçok kişi tarafından da ezberleniyordu. [18] 3- Kur'an'ın Korunması: Yüce Allah Tevrat'tan sözederken: «Allah'ın kitabını korumaları kendilerinden istendiği için...»[19] buyurmaktadır. Âyetten de anlaşıldığı gibi Tevrat'ın korunması insanlara bırakılmıştır. Oysa Kur'an-ı Kerim'in korunmasını bizzat yüce Allah üstlenmiştir. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır: «Zikri kesinlikle biz indirdik ve elbette onu yine. biz koruyacağız.»[20] Yüce Allah'ın, Kur'an'ın korunmasını üstlenmiş olmasını, olağanüstü yollarla onu koruduğu anlamına alamamalıyız. Elbette olağanüstü yollarla da onu koruyabilirdi. Ancak korunması olağan yollarla olmuştur. Allah insanları bu işe musahhar kılmış ve koruma bu şekilde gerçekleşmiştir. Şöyle ki: Peyderpey inen Kur'an âyetleri vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu. Yazılan bu âyetler Peygamber (s.a.v.) tarafından şifahî yolla da insanlara tebliğ ediliyor ve namazlarda okunuyordu. Böylece inen her âyet grubu, Peygamber (s.a.v.)'in yanısıra birçok sahabî tarafından da ezberleniyordu. Sahabenin Kur'an okumaları, sadece namazlarla sınırlı değildi. Mescitlerde ve değişik ev toplantılarında topluca okundukları gibi fertler de kendi kendilerine okuyorlardı. Peygamber (s.a.v.) zaman zaman sahabîleriyle birlikte oturup kıraati güzel olan sahabîlerinden birine, kendilerine Kur'an tilavet etmesini teklif ederdi.[21] Sahabîlerin de ibadet olarak en başta geien meşgalelerinden biri, Kur'an okumak idi. Kur'an'm okunması ve başkalarına öğretilmesi Peygamber (s.a.v.) tarafından teşvik ediliyordu. O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: «Sizin en hayırlınız, Kur'an'ı öğrenip Öğretendir.»[22] Peygamber (s.a.v.), merkezden uzak bir topluluk îslâm'ı kabul ettiklerinde hemen onlara bir eğitici gönderirdi. Bu eğiticinin görevi, o müslümanlara Kur'an'ı okutmak ve onlara dini öğretmekti. Birinci Akabe biatmda biat eden oniki Medine'li ile birlikte Mus'ab'ı eğitici olarak göndermiştir.[23] Bu olay, eğitici gönderme işinin Mekke döneminde başladığını gösterir. Peygamber (s.a.v.) bir yere bir idareci gönderdiğinde Kur'an'a daha çok vakıf olam tercih, ederdi.[24] Dünyevî makamlar bile Kur'an'm daha iyi bilinmesine bağlı kılmmışsa, böyle bir toplumda Kur'an okumanın yaygınlık kazanması doğaldır. Mescitler Kur'an öğreniminin yapıldığı merkezler idi. Nitekim Peygamber (s.a.v.) de bunu teşvik ediyordu.[25] Mescitler dışında da Kur'an eğitiminin yapıldığı merkezler vardı.[26] Bedirde esir düşen müşriklerden fidye ödeyecek durumda olmayanların serbest bırakılmaları için on müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmelerinin istendiği bilinmektedir. Bu müşrikler, sozkonusu eğitimi mescidin dışında yapmış olmalılar. Buna göre mescidler dışında eğitim yapılan merkezler vardı ve bu merkezlerde de Kur'an eğitimi yapılıyordu. Kur'an'ı ezberleme ve zabtı ile uğraşma, Ashab-ı Suffe'nin görevlerinin başında geliyordu. Bunlar, kimsesi, evi-bannağı bulunmayan kimselerdi. Geçimlerini sağlamak için başkalarının yanında ücretle çalışır, iş bulamadıklarında odun toplar ve topladıkları odunları satarak geçinirlerdi. Geri kalan zamanlarını ise, Kur'an okumak, onu başkalarına okutmak ve ibadet etmekle geçirirlerdi. Kur'an-ı Kerim, belagat ve üslubuyla da Arapları cezbediyor-du. Bu ise, ezberlenmesini kolaylaştıran etkenlerdir. O dönem Araplarınm güçlü bir hafızaya sahip oldukları bilinmektedir. Saydığımız bütün bu faktörler, Kur'an'm hem şifahi ve hem de yazı yoluyla korunmasını ve sonraki nesillere korunmuş olarak aktarılmasını sağlamıştır. Kur'an'ı Kerimi diğer ilahî kitaplardan ayıran başka yönleri de vardır. Biz burada sadece önemli olan ve konumuzu ilgilendiren hususlar üzerinde durduk. [27] 4- Kur'an'ı Anlama Çabaları Asr-ı Saadet müslümanlarınm Kur'an'ı okuyup ezberlemeye gösterdikleri bu özeni, aynı zamanda onu anlama, üzerinde düşünme ve onunla amel etmeye de gösteriyorlardı. Kur'an'ı anlamaya çalışmak ve üzerinde düşünmek yüce Allah tarafından istenen bir husustur: «Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?»[28] «Sana bu mübarek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.»[29] Peygamber (s.a.v.) Kur'an'ı okurken onunla âdeta karşılıklı iletişime geçiyordu. Rahmet âyeti okuduğunda durup Allah'tan rahmet diliyor, azap içeren bir âyet okuduğunda da yüce Allah'a, kendisini o azaptan korusun diye dua ediyordu.[30] Âlimler, Peygamber (s.a.v.)'in bu tarz okuyuşunu ve bu konudaki tavsiyelerini gözönünde bulundurarak, Kur'an'ı okurken bu şekilde davranmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir.[31] Kur'an'ı anlamadan ve üzerinde düşünmeden onu bu şekilde okumanın mümkün olamayacağı açıktır. Kur'an'ı anlamaya ve âyetleri üzerinde düşünmeye o kadar Önem verilmiştir ki bazı âlimler Kur'an'ı tarif ederken: "Üzerinde düşünülüp ibret almak için indirilmiş Arapça sözlerdir." demişlerdir.[32] Tabiînin ileri gelenlerinden Ebû Abdurrahman es-Sülemî (öl. 74/693) şöyle demektedir: "Osman b. Affan, Abdullah b. Mes'ud ve Kur'an-ı Kerim'i bize öğreten diğerleri, Peygamber'den on âyet öğrendiklerinde o âyetlerdeki ilim ve ameli bellemeden başka âyetlere geçmediklerini anlatırlardı. Diyorlardı ki: Kur'an'ı, ilim ve ameli birlikte öğrendik.[33] Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın sekiz yılda Bakara sûresini ezberlediği nakledilmektedir.[34] Bu rivayetler Kur'an okurken onların günümüzde olduğu gibi okuyup geçmediklerini, üzerinde düşüne düşüne ve içlerine sindi-re sindire okuduklarını göstermektedir. Hatta sahabenin, muhakemeleri henüz gelişmemiş ve Kur'anda anlatılanları anlayamayacak yaştaki çocuklarına Kur'an'ı okutmadıkları ifade edilmektedir.[35] işte bu hususları gözönünde bulunduran bazı âlimler, Kur'an'ı anlayıp üzerinde düşünmeden onu okumayı hoş karşıla-mamışlardır.[36]Hasanu'l-Basrî'nin, (öl. 110/728) anlamını bilmeyen çocuk ve kölelerin Kur'an'ı okumalarından şikâyet ettiği ve bu şikâyetim dile getirirken şu âyeti okuduğu rivayet edilmektedir:[37] «Sana bu mübarek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.»[38] Yine Tabiînden Said b. Cübeyr (öl. 95/713): "Kur'an'ı okuyup sonra da onu tefsir etmeyen kişi, kör -veya bedevi- gibidir" demiştir.[39] Hz. Ömer hakkında nakledilen şu rivayet dikkat çekicidir: Hz. Ömer'in hilafeti döneminde Basra valisi Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Hz. Ömer'e bir mektup göndererek Basra'da o yıl Kur'an'ı ezberleme işiyle uğraşanların çokluğundan sözeder ve beytu'l-maldan bunlara yardım gönderilmesini ister. Vali ertesi sene aynı istekte bulunur ve Kur'an hıfzıyîa uğraşanların kat kat arttığını haber verir. Hz. Ömer'in ona verdiği cevap şöyledir: "Onları kendi halleriyle başbaşa bırak. Korkarım ki insanlar, kendilerini Kur'an'ı ezberleme işine kaptırır ve onu anlama işini ihmal ederler."[40] Kur'an âyetleri üzerinde düşünmeden kısa bir müddet içerisinde Kur'an'ın hatme dilmesini selef hoş karşılamamiştır. Buharı ve Müslim'in de naklettikleri Peygamber (s.a.v.) ile Abdullah b. Amr arasında geçen şu konuşma buna ışık tutmaktadır: — Peygamber (s.a.v.) bana, Kur'an'ı bir ayda hatmet, dedi. — Kendimde bundan daha fazlasına güç buluyorum, dedim. — O halde on günde hatmet, dedi. — Kendimde bundan da daha fazlasına güç buluyorum, karşılığım verdim. Bunun üzerine şöyle dedi: — Yedi günde hatmet, daha az bir müddette hatmetme.[41] Rivayet edildiğine göre biri Abdullah b. Abbas'a (öl. 68/687) gelerek, okuyuşunun çok süratli olduğunu ve Kur'an-ı Kerimi üç günde hatmettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Ab-bas kendisine şöyle demiştir: "Bakara sûresini bir gecede okuyup onun üzerinde düşünmek ve onu tertil ile okumak, dediğin şekilde okumaktan daha güzeldir."[42] Kimi rivayetlerde sahabeden bazısının Kur'an-ı Kerimi bir günde sekiz defa, bazısının dört defa, bazısının üç, bazısının iki ve bazısının bir defa hatmettikleri[43] ifade ediliyorsa da bunun hem Peygamber (s.a.v.)'in tavsiyesiyle bağdaşmadığı ve zaman olarak da mümkün olmadığı açıktır. Abdullah b. Ömer (öl. 73/692) ve Muaz b. Cebel (öl. 18/639), Kur'an-ı Kerimi üç günden az bir müddet içerisinde hatmeden kişinin, okuduğundan bir şey anlamadığını söylemişlerdir.[44] Bu arada ashabın Kur'an'a mutlak bir bağlılıkla bağlı olduklarını, gelen emirlere anında itaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Bu konuda pek çok misal zikretmek mümkündür. Ancak konuyu uzatmamak için bir misali zikretmekle yetineceğiz: Enes b. Malik şöyle diyor: Peygamber (s.a.v.) daha önce Kudüs'e doğru namaz kılıyordu. Bilahare «(Ey Muhammed), biz senin yüzünün göğe doğru çeuirilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni, hoşlandığın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram'a çevir.»[45] âyeti indi. Bu âyet indikten sonra biri, Selemeoğullarının yurdundan geçiyordu. Onlar sabah namazına durmuş rukûda idiler. Namazın bir rekâtım kılmışlardı. O geçen kişi, kıblenin değiştiğine dair onlara seslendi. Rukûda oldukları halde Kabe'ye doğru yöneldiler.[46] içkinin kesin olarak yasaklanması ve diğer emir ve nehiyler-le ilgili âyetler indiğinde de aynı hassasiyeti göstermişlerdir. Kur'an âyetleri üzerinde düşünmek ve onları anlamaya çalışmak hususunda herhangi bir kültür düzeyi aranmıyordu, Kur'an okuyan herkes, onu anlamak ve onunla amel etmek için çalışıyordu. Ancak herkesin böyle bir çaba içerisinde olması, hepsinin onu aynı düzeyde anladıkları anlamına gelmez. Anlamım bilmedikleri kelime veya terkipleri Peygamber (s.a.v.) hayatta iken ona, onun vefatından sonra ise birbirlerine soruyorlardı. Kur'an'ı Kerim onların konuştukları bir dil ile inmişti. Ancak Kur'an'ı aynı düzeyde anlamaları için, onun, konuştukları dil ile inmiş olması yeterli değildir. Çünkü Kur'an âyetleri birbirlerini açıklamaktadır. Kur'an'la iştigali daha fazla olan, onu anlama konusunda diğerinden daha fazla imkâna sahiptir. Ayrıca Kur'an'm bazı müşkilleri var ki muhakeme, hafıza ve değerlendirme gücünü gerektirir. Elbetteki insanların bu tür yetenekleri aynı seviyede değildir. Ayrıca şu veya bu sebepten dolayı bir kelimenin ya da bir cümlenin anlamım bilmezken diğeri onun anlamım biliyordu. Meselâ Hz. Ömer minberde âyetini[47] okumuş ve kelimesinin anlamını biliyoruz ama şu ne anlama geliyor, demiş, sonra da kendi kendine: "Ya Ömer, ne diye zorlanıyorsun (anlamım bilmiyorsan, oku ve geç)" demiştir.[48] Yine Ibnu Abbas'in ifadesinin ne anlama geldiğini bilmediği ve bu ifadede geçen kelimesinin anlamını bir bedevi Araptan öğrendiği nakledilmektedir.[49] Ruharî'nin naklettiğine göre Adiy b. Hatim; âyetinden[50] ne kastedildiğini anlayamamış ve yastığının altına siyah ve beyaz iplik koyarak gece kalkıp bu ipliklere bakarak vakti tesbit etmeye çalışmış, bu şekilde vakti tesbit edemeyince de gidip durumu Peygamber (s.a.v.)e anlatmıştır. Peygamber (s.a.v.), âyetten ne kastedildiğini kendisine anlattıktan sonra bu ayetin inceliğini kavrıyamamış olduğunu da kendisine söylemiştir.[51] Yine rivayet edildiğine göre hilafeti döneminde Hz. Ömer, Kudame b. Maz'un'u (öl. 36/656) Bahreny'e vali tayin etmişti, el-Carud isminde biri gelip Kudame'nin içki içerek sarhoş olduğunu Hz. Ömer'e haber vermiştir. Hz. Ömer, el-Carud'dan şahit göstermesini isteyince, o da Ebu Hüreyre'yi şahit göstermiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer, Kudame'ye, kendisini kamçılatacağım söylemiştir. O zaman Kudame, "Allah'a yemin ederim ki, dedikleri gibi içki içmiş olsam bile beni cezalandıramazsın" karşılığını vermiştir. Hz. Ömer, niçin diye zorunca Kudame şöyle demiştir: Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: «îman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp, iman ettikleri, sonra yine sakınıp iyilik ettikleri takdirde yediklerinden ötürü günah yoktur.»[52] Ben, iman edip iyi işler yapan sonra sakınıp iman eden, yine sakınıp iyilik edenlerdenim; Peygamber (s.a.v.)'le birlikte,.Bedir, Uhud, Hendek ve diğer savaşlara katıldım. Kudame'nin bu sözleri üzerine Hz. Ömer; Buna cevap verecek yok mu? demiştir. Bu çağrısına îbnu Abbas karşılık vermiş ve şöyle demiştir: Sözkonusu âyet geçmişte -içki ya saklanmadan önce-içmiş olanlar için mazeret, sonra içeceklerin aleyhine hüccettir. Çünkü yüce Allah: «Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir.»[53] buyurmaktadır.[54] Başka bir rivayete göre Hz. Ömer'in kendisi Kudame'nin bu yanlış anlamasını düzeltmiş ve: Ey Kudeme, sen âyeti yanlış yorumluyorsun. Ancak Allah'ın yasakladığından uzak durduğun takdirde "hakkıyla sakınan biri" olursun, elemiştir.[55] Bu nakillerden de anlaşıldığı gibi sah tbenin Kuj'an'f anlama düzeyleri birbirlerinden farklıydı. Ancak anlama düzeyi düşük olan da Ku'ran'ı anlamaya çalışıyordu ve kimse ona, niçin Kur'an'ı anlamak için uğraşıyorsun? Bu işten vazgeç, seviyen buna müsait değildir, demiyordu. Dikkat çeken diğer bir husus ise, yanlış anlayanların hatalarım kabullenmeye hazır olmalarıdır. Bu, onların dine olan bağlılık ve samimiyetlerinin, ayrıca birbirlerine olan güvenlerinin göstergesidir. [56] 5- Kur'an'ı Anlamak İçin Başvurdukları Kaynaklar Asr-ı Saadet müslümanlarının Kur'an-ı Kerimi anlama noktasında dil açısından bir problemlerinin bulunmadığına değinmiştik. Kur'an-ı Kerim, günlük hayatlarında konuştukları dil ile inmişti. Belki biri için şu kelime, diğeri için başka bir kelime yabana gelmiş olabilir. Hatta aralarında şu veya bu kişi bazı cümlelerden ne kastedildiğini anlamamış olabilir. Ama bir bütün olarak Kur'anı anhyorlardı. Herşeyden önce Kur'an'm dilini bilmeleri, Kur'an'ı anlamaları bakımından en önemli engeli ortadan kaldırmıştı. Peygamber (s.a.v.)İn vefatından sonra anlamadıkları kelime ve terkipleri -ki bunların sayısı çok azdı- birbirlerine sorarak ya da cahiliye dönemi şiirine başvurarak hallediyorlardı. Tabii ki cahiliye şiirine başvurdukları meseleler, dili ilgilendiren meselelerdir. Ancak dil engelinin bulunmaması, Kur'an'ı anlama noktasında herşeyin tümüyle halledildiği anlamına gelmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Arapların hakkında pek bir bilgiye sahip olmadıkları inanç meselelerinin yanısıra sosyal hayatın tüm alanlarından bahsetmektedir. İbadet konularını, ahlâki prensipleri, ayrıca bütün bu hususlarda kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin ihtiyaçlarını kapsayan bir kitaptır. Bütün bunların yanında sınırlı bir hacme sahiptir. Her bir cümlesi derin anlamlar içerir. Bazen bir cümlesi, pratik hayatın geniş bir alanına hitap etmektedir. İşlediği konuları, genellikle değişik sûrelerde ele almakta, bir sûrede konunun bir yönü, başka bir sûrede başka bir yönü işlenmektedir. Bu nedenle bir konuda Kur'an'm ne dediğini tesbit edebilmek için her zaman dili bilmek yeterli değildir. Dilin yanında başka kaynaklara da ihtiyaç vardır. Konuyla ilgilenen uzmanlar, sahabîlerin başvurdukları kaynakları dört başlık altında toplanmışlardır:[57] 1. Kur'an-ı Kerim, 2. Peygamber (s.a.v.), 3. letihad (re'y), 4. Ehl-i Kitap. Şimdi de bu kaynaklara nasıl başvurduklarını görelim: [58] A) Kur'an-1 Kerim Kur'an-ı Kerimin bir konuyu değişik sûrelerde ele aldığına değinmiştik. Bir konuda muhtasar olarak anlatılan bir konu başka bir sûrede daha geniş bir şekilde ele alınmış veya bir yerde konunun bir yönü anlatılmışken başka bir sûrede diğer bir yönü ele alınmış, bir yerde mutlak ifadelerle anlatılan bir hüküme, başka bir yerde birtakım kayıtlar getirilmiş, âmm (genel) olarak zikredilen, başka bir yerde tahsis edilmiştir vs. Kur'an'm hedefi, toplumu bütün yönleriyle İslah edip eğitmektir. Toplumun inancını tashih etmek, ahlâk yapısını İslah etmek, sosyal kurumlarını İslah etmek, Allah'a nasıl ibadet edileceğini göstermek ve benzeri konularda insanları eğitmektir. Kullandığı üslupta eğitmek, bilgilendirmenin Önünde gitmektir. Bir konunun değişik sûrelerde işlenmiş olmasının en önemli sebeplerinden birinin bu olması gerekir. Akademik kitaplarda olduğu gibi bir konuyu ele alarak ayrıntılarına kadar onu bir başlık altında işlemez. Çünkü akademik kitaplarda bilgilendirme diğer amaçların önünde yer almaktadır. Bir âyeti ele alıyorsunuz, bakıyorsunuz ki bir yönüyle ibadeti, bir yönüyle ahlâkı, hukuku veya başka bir konuyu ilgilendirmektedir. Netice olarak Kur'an'ı Kerim âyetleri birbirlerini açıklamak-tave birbirlerini tamamlamaktadır. Kur'an1 da ele alınmış bir konuyu incelemek isteyen, o konuyla ilgili ve müteferrik sûrelerde geçen âyetleri bir araya getirerek onları topluca değerlendirmek zorundadır. Bu işlem bir bakıma Kur'an'm Kur'anla tefsiridir. Kur'an'm yine Kur'an ile tefsir edilmesine bizzat Peygamber (s.a.v.) rehberlik etmiştir. Mesela: «İnanıp da imanlarına herhangi bir zulüm karıştırmayanlar var ya işte güven onlarındır.»[59] âyeti indiğinde anladıkları şekliyle âyette anlatılanlar müslü-manlara ağır gelmiş ve: Hangimiz kendisine zulmetmez ki, demişlerdir. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onlara: Ayette anlatılmak istenen, sizin şu anladığınız değildir. Kastedilen, "şirk"tir. Salih kulun şu sözünü duymadınız mı: "Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür."[60] demiştir.[61] Nisa sûresinin 23. ve 24. âyetlerinde kişinin kendileriyle evle-nemeceği kadınlar sıralanmakta ve bunların dışında kalanlarla evlenilebileceği ifade edilmektedir. Burada evlenilemeyecek kadınlar arasında müşrik kadınlar zikredilmemektedir. Bakara sûresinin 221. âyetinde ise, müşrik kadınlarla da evlenilemeyece-ği belirtilmektedir. Hangi kadınlarla evlenilemeyeceğini tesbit edecek kişi bu iki sûreden birine bakarak hüküm verecek olursa, vereceği hüküm eksik olacaktır. [62] B) Peygamber (S.A.V.) Asr-ı Saadette Kur'an'ı anlama konusunda müslümanlarm başvurdukları ikinci kaynak, Peygamber (s.a.v.)'dir. Peygamber (s.a.v.) hayatta iken başvuru, bizzat Peygamber'in kendisine yapılıyordu. Vefatından sonra ise, onun sünnetine yani onun sözlerine, fiil ve takrirlerine başvuruyorlardı. Hadis kitapları incelendiğinde 'Tefsir Babı" diye bir başlık açtıkları görülecektir. Buradaki rivayetlerin çoğu, Peygamber (s.a.v.)'in âyet açıklamalarıyla ilgilidir. Hatta hadis kitaplarının diğer babları da Kur'an'm açıklamaları mahiyetindedir, imam Şafiî (öl. 204/819) bu konuda şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.)'in verdiği her hüküm, onun Kur'an'dan anladığıdır."[63] Kur'an-ı Kerimi açıklamakla görevlendirilen ve Kur'an'a uyması emredilmiş olan Peygamber'in din olarak yaptıkları ve söyledikleri, Kur'an'm pratik hayata aktarılışıdır. Peygamberin ahlakı kendisine sorulduğunda: "Onun ahlâkı Kur'an idi."[64] diyen Hz. Aişe, bu sözüyle bunu anlatmaktadır. Peygamber (s.a.v.) Kur'an âyetlerine dair açıklamalarını bazen sorulan bir soru üzerine, bazen de kendisi ihtiyaç duyarak yapardı. Özellikle ibadetle ilgili amelî hususlarda Peygamber (s.a.v.)'in açıklamalarına ihtiyaç vardır. Mesela Kur'an-ı Kerim'de namaz kılınması emredilmekte, rükû ve sucûddan bahsedilmektedir ama namazın nasıl kılınacağı, namazın neresinde rükû ve sucuda gidileceği, namazların kaç rekât olacakları belirtilmemektedir. Peygamber (s.a.v.) namazın nasıl kılınacağını belirtmiş ve: «Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öylece kılın»[65] buyurmuştur. Yine Kur'anMa zekât verilmesi emredilmektedir ama hangi mallardan ve ne miktarda verileceği belirtilmemektedir.. Peygamber (s.a.v.) bu gibi hususları ashaba anlatmış ve fiil olarak gösterilmesi gerekenleri de bizzat kendisi yaparak onlara göstermiştir. Peygamber (s.a.v.)'in örnek alınması[66] ona tabi olunması[67] ve emirlerine itaat edilmesi[68] yüce Allah tarafindan bize yöneltilen birer emirdir. Kur'an-ı Kerim'i en iyi anlayanın, onu tebliğ etmekle görevli olan'Peygamber olması çok tabiîdir ve aksi düşünülemez. Peygamber (s.a.v.)'in, Kur'an'm tamamını ashabına tefsir edip etmediği tartışma konusu olmuş; tamamını açıkladığını söyleyenler kendilerine göre birtakım deliller, açıklamadığım söyleyenler de kendilerine göre birtakım deliller zikretmişlerdir.[69] Kuşkusuz açıklama ihtiyaç duyulduğunda yapılır. Kur'an'm tamamım açıklamasına da ihtiyaç yoktur. Kur'an-ı Kerim, ashabın konuştuğu dil ile inmiştir ve anlaşılması da kolay bir kitaptır. Âyet âyet her cümlesinin Peygamber tarafından açıklanmasına ihtiyaç yoktur. Yukarıda sözkonusu ettiğimiz nedenlerle bir kısım âyetlerinin açıklanması gerekiyordu ve Peygamber (s.a.v.) bu âyetleri açıklamıştır. Şayet Kur'an'm açıklanmasına dair söylenebileceklerin tamamını Peygamber (s.a.v.) açıklamış olsaydı, Kur'an in kendi âyetleri üzerinde düşünülmesini istemesinin bir anlamı kalmazdı. [70] C) İctihad (Re'y) "îctihad" sözcüğü ile Kur'an âyetleri üzerinde tefekkür ve tedebbür etmeyi kastediyoruz. Bu anlamıyla ictihad, usûl-ü fıkıhtaki ictihaddan daha kapsamlıdır. Buna "re'y"- ya da "dirayet" de diyebiliriz. «Bir ilme dayanmaksızın Kur'an hakkında konuşan cehennemdeki yerine hazırlansın» [71] «Re'yine dayanarak Kur'an hakkında konuşan, isabet etmiş olsa da hata etmiştir.»[72] hadisleriyle Hz. Ebu Bekir'in: "Bilmediğim birşeyi Allah'ın Kitabı hakkında söyleyecek olursam hangi yer beni barındırır ve hangi gök beni gölgeler"[73] sözüyle yine seleften benzeri şeyler söyleyenlerin sözlerini ileri sürerek ilk dönem müslümanlarının re'y tefsirine karşı olduklarım ileri sürenler olmuştur. Bu görüşte olanların ileri sürdükleri diğer deliller Özet olarak şöyledir: Re'y ile tefsir, bir bilgiye dayanmaksızın Allah'a birtakım şeyler nisbet etmektedir. Bu nedenle de yasaklanmıştır. Re'y ile Kur'an'ı tefsir eden, ileri sürdüğü görüşün Allah tarafindan kastedildiğini bilmemektedir. Yani söylediği zandan ibarettir. Oysa yüce Allah: «Bilmediğin şeyin ardına düşmek buyurmaktadır.[74] Yüce Allah, Peygamberine hitaben: «Kendilerine indirileni açıklaman için sana bu Kur'an'ı indirdik»[75] buyurmaktadır. De-mekki Kur'an'm açıklanması Peygamber'e bir görev olarak verilmiştir. Kuşkusuz Peygamber de bu görevini yerine getirmiştir. Re'y ile tefsirin caiz olduğunu söyleyenler ise, karşı görüşte olanların ileri sürdükleri görüşleri cevaplandırdıktan sonra görüşlerini destekleyen başka deliller zikretmişlerdir. Bunların görüşlerim de şöylece özetleyebiliriz: a. Bir bilgiye dayanmaksızın Kur'an hakkında söz söylemeyi yasaklayan rivayetler, keyfî görüşleri yasaklamaktadır. Hiç bir delile dayanmayan önyargılarla ileri sürülen görüşler yasaklanmıştır. Bir delile dayalı olarak ileri sürülen görüşler ise caizdir.[76] Ayrıca rg'yi sözkonusu eden hadis, rivayet senedi açısından sağlıklı bir-rivayet değildir.69 Nazarı itibara alınsa bile bununla bir delile dayanmaksızın ileri sürülen keyfî görüşler kastedilecektedir. Böyle biri, usûlüne uygun hareket etmediğinden dolaya hatalıdır.[77] b. Peygamberin Kur'an'ı açıklamakla görevli olduğu meselesine gelince, bu, Peygamber (s.a.v.)'in haklarında açıklama yapmış olduğu âyetler için geçerlidir. Peygamberin, haklarında bir açıklama yapmadığı âyetler pek çoktur, ilim ehli usûlüne uygun olarak bu âyetleri açıklar, görüş belirtirler.[78] c. Bir çok âyette, Kur'an üzerinde düşünülmesi emredilmek-tedir. Meselâ bir âyette: «Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı»[79] buyurulmaktadır... Başka bir âyette de şöyle Duyurulmaktadır: «Sana bu mübarek Kitabı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.»[80] Bu iki âyetle herkesin Kur'an âyetleri üzerinde düşünüp onlardan öğüt alması istenmektedir. Bir de Kur'an'dan derin anlamlar ve incelikler çıkaranlar vardır ki bir âyette de bunlara işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır: «Halbuki onu, Peygambere veya aralarındaki yetki sahiplerine götürselerdi, işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.»[81] Bu âyet, Kur'an âyetlerini düşünme ve onlardan hüküm çıkarma konusunda farklı bir zümreden sözetmektedir. Alimler bu âyeti, ictihad etmenin delili saymışlardır.[82] d. Eğer re'y tefsiri caiz olmasaydı, ictihad yapmak da caiz olmazdı. e. Ashabın, bazı âyetlerin tefsirine dair farklı şeyler söylediklerini biliyoruz. Bu da onların bu tefsirleri kendi re'yleriyle yaptıklarının delilidir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) bütün âyetlerin tefsirini yapmamıştır. Halbuki sahabeden, Kur'an'm tamamını öğrencilerine tefsir edenler olmuştur. Mucahid b. Cübeyr (öl. 103/721), baştan sona kadar âyet âyet Kur'an'm tefsirim üç defa Ibnu Ab-bas'tan dinlediğini, her âyet üzerinde durarak ona sorular sorduğunu belirtmektedir.[83] Her kitap anlaşılmak için okunur. Dünya ve âhiret saadetinin kaynağı olan Kur'an-ı Kerimin anlaşılmaması düşünülemez. Sahabe re'y tefsirine başvururken dil kurallarını, arap âdet ve geleneklerini, o dönemde Arap yarımadasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlar! araç olarak kullanıyor ve kendi anlama kabiliyet ve yeteneklerini işletiyorlardı.[84] Arapların durumlarını ve geleneklerini bilmeleri, Yahudi ve Hıristiyanlarla haşir-neşir olmaları, Kur'an'm kimi âyetlerini daha kolaylıkla anlamalarını kolaylaştıran hususlardandır. Çünkü Kur'an'm ilk muhatapları, o dönemde yaşayan insanlardır. Kur'an-ı Kerim, o dönemin müşrikleriyle Yahudi ve Hristiyanla-rm durumlarından, gelenek ve kültürlerinden sıkça bahsetmektedir. Asr-ı Saadet müslümanlatımn önyargısız olmaları, samimi ve kuvvetli bir imana sahip bulunmaları, Kur'an'ı daha doğru anlamalarım kolaylaştırıyordu. Kur'an'ı daha kolay anlamalarım sağlayan etkenlerden biri de, nuzûl sebeplerine vakıf olmalarıdır. Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim âyetleri genelde vukubulmuş olaylar üzerine inmişlerdir. Elbetteki bu olayları bilmek, ilgili âyetlerden ne kastedildiğini anlamayı kolaylaştırmaktadır. Yeri gelmişken kimi çevrelerin ileri sürdükleri ve bazen "le-dun ilmi", bazen de "batın ilmi" diye isimlendirdikleri ilim çeşiti üzerinde durmakta yarar vardın. Gerçekten böyle bir ilim var mıdır? Sahabe böyle bir ilmi kullan mıdır? Şiîler, Hz. Ali ve masum soydukları imamlarına böyle bir ilim isnad etmektedir. Onlara göre imamları batın ilmine vakıftırlar. Kur'an'm zahirine uymayan bir görüş onlardan sadır olduğunda mutlaka o görüş Kur'an'm batınına uygundur ve kabul edilmelidir. Çünkü bu görüşün, Kur'an'm batınına uyup uymadığını biz tahkik edemeyiz. Ehl-i Sünnet içerisinde tasavvuf ehli de benzeri iddialar ileri sürerler. Onlara göre veliler böyle bir ilme sahiptirler. Nitekim Hz. Hıdır bir veli idi ve ona ledun ilmi verilmişti. Bu çevrelerden bazılarının iddialarına göre ise Peygamber (s.a.v.)« gizli bir yolla Hz. Ali'ye, kimine göre ise Hz. Ebu Bekir'e böyle bir ilim vermiştir. Hz. Ali'ye kendilerini nisbet eden tarikatler bu ilmin Hz. Ali kanalıyla, Hz. Ebu Bekir'e kendilerini nisbet edenler de bu ilmin Hz. Ebu Bekir yoluyla tarikat silsilelerine geçtiğini ileri sürerler. Batın ilmi iddiasını ileri sürenlerin dayanaklarından biri de şöyle bir rivayettir: "Her âyetin bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir de matlaı vardır."[85] îmanı Gazzalî, (öl. 505/1111) her âyetin altmışbin anlamı bulunduğu iddiasını tasvip ettikten sonra bu rivayeti de sözkonusu ederek altmışbinin dörtle çarpılması gerektiğini savunur. Buna göre herbir âyetin iki yüzkırkbin anlamı vardır.[86] Herşeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Peygamber (s.a.v.)ıin gizli yoldan Hz. Ebu Bekir'e, Hz. Ali'ye veya bir başkasına dinî bir ilim öğrettiğini ve bu ilmi başkasından gizlediğini iddia etmek, onun tebliğ görevini yerine getirmediğini iddia etmek anlamına gelir. Çünkü yüce Allah Peygamberine şöyle hitap etmektedir: «Sana emrolunanı açıkça söyle.»[87] Peygamber (s.a.v.) dinî bir bilgiyi kimi insanlardan saklamış ve kimilerine gizli bir yolla anlatmışsa tebliğde açıklığa riayet etmemiş demektir. Hiçbir müslüman böyle bir iddiada bulunamaz. Din, Kur'an-ı Kerim'dir ve tamamı Peygamber tarafından tebliğ edilmiştir. Ayrıca din Kur'an ile tamamlanmıştır. Kur'an1 da ise Peygamber'e dinin bazı şeylerini sadece belli kimselere anlat ve diğerlerinden bunları gizle diye bir emir mevcut değildir. Kur'an'm indirilişi tamamlandıktan sonra herhangi bir kimse Allah tarafından dinî bir bilgi elde ettiğini iddia edecek olursa, dinin tamamlanmamış olduğunu iddia etmiş olur. Allah katından dinî bilgiler Peygamberi kanalıyla insanlara tebliğ edilir. Hz. Ali henüz hayatta iken ona ulûhiyet nisbet edenlerin çıktığı bilinmektedir. Aynı dönemde onun gizli bir ilme vakıf olduğu iddiaları da ortaya çıkmış olmalı ki kendisine bu doğrultuda bir takım sorular sorulmuştur. Buharı, Ebû Cuhayfe'den şöyle dediğini nakleder: "Ali'ye -Allah kendisinden razı olsun- sordum: "Allah'ın Kitabmdakiler dışında yanınızda vahiyden birşey var mı?" "Hayır. Daneyi yaran ve insanı yaratana yemin ederim ki benim bildiğim, Kur'an'ı anlama konusunda Allah'ın herhangi bir insana verdiği anlama kabiliyetinden ibarettir", dedi. "Peki şu sayfada ne vardır?" diye sordum. "Diyet meselesiyle esirin nasıl serbest bırakılacağı ve kâfir sebebiyle müslümamn öldürüleme-yeceğine dair şeylerin yazılı olduğu bir sayfadır, dedi."[88] Her âyetin bir zahiri, bir batını, bir haddi ve bir de matlaı bulunduğuna dair rivayete gelince, bu rivayetten ne kastedildiği net olarak açık değildir. Rivayeti sözkonusu eden âlimler de anlamı konusunda farklı şeyler söylemişlerdir.[89] Kaldı ki rivayetin kendisi sahih bir rivayet değildir. Hasanu'l-Basrî'nin mürsellerinden olup hiçbir hadis kitabında yer almamaktadır. Hadis ehli tarafin-dan da rivayet edilmiş değildir.[90] Eğer bu rivayetten, herbir âyetin birçok anlamı bulunduğu sonucu çıkarılacak olursa, o takdirde rivayet metin yönünden de gerçeklere aykırıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerimin büyük çoğunluğu muhkem âyetlerden teşekkül etmektedir. Muhkem âyetler ise, birden fazla anlama ihtimali bulunmayan âyetlerdir. Velilerin de Hz. Hıdır gibi "ledun ilmi"ne [91] sahip oldukları iddiasına gelince, bunun da bir dayanağı yoktur. Çünkü Hz. Hıdır'm kimliği konusunda farklı şeyler söylenmiştir ve peygamberliğine dair deliller daha kuvvetlidir. [92]Kaldı ki Hz. Hıdır'a böyle bir ilmin verildiği, Hz. Musa ile Hıdır kıssasında anlatılmaktadır. Kıssaların birçok yönü Kur'an'da yer almadığından âlimler kıssaları müteşâbihat arasında saymışlardır. Müteşâbih âyetler tefsir edilirken muhkem âyetler doğrultusunda tefsir edilmeleri gerekir. Muhkem âyetler ise, velilere böyle bir ilmin verildiğine dair bir ifade bulunmamaktadıı. Müfessir Kurtubî (öl. 671/1273) sûfîlerin "ledun ilmi" iddialarını reddederken Özet olarak şöyle demektedir: Peygamber kanalı dışında Allah'ın hükümlerinin öğrenilmesi için bir yol yoktur. Selef ve halef âlimleri bu konuda icma etmişlerdi. Bu konuda kesin bilgi ve yakın hasıl olmuştur. Allah'ın emir ve yasakları peygamberler kanalıyla öğrenilir. Peygamberimizin vefatından sonra Allah'tan dinî bir hüküm aldığım söyleyen, peygamberlik iddiasında bulunmuş olur.[93] Müfessir Âlûsî (öl. 1270/1852) de "ledun ilmi" iddalarını reddederek dinî bilgilerin sadece Peygamber (s.a.v.)'den alınacağını belirten ve sûfîlerin de kendi üstadları olarak gördükleri Abdül-kadir Geylânî'nin, Cüneyd Bağdadînin, Sakatî'nin, Ebu Said el-Harraz'ın ve Gazâlî'nin sözlerinden nakiller yapar.[94] Netice olarak "ledun ilmi" ancak peygamberler için söz konusudur. Onların dışında herhangi bir kimse vahiy alamaz. Ancak bu çerçevede Allah'ın insanlara verdiği yetenek, onların cehd etmeleri, nefislerini eğiterek önyargısız değerlendirme yapabilmelerinden sözedilebilir. Elbette salih insanların yetenekleri gelişir ve meseleleri değerlendirirken önyargısız ve daha tutarlı bir yol izlerler. [95] D) Ehl-İ Kitap Medine'ye hicretten sonra müslumanlar Ehl-i Kitap ile içice yaşamaya başladılar. Bunun yanında Kur'an-ı Kerim, Tevrat'ta geçen birçok kıssadan bahsetmektedir. Ancak Kur'an'ı Kerim1 de bu kıssalar muhtasar olarak zikredilirken Tevrat kıssalarında küçük ayrıntılara varıncaya kadar birçok şey nakledilmektedir. Kur'an'da ayrıntılara girilmemesi, ibret alınacak yön ile yetinil-mesinden dolayıdır. Ancak kıssa sözkonusu olunca insanlar genelde işin olay yönüne ve olayların ayrıntılarına düşkündürler. Sözkonusu olan sahabî de olsa onun da bir insan olduğunu akıldan çıkarmamak' gerekir. Ayrıca Yahudi ve Hıristiyanlardan da Islâmı kabul edenler ve bu kabul edenler arasında âlimler vardı. Bu nedenle Ehl-i Kitap ve onların kültürleriyle müslümanlar arasındaki ilişkiler daha da arttı. Olayın bir başka yönü ise, Kur'an'm da, Tevrat'ın da, İncil'in de ilahî kitaplar oluşlarıdır. Her ne kadar Tevrat'ta ve İncil'de bir takım tahrifat yapılmışsa da onlarda birçok gerçek de vardır. Ayrıca Kur'an ile Tevrat'ın naklettikleri kıssalar, arasında birtakım benzerlikler mevcuttur. Böyle bir ortamda müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında kültür alışverişinin olması, bu arada Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamber (s.a.v.)'in, müslümanlar açısından bu alışverişte takip edile-' cek kıstasları belirlemeleri doğaldır. Kur'an-ı Kerim, Israiloğullarımn Tevrat'ı tahrif ettiklerine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: «Ahidlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalbleri-ni katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (kitaplarını tahrif ederler). Kendilerine öğretilen ahkâmın (tevrat'ın) bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek atı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.» [96] Hıristiyanların da İncil'i tahrif ettiklerinden sözederek şöyle buyurmaktadır: «Biz hristiyanlarız diyenlerden de kesin sözlerini almıştık. Ama onlar da kendilerine zikredilen (verilen öğütlerin veya Kitabin) bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık.»[97] Kur'an-ı Kerim, hem Tevrat'ın ve hem de incil'in tam olarak korunmadığını ve yanlış birtakım şeylerin bu kitaplara karıştırıldığını haber vererek Müslümanların dikkatlerini bu noktaya çekmektedir. O halde müslümanlar Ehl-i Kitap kültürüne karşı ayıklayıcı bir tavır içerisinde olmalılar. Bu kültür ne tümüyle reddedilebilir ve ne de tümüyle kabul edilebilir. Bu kültüre karşı takınılacak tavırla ilgili birbirleriyle çeîişiyormuş gibi görünen hadislerin bulunması bu nedenledir. Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde şöyle buyuruyor: «Benden duyduğunuz bir tek âyet bile olsa onu başkasına aktarın. îsrailo-ğullarından naklederek anlatın, bunda bir sakınca yoktur.»[98] Sahabeden Ebû Hüreyre, îbnu Abbas, îbnu Mes'ud ve başkalarının zaman zaman bazı şeyleri Ehl-i Kitaba sordukları nakledilmektedir [99] Hatta Abdullah b. Amr'm Yermuk savaşında Ehl-i Kitaptan iki deve yükü kitap elde ettiği ve yukarıda sözkonusu ettiğimiz hadise dayanarak -ki hadisin ravisi de kendisidir- bu kitapları okuduğu, onlardan öğrendiği bazı şeyleri anlattığı kaydedilmektedir.[100] Zikrettiğimiz bu rivayetlerin yanında Peygamber (s.a.v.)'in, Ehl-i Kitaptan edindiği bir kitabı okuyan Hz. Ömer'i bu işten sakındırdığı,[101] Tevrat'ı yahudilerden dinleyen bir grup müslüma-na: «Ehl-i Kitabın dediklerini ne doğrulayın ve ne de yalanlayın, "Biz, Allah'a ve bize indirilene inandık"[102] deyin» buyurduğu nakledilmektedir.[103] îbnu Abbas'm da yaptığı bir konuşmada müslümanlara şöyle dediği rivayet edilmektedir: Öğrenmek maksadıyla Ehl-i Kitab'a bir şey sormayın. Çünkü yüce Allah mesajların en yenisini Peygamberimize indirmiştir. Hem Ehî-i Kitab, kendilerine indirilen kitabı değiştirmişlerdir.[104] Bu rivayetlerden sahabenin zaman zaman Ehl-i Kitaba müracaat ettiklerini, ancak müracaat ederken ihtiyatlı davrandıklarını anlıyoruz. Âlimler, Ehl-i Kitaptan gelen kültürü yani israiliyatı üç kısma ayırmışlardır: a) Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnetin doğruladığı israiliyat. Bu çeşidi anlatmakta ve nakletmekte bir sakınca yoktur. b) Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnetin yalanladığı israiliyat. Bu çeşiti ancak reddedilmek için nakledilebilir. c) Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnette hakkında bir bilgi mevcut olmayan israiliyat. Bu çeşit israiliyatı ne doğrularız ve ne de ya 1 anlarız. Peygamber (s.a.v.)'in, Ehl-i Kitaptan nakil yapılmasında bir sakınca bulunmadığım ifade eden hadisi birinci çeşit israiliyata; onlardan nakil yapmayı ve kitaplarım okumayı yasaklayan sözleri ikinci çeşit israiliyata;" onları ne yalanlayın ve ne de doğrulayın anlamındaki hadisi de üçüncü çeşit israiliyata hamledilmiştir. Asr-ı Saadette müslümanlarm Ehl-i Kitaba başvururken ihtiyatlı davrandıkları söylenebilir. Ancak daha sonra gelen nesillerin tefsirlerinde her üç çeşit israiliyatm nakledildiği, Israiliyattan uzak kalmış tefsir kitaplarının azınlıkta kaldığı bir vakıadır. [105] Sonuç İlâhî kitapların sonuncusu olan Kur'an-ı Kerim'i önceki kitaplardan ayıran başlıca özellikleri, onun mucize olması, peyderpey indirilmiş olması ve korunmasının Allah tarafından üstlenilmiş olmasıdır. Önceki peygamberlerin mucizeleri kevnî mucizeler nevinden-dir. Bu tür mucizeler, ancak olayı müşahede eden açısından mucizedirler. Başka mekânlara ve başka nesillere taşınamazlar. Kur'an ise, her yere ve nesilden nesile taşınabilir bir mucizedir. Risaleti kıyamete kadar kalıcı ve bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberin mucizesi bu türden bir mucize olmalıydı. Kur'an-ı Kerimin peyderpey indirilmiş olması daha iyi anlaşılmasını, inen âyetler grubunun hayatta da yaşanmasını sağlamıştır. Peyderpey indirilmiş olması, korunmasıyla da yakından ilgilidir. Kur'an'ın Allah tarafından korunmuş olması, harikulade yollarla korunduğu anlamına alınmamalıdır. Bilakis yüce Allah, insanları bu işe musahhar kılmıştır, inen her âyet grubu hem vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hem de birçok kimse tarafından ezberleniyordu. Böylece Kur'an-ı Kerim hem yazılarak ve hem de azberlenerek nesilden nesile hiçbir değişikliğe uğramadan aktarılabilmiştir. Asr-ı Saadet müslümanları, Kur'an'ı hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki nesillere aktarmakla yetinmemiş, her öğrendiklerini Peygamberin gözetiminde hayatlarına uygulayarak sonraki nesillere îslâmın nasıl yaşanacağı konusunda model toplum olmuşlardır. Onlar, Kur'an'ı öğrenmeyi, onu anlamayı ve hayatlarına aktarmayı birlikte yürütmüşlerdir. Anlamak ve anladıklanyla amel etmek için Kur'an'ı okuyorlardı. Kur'an-ı Kerim, günlük hayatlarında konuştukları bir dil ile inmişti. Bu nedenle toplumun her kesimi onu anlamakta Önemli bir güçlük çekmiyordu. Gerçi ümmî bir toplum idiler ve daha önce din konusunda fazla bir bilgileri yoktu. Ayrıca Kür'an, insanı ilgilendiren her alandan sözediyordu. Ancak anlayamadıklarım Pey--gamber'e sorma imkânına sahip idiler. Peygamberin kendisi de Kur'an'ı onlara açıklamak ve nazarî bilgilerini hayatında yaşayarak onlara rehberlik etmekle görevli idi. Nuzûl sebeplerine vakıf olmaları da âyetleri anlamalarını kolaylaştıran etkenlerdendi. Anlayamadıkları hususları, Peygamber (s.a.v.)'e soruyorlardı. Onun vefatından sonra ise birbirlerine sorarak öğreniyorlardı. Kur'an-ı Kerim'i anlamaya çalışmak dinî faaliyetlerinin başında geliyordu. Kur'an'ı daha iyi anlamak kişiyi toplumda önemli bir konuma yükseltiyordu. İdareciler bu kişiler arasından seçiliyordu. Kur'an'ı anlama noktasında hepsi aynı düzeyde değildi. Ancak kişinin üst düzeyde olmaması, Kur'an'ı anlama çabası içerisinde olmasına engel teşkil etmiyordu. Yardımlaşarak birbirlerinin eksiklerini tamamlıyorlardı. Kur'an-ı Kerim âyetleri birbirini açıklamaktadır. Değişik nedenlerle bir konu değişik sûrelerde ele alınmıştır. Bir sûrede konunun bir yönü, diğer bir sûrede başka bir yönü ele alınmıştır. Yine bir sûrede Özet olarak işlenen bir konu, diğer bir sûrede daha geniş ele alınmıştır. Bu nedenle Kur'an'ı anlamak için başvurulacak ilk kaynak yine Kur'an'ın kendisidir. Sahabe de kimi âyetleri veya konuyu anlamak için yine Kur'an'a başvuruyorlardı. Başvurulan ilk kaynak Kur'an'm kendisi idi. Kuşkusuz Kur'an'ı en iyi anlayan, Peygamber (s.a.v.)'dir. Bu nedenle başvurdukları ikinci kaynak da Peygamber (s.a.v.)'dir. Kur'an-ı Kerim, âyetleri üzerinde düşünmeyi, onu tedebbür ile okumayı emretmektedir. Sonu "düşünmüyor musunuz?" "ak-letmiyor musunuz?" gibi ifadelerle biten birçok âyet vardır. Akıl, insana verilen en büyük nimetlerdendir. Bu nimetin şükrü ise, aklı kullanmak yani düşünmektir. Sahabe, Kur'an'ı anlamak için kendi re'y ve ictihadlarma da başvuruyorlardı. Kur'an-ı Kerim, kendinden önceki kitaplardan; Tevrat ve İncil'den sıkça sözeder. Tevrat Kur'an'da geçen kıssaların ayrıntılarına varıncaya kadar ele almaktadır. Medine'ye hicret edildikten sonra müslümanlar Ehl-i Kitap ile içice yaşamaya başlamışlardır. Bu nedenle müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında kültür alış-verişinin bulunması doğaldır. Ancak Ehl-i Kitap, Tevrat ve InciL'i tahrif etmişlerdir. O halde bu kültür alış-verişinde müslü-manların ihtiyatlı davranmaları gerekiyordu. Sahabe Kur'an'ı anlama noktasında kimi konularda Ehl-i Kitaba müracaat etmişlerse de bu ihtiyatı elden kaçırmadıklarım söylemek mümkündür. Ancak sonraki müslüman nesillerin aynı şekilde davrandıklarım ne yazık ki söyleyemiyoruz. Maalesef müfessirlerimizin bir çoğu hem de ayıklama yapılmaksızın Ehl-i Kitabın kültürüne başvurmuş ve bu kültürün sapmalarını kitaplarına aktarmışlardır. [106] [1] Zebîdî, Zeynu'd-Din Ahmed b. Ahmed b. Abdi'l-Latîf; Sahîh-i Buhârl Muhtasarı Tecrîdri Sarîh Terce^.esi, -Çeviren ve şerheden, Kâmil Miras-, Ankara-1971, IX. 76. [2] Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Nuh'un savmi arasında 950 yıl davetle meşgul olduğu anlatılmaktadır, (bk. Ankebut, 29/14).. [3] Hz. Yakub'a kadar bütün yiyeceklerin insanlara helal olduğu Kur'an-ı Kerim'de beyan edilmektedir, (bk, Âlu îmrân, 3/93). [4] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/203-204. [5] De ki:Andolsun bu Kur'an'm bir benzerini ortaya koymak üzere insanlarla cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler." (17/lsrâ, 88).. [6] Yoksa onu (Kur'an'ı) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru (söylüyor) iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin." (11/Hûd, 13). [7] Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru (söylüyor) iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin." (10/Yunus, 38).. [8] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/204-205. [9] Furkan, 25/32.. [10] Bk. A'raf, 7/144,145,154,171. [11] Bağavî, Maâlimu't-Tenzîl, Beynıt-1987, I. 357; îbnu Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Kitabu'ş-Şa'b, (Baskı yeri ve tarihi yok).. [12] Âl-i îmrân, 3/144. [13] Taberî, Camiu'l-Beyan an-Te'vUi Âyi'l-Kur'an, Beyrut-1988, XXVIII. 2-4; Bağavî, Maâlimu't-Tenzîl, IV. 303-304. [14] Mücadele, 58/1-4.. [15] Taberî, a.g.e., X. 99-100. [16] Tevbe, 9/25-27 [17]Onların kendilerinden sonraki nesillere model oluşları, nassların bulunduğu konularda ve nassların anlattığı espiriyle ilgilidir. Ancak bu gibi hususlarda modeldirler. Mesela kimi çevreler, giyim-kuşamları ve ekonomik imkânlarını ilgilendiren hususlarda onları örnek almaya çalışırlar. Halbuki giyimle ilgili nasslar incelendiğinde bu nasslardabir giyim tarzının önerilmediği görülür. Nass-larda, insan bedeninden nerelerin örtüleceği ve nerelerin açıkta kalmasının caiz olduğu anlatılmaktadır. Nasıl ör.tüleceği, nasıl bir elbise kullanılacağı anlatılmamaktadır. Zaten evrensel bir dinin belli bir giyim şeklini önermesi düşünülemez. [18] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/205-209. [19] Maide, 5/44.. [20] Hicr, 15/9. [21] Âcurrî, Ebu Bekr Muhammed b. Huseyn; Ahlâku Hameleti'l-Kur'an, Bey-rut-1987, s. 59. [22] Buhârî, Fazâilu'l-Kur'an 21; Ebû Davud, Kitabu's-Salat, 14; Tirmizî, Fazâilu'l-Kur'an, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 57, 258, 261; İbnu Ma-ce, Mukaddime, 16; Darimî, Sünen, Daru Îhyai's-Sunneti'n-Nebeviyye, Beyrut-tarihsiz, II. 437.. [23] Abdu'1-Hayy el-Kettânî, et-Teratîbu'l-îdariyye, Daru Îhyai't-Turâsi'l-Arabi, Beyrut-tarihsiz,! I, 42. [24] Muhammed Muhammed Ebu Şuhbe, el-Madhal li Diraseti'l-Kur'ani'l-Kerîm, Kahire-1972, s. 400.. [25] Müslim, Kitabu'z-Zikr ve'd-Dua. [26] Ebu Şuhbe, a.g.e., s. 430.. [27] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/209-211. [28] Muhammed, 47/24. [29] Sâd, 38/29.. [30] Bk. Müslim, Salatu'l-Musafirîn 38; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl, 25; îbnu Mâce, İkametu's-Salat, 179. [31] Suyûtî, Âdâbu Tilaveti'l-Kur'an ve Te'lifihi, Beyrut-1987, s. 104. [32] Vehbeez-Zuhaylî, Usûlu'l-Fıkhı'l-îslâmî, Dmaşk-1986,1. 421. [33] Taberî, Camiu'l-Beyan, I. 35-36; İbnu Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, -ikinci baskı-, 1399 h., XIII. 365; Suyûtî, el-îtkan fi Ulûmil-Kur'an, Mısir-1978, İt 226. [34] Suyûtî, a.g.e., II., 226. [35] Kettânî, a.g.e., II., 296. [36] Zerkeşî, Bedruddin; el-Burhan ft Ulûmi'l-Kur'an, Beyrut-tarih siz, I. 455.. [37] Acurrî, a.g.e., s. 50.. [38] Sâd, 38/29.. [39] Taberî, Câmiu'1-Beyân, I. 36. [40] Kettânî, a.g.e., II. 279. [41] Buharı, Savm, 54, 55, 56, 57; Fazâilu'l-Kur'an, 34; Müslim, Savm, 35; Ebu Davud, Salât, 8; Tirmizî, Kıraat, 13; Nesâî, Sıyâm, 76; îbnu Mace, tkameiu's-Salât, 187; Ahmed b. Hanbel,.Müsned, II., 162.. [42] Âcurrî, a.g.e., s. 82.. [43] Suyûtî,Âdâbu Tilaveti'l-Kur'an, s. 93.. [44] Suyûtî,. Âdâbu Tilaveti'l-Kur'an, s. 94.. [45] Bakara, 2/144. [46] Müslim, Mesacid, 15. [47] Abese, 80/31. [48] Ibnu Teymiyye, MecmûuVFetâvâ, XIII. 372; Suyûtî, el-îtkan, II. 113.. [49] Suyûtî, a.g.e., II. 113. [50] Bakara, 2/187. Âyetin meali şöyledir: "Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadaryeyin, için.". [51] Buharı, Tefsir, 2/28. [52] Maide, 5/93.. [53] Maide, 5/90. [54] Şatibî, el-Muvafakat fi Usûli'ş-Şeria, el-Mektebetu'r-Rahmaniyye Mısır-tarihsiz, III. 349.. [55] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, Daru'l-Kitabi'l-Arabî, Beyrut-tarihsiz, II. 466; Şatibî, a.g.e., III. 349. [56] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/211-216. [57] Bk. Zehebî, Muhammed Huseyn; et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, Mısır-1976,1. 37; Menna' el-kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, Rİyad-1981, s. 335-336. [58] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/217. [59] En'am, 6/82.. [60] Lokman, 31/13. [61] Buhârî, Tefsir, 6/2. [62] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/218-219. [63] Bk. îbmı Teytmyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, XIII. 363. [64] Müslim, Musâfirûn, 149. [65] Buharı, Ezan, 18, 60; Darimî, galat, 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 56.. [66] Ahzab, 33/21. [67] Âluîmrân, 3/31.. [68] Âl-i İmrân, 3/33; Nisa, 4/59; Maide, 5/92; Enfal, 8/1, 20, 46; Nur, 24/54.. [69] îleri sürülen deliller için bk. Zehebî, et-Tefnr ve'l-Milfessirûn, I. 48-55; Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur'an Tefsiri, îstanbul-1983, s. 45-69.. [70] Doç. Dr. M. Sait Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslam, Beyan Yayınları: 1/219-220. [71] Ebu Davud-,ilim, 5. [72] Tirmızî, Tefsir 1; Ebu Davud, İlim, 5. [73] Tâberî, Gâmiu'l-Beyân, I. 35; İbnu Teymiyye, a.g.e.,XIII. 371. [74] İsça, 17/3Ş.. [75] Nahl, 16/44.. [76] Zerkeşî, el-Burhan, II. 162; Suyûtî, el-îtkan, II. 229. (69) Zerkeşî, a.g.e., İT. 162; îbnu Teymiye, a.g.e., XIII. 370-371; Suyûtî, el-îtkan, II. 229. [77] Aynı kaynaklar ve aynı sayfalar. [78] Zerkeşî, a.g.e., II. 162; Halid Abdurrahman el-Akk, Usûlu't-Tefsir ve Kava-iduh Dmaşk-1986, s. 168. [79] Muhammed, 47/24.. [80] Sad, 38/29. [81] Nisa, 4/83.. [82] Suyûtî, ü-îtkan, II. 230. [83] Ibnu Teymiyye, a.g.e., XIII. 369. [84] Zehebî, et-Tefsir ve'l-Mufessirûn, I. 58.. [85] Şatibî, el-Muvafakat, Mısır-1975, III. 389; İbnu Teymiyye, Risaletun fi İl-mi'l'Batın ve'z-Zahir, -Mecmûatu'r-Resâili'l-Munriyye- Beyrut-1970, I-230. [86] Gazalı İhyau Ulâmi'd-Din, Kahire-1967,1. 377.. [87] Nahi, 15/94. [88] Buhârî, Cihad, IV. 69.. [89] bk. Zerkeşî, el-Burhan, II. 169 [90] îbnu Teymiyye, Risaletun fi İlmi'z-Za Konu Başlığı: Ynt: Asr-ı saadette Kuranın anlaşılması Gönderen: sibel 7c üzerinde 03 Kasım 2014, 18:30:21 ödeviimi yapmakta çok yardımçı oldu...
|