- Îrade Hakkında Meseleler

Adsense kodları


Îrade Hakkında Meseleler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
saniyenur
Wed 6 July 2011, 11:06 pm GMT +0200
KİTABU'T-TEVHİD 3.BÖLÜM

Îrade Hakkında Meseleler

 
îrâde meselesinin, eğer yaratıldığı sabit olursa, bu yönden fiillerin yaratılması meselesine katılmış olması mümkün olur[1]. Cenâb-ı Allah, emriyle olan şeyi irade etmiştir. Kendisi murid ve muhtardır. Yaratıl­makla vasfolunması yönünden irade sahibi olduğunu ifade etmek sabit olur. Eğer sabit olmazsa,[2] fiillerdeki irade ile galip gelme ve aldanmanın red edilmesinin murad edilmesi batıl olur. Çünkü O, dünyadaki irâdenin hakikatinin manâsıdır. Ancak, irade ile temenni, yahut emir, yahut duâ, yahut rıza, veyahut ta, onlardan basısı ile Allah'ın her şeyde vasfolun-maması caiz olan ve onun bir şeyde kesinlikle noksanlık veren hususlar­dan benzeri olanları müstesna. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Her ne kadar hak ve gerçek olan evvelkisi ise de, onları kelam ehli­nin tek olarak görmeleriyle, onlardan ayırt edilip münferid bırakılması mümkün olur[3].

Oysa ki, hergeyde irâdenin bulunmasının söylenmesinin icap etmesi, fiillerin yaratılmış olduğunun söylenmesini icap ettirir. Bununla bera­ber, bunun hakkında evvelkinde olmayan şeylerle delil getirmek müm­kündür. Her ne kadar bu husustaki sözün incelenmesinde evvelki söa hak­kındaki tetkik bulunsa da Allah-u Teâîâ «Allah kime hidâyet etmeği di­lerse, islâm'a onun göğsünü açar gönlüne genişlik verir. Her kimi de sa­pıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur. Allah, iman et-miyenler üzerine, böyle azap bırakır»[4]. Cenâb-ı Hak bu âyet-i celîle ile kendisinin hidayet etmesiyle fiilleri sebebiyle bir kavmin hidayetini, ve bir kavmin de sapıklığa bırakılmasını dilerse onların kalbini[5] daraltıp sı­kıştırdığını[6] haber vermiştir. Yine Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur : «Âyetlerimizi yalanlayanlar, cehalet ve küfür karanlığında kalmış bir ta­kım sağırlar ve dilsizler (Kur'ân'ı dinlemezler ve Hakkı söylemezler). Al­lah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur»[7]. Binâenaleyh kavmin arasını iki meşietle ayırt etmiştir. Âyet-i celîleler, Allah-u Teâlâ'nın, onların her birinden hasıl olacak hususlardan bildiği şeyle her zümre için meydana geleceği şeyi dilediğine delalet etmektedir. Bu iki âyet-i kerîmede beyan edilen dilemeyi emir ve rıza olmadığına da de­lâlet etmektedir. Cenab-î Hak' Kur'ân-ı Kerîm'inde şöyle buyurmuştur : «Eğer dileseydik, herkese (dünyada) hidayetini verirdik...»[8]. «Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı...»[9]. (De ki : Tam hüccet Allah'ındır, O, dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirir­di.»[10]. Bu megîetin, olan şeyler için emir veyahut rıza olmasının ihtimali yoktur. Öyle ise meşîetle mutlaka kendi nezdindeki fiili murad buyurdu­ğu sabit olmuştur. Onun, «Eğer o olsaydı, şu olurdu» dediği halde onun meydana gelmiş olmasının ihtimali yoktur. Kendisi ile vaad olunmıyan şeyin olmasının gerçekleştirildiğini ifade edünıesi yalandır. Cenab-ı Al­lah, bunlardan berî ve münezzehtir. îcbar ve ikrah edilmekle te'vil edil­mesi, bir kaç yönden dolayı muhtemel olmaz.

Birincisi : Hakikaten Cenab-ı Allah, hidayetin keyfiyetini, dininin mahiyetim ve onun hakikatinin bulunduğu hususu onlara öğretmiştir. Kendisine ilân tekaddüm etmeksizin bununla, onun zıttımn murad edil­mesi muhtemel değildir. Onların katında, her ismin hakikatte zıttımn ismi olan şeye ihtimali vardır. Bu da Allah-u Teâlâ'nm onlara bunu öğretmesi ile olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ'nm vahdaniyetinin, O'na ve pey­gamberlerine iman etmenin yolu içtihat ve istidlal etme yoludur. Bu da mecburiyete muhtemel olmayan bir nevidir. Eğer yaratılışta ihtimali ol­mayan şeyde mecburi ilim caiz olsaydı ihtimal yolu bulunan şey de mec­buri ilmin nefyedilmesi caiz olurdu. Böylece mevcudat hakkındaki ilim batıl olur. Bununla beraber o husus, itaat etme ve emir kabullenme îdi. Cebir ise[11], onun hepsini iskat eden Binaenaleyh bu husus tahsil edildi­ğinde «Eğer dilemiş olsaydı, sizi iman etmekten ve bir din üzere bulun­maktan menederdi» demiş gibi olurdu. Bu ise sözü yerine getirmemektir. Allah-u Teâlâ, ancak şöyle haber vermiştir : «Eğer O, dilemiş olsaydı sizi hidayet üzere toplardı.» Bir kısım insanlar kendi istek ve ihtiyarları ile iman etmişlerdir. Eğer diğer bakî kalanları cebretmiş[12]olsaydı onları bir din üzere toplaması olmazdı. Fakat Allah'ın dini ve taatmdan kaçındık­larından dolayı onları menetmiştir. Bu da çok kötüdür. Ve yine cebr[13] ve kahr yönünden nıahlûkatm hiç bir sun'u yoktur. O, ancak mahlûkatm imanı'na rücu' eder. Her cevher kendi yaratılışı ile mümindir, Hidayete ermiştir. Hatta kendisi ile mahlûkatm çoğunun hidayeti meydana gel­miştir. Bu takdirde Onu Allah, muhakkak dilemiştir. Binâenaleyh «Eğer dileseydi» sözü ile fikir yürütmenin hiç bir manâsı yoktur. Allah-u Te­âlâ'nm «Eğer Rabb'in dileseydi, yer yüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi»[14]. Kavl-i Celîli de buna göre tefsir edilir. Ve yine cebr ile te'vili iptal eden hususlardan biri de Allah-u Teâlâ'nm «Eğer dilesey­di, herkese (dünyada) hidayetini verirdi, fakat benden şu söz gerçekleş­ti : Muhakkak ki, Cehennem'i bütün {kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım.»'[15] kavl-i celâlidir. Cebrin dilenmesi hak olarak zîkrolunan geyi iskat etmez. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah Celiecelaluh şöyle buyurmuştur :  «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[16]. Mu'tezileler ise, Allah-u Teâlâ, hepsinin hidayet üzere kumasını diledi dediler. Allah (c.c.) dilediği şeyin, dilediği gibi olmasını vadetti; fakat olmadı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «Hiç bir şey hakkında : Ben bunu, muhakkak yarın yaparım, deme. Ancak sözünü, Allah'ın dilemesine bağlıyarak (Allah di­lerse yapacağım) de--»[17]., Bu şeyin hayırlar hakkında olması hâli değil­dir. Bu ifade ise onların söylediklerine göre boş ve faidesiz bir sözdür. Çünkü Allah, muhakkak diledi. Ve yine öyle olmadığı zaman yalan söy­lemekle memur olmuş gibi olur. Çünkü O böyle olmasını emretmiştir; fa­kat böyle olmadı. Eğer O şey ger olsaydı, onu dilemezdi. Buna göre, onun zikredilmesinin onlarca hiç bir mânâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Allah Azze ve Celle buyuruyor ki : «... Çünkü Rabb'in, dilediğini, hemen noksansız yapar»[18], Cenab-ı Hak, dilediğini yapmakla kendi zâtını methetmiştir. Mu'tezileyegÖre; Allah-u Teâlâ, mahlûkattan meydana ge­len hayır işlerden bir şeyi murad etmemiştir ki, bütün mahlûkatm hepsi toplanıp onu saymağa kalkışsalar. Allah'ın irade ettiği şeylerden bir cüz'ünden bir cüz'ünü saymağa ulaşamazlar. Allah, dilediğini yapmamış­tır. Halbuki O'nunla kendisini methediyor. Sonra onlaruı büyük sözle­rinden biri de, «Allah'ın nezdinden öyle mecburi dileme vardır ki, eğer o, dileme olmuş olsaydı, mahlûkat onun dediği şey üzere olurdu», sözüdür. Onların Allah-u Teâlâ'nm bu kudrete sahip olduğunu veyahut mahlûkat için şu hususların zahir olmasından sonra bu işi yapacağı[19], hakkındaki dilemesinin bulunduğunu ifade [20]etmelerini kim tasdik eder? Onların ileri sürdükleri hususlar şunlardır : Vaadettiğini yerine getirmemek, fiildeki acizliğidir. Yahut mahlûkata, kendilerinin hesabının ulaştığı şeyden daha çoğu murad ettiği şeyi yapmasını vadettiği hususa ne zaman kalp­ler mutmain olup inanır ki, sonra o vaadinde durmaz? Bundan sonra da onun vaadine kim güvenir? Veyahut onun vaıdinden ne zaman korkulur? îşte mu'tezilelerin katında kimsenin kabul etmediği şekildeki ifade edi­lenlerin Allah katındaki yeri budur. Binâenaleyh aczini ve vaadini yerine getirmeyi ve hikmetin vasfı ile lâyık olmayan şeyi meydana çıkarmasını murad ettiği zaman hangi şeyi izhar eder ki onunla bu hususlar, mu'tezile mezhebinee bilinsin. Rabb'imiz azze ve celle, bu hususlardan    yücedir-berî ve münezzehtir.

AllaJı Celîe Celâluhu buyuruyor ki : «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberle­rinin dili ile itaat etmelerini emrederiz. Onlar, orada boyun eğmezler, ita­at etmezler, artık o memleket üzerine hüküm gerçekleşmiştir. îşte o memleketi kökünden helak ederiz de ederiz...»24 Âllah-u Teâlâ, bu âyet-i celîle ile, kendilerinden günah ve isyan sadır olmadan önce onların fışkım ve isyanının sebebleri ile memleketi ve o memleket halkını helak etmeği murad ettiğini haber vermiştir. Cenab-ı Allah, olmasını bildiği gibi onlar­dan günah ve isyan gelmemiş olsaydı ve fakat taât olmasını murad edip, onları helak etmiş olsaydı, bu husus zulüm olmuş olurdu. Binâenaleyh on­lardan zuhur eden hususu Allah'ın murad ettiği veyahut onun bildiği sa­bit olur.

Nuh aleyhisselâmın kavmine şöyle dediğini Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'indeki «Eğer Allah, sizi saptırmayı   (helakinizi)   murad ediyorsa, ben sizo nasihat etmek istesem de benim nasihatim size fayda vermez...»[21] kavl-i celîli ile haber vermiştir.

(Kitabın yazarı şöyle diyor": Ben derim ki : Onu murad etmemiştir. Nuh aleyhisselâmm kelâmını beşerin anlamasının ihtimâli bulunmayan şeye sarfolundu. Kur'ân-ı Kerîm'de Mûsâ aleyhisselâmm şöyle dediği be­yan ediliyor :

Mûsâ, şöyle dua etti : Ey Rabb'imiz, Sen Firavun'a ve etrafındaki­lere dünya hayatında giyecek bir çok süs eşyası ve mallar verdin. Ey Rabb'imiz, yolundan saptırsınlar diye mi?...»[22].

Siz, Allah onlara bu hususları vermemiştir, diyorsunuz. Halbuki Al­lah onlara, hidayete kavuşmaları için onları vermiştir.

Allah-u Teâlâ, «... Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah, kalplerini temiz­lemek istememiştir.»[23] buyuruyor. Siz ise bilakis Allah, Onu istemiştir, diyorsunuz. Allah-u Teâlâ «... Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, asla sen onun lehine Allah'tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[24] buyuruyor. Halbuki siz, Allah onu murad etmedi veyahut da bu bir mihnet ve meşak­kattir, diyorsunuz. Nasıl olur ki, Resûlülîah olmamasını murad veyahut temenni etti ki kendisine «Asla sen onun leyhine Allah'tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[25]dendi. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki : «Bir de küfreden­ler, kendilerine ömür ve mühlet verişimizi, sakın    kendileri için hayırlı sanmasın...»[26]. Onların ne malları, ne de evlâdları senin gözüne batma­sın...»[27]. Allah-u Teâlâ, vermiş olduğu şey ile onlara neyi dilediğini haber veriyor. Onlar ise Allah, dilemedi, diyorlar. Onlar gibilerine ancak yahudi ve hristiyanlara denildiği gibi denilir ki, onlara Kur'ân-ı Kerîm'de «... Pey­gamberlerin dinini siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?...»[28] denil­miştir. Allah-u Teâlâ da onlar hakkında, «... And olsun, Cehennem'i tama­men insanlardan ve cinlerden dolduracağım...»[29] buyuruyor.  Biz onlara deriz ki : Allah-u Teâlâ, bu vadettiğini yerine getirmeyi murad etti mi? Yoksa vaadinde yalan söyleyip vaidini iptal tmı etti? Eğer ikinci hususu ifade ederlerse büyük söz söyletaiş olup Allah'ı sefeh ve yalanı murad etmekle vasfetmiş olurlar ki, rezil ve rüsvay olma bakımından bu söz onlara kâfidir. Eğer Allah-u Teâlâ, va'dini yerine getirmeği murad etti derlerse, kendilerine denir ki : Allah va'dini yerine getirmeği murad etti, O, kendisine itaat etmelerini murad ediyor ve vadini yerine getiriyor. On­lar Allah'a itaat mı ediyorlar, yoksa isyan mı ediyorlar? Eğer itaat edi­yorlar, derse; O, zulüm ve hadden tecavüz etmeyi murad etmiştir. Çünkü onun fiili zulümdür. Onun olmasını murad etmek ise, kendisinin fiili ol­ması için, zulüm fiilini murad etmektir. Allah-u Teâlâ : «... Allah, kulla­rına bir zulüm murad etmez.»[30]. Eğer isyan ederler derse, hakkı anlamış ve adaleti ifade etmişlerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Cenab-ı Allah buyuruyor : «O küfürde yarışanlar, sana keder ver­mesin. Çünkü onlar Allah'a asla bir zarar edebilecek değillerdir. Allah, onlara ahirette bir nasip vermemeyi diliyor, onlar için çok acıklı bir azap vardır.»[31]. Kini ki, kendisinden meydana gelenlerin hepsi hayır olursa, Al­lah ona Ahiret'te bir nasip vermeyi murad etmiştir. Cenab-ı Allah : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, Ahireti kazanmanızı diliyor, Allah Aziz'dir. Hükmünde hikmet sahibidir.»[32] buyuruyor. Yine Cenab-ı Hak : «Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafif­letmek ister.»[33] buyurmaktadır.

Cenâb-ı Allah, mü'minler için bunu murad etmiştir. Ve o da olmuş­tur. Kâfirler için ise evvelkini, yani kâfirlerin geçici dünya malını iste­melerini murad etmiştir ve o da olmuştur. Onlar itaatkâr oldukları halde Allah'ın kâfirler hakkında ifade edilen bu hususu murad etmesi caiz ol­maz. Öyle ise Allah-u Teâlâ onlardan meydana gelen şeyin olmasını mu­rad ettiği sabit olur. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma ancak Allah'tandır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur : «Fakat âlemlerin Rabb'i olan Al­lah, (sizin dürüst olmanızı) dilemeyince, siz dileyemezsiniz.»[34]. Onlar an­cak Allah'ın dilemesi ile, diledikleri zaman, Allah, dilediği zaman onların dilememeleri ve Allah dilemezse de onların dilemeleri caiz olmaz. Zira O, Allah'ın aklen çirkin ve kötü kıldığı yalanın alâmet ve işaretidir. Yar­dım ve Tevfik Allah'tandır.

Sonra müslümanlarm arasuıda «Allah'ın dilediği olur; dilemediği olmaz.» deyimi yerleşip nesilden nesile intikal etmek suretiyle bilinmiştir. Bu husus hiç bir kimsenin kalbinde mecburi olarak veya başkasının yan­lış bir telkini olmaksızın ve ihtiyarî, icbarı olarak bütün fiillerin vukubul-duğu bilinen meşiet ve iradenin vukubulduğu şeyin hilâfına bir anlayış geçmeksizin insanlar arasında yerleşmiştir. Binâenaleyh, eğer Allah'ın ol­mayacak bir şeyi dilemesi ve olmayacağını bildiği bir hususun sonradan olması caiz olmuş olsaydı îlkinin rubûbiyyet sıfatlarından olması, ikin­cisinden dah lâyık olmazdı. Her bir mevzi için de bu böyledir. Hatta eğer gerçekten bu onların nezdinde evvelkine galebe çalar denilseydi, uzak bir ihtimal sayılmazdı. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Ve yine, vaad hakkında insanlar arasında bilmen bir husus şudur ki, verdikleri sözü yerine getirmemekte korktukları zaman inşaallah (Allah dilerse) derler. Yemin ettiklerinde de yemini tutamayıp bozmaktan en­dişe duydukları vakit inşaallah derler. Binâenaleyh, bütün müslümanla-rın inanç ve akideleri, mu'tezilenin hilafı hakikat olan kötü ve çirkin dü­şünceleri ortaya atıp onları süslemek suretiyle güzel göstermelerinden önce bir idi. O tıpkı Resûl-i Ekrem Sallellahu aleyhi ve sellem'in «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak onu mahlûkat arasında anası -babası yahudileştirir; hıristiyanlaştırır; mecusileştirir.»[35] buyurduğu gibi. Binâenaleyh, bu Hadis-i Şerif, zikroîunan hususlardan telbis gelinceye dek Allah-u Teâlâ'mn vahdaniyetine şahadeti icabeder. Mu'tezilenin adı geçen kötü hareketi gelmeden önce de dileme işi bütün müslümanlarm nezdinde böyle idi.

Yine, insanların örf ve âdetinde cari olan husus odur ki, dualarında kendilerine hayır ve kolaylık murad edilmesini temenni ederler. Bu ise, bir iradenin bulunduğundan onu hakikati ile kalbin mutmain olması için oluyor. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, geytan'm dilediği olur, dilemediği şey de olmaz demek, insan­ların kalbini titretecek derecede büyük bir sözdür. Oysa, şu husus bilinen bir gerçektir ki, sayılamayacak kadar şerrin olması, hayrın meydana çık­ması, dilemeğin bulunmasından meydana gelmektedir. îblis'in bu husus­ları dilemesi de mevcuttur. Bunun içindir ki, bunların Allah-u Teâlâ'ya is­nat ve izafe edilmesini güzel gördükleri gibi Şeytan'a ve isyan edenlerden 1 Şeytan'ın gayrine izafe edilmesini de çirkin görmüşlerdir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra ibret, akim zaruri olarak icabettirdiği şeydedir ki o da, bu hususu icabettirir. Çünkü herkes bilir ki, gerçekten onun fiili güzel-çirkin, lezzetli-lezzetsiz ve elem verici, istenilen ve sevilen - istenmeyen, ve sevil­meyen hususlardan kendi dildiğinin gayri olarak meydana çıkar. Binaena­leyh onların fiillerinin meydana çıktığı gibi çıkması için, onların gayrinin bu fiilleri meydana getiren o irade üzerinde bir iradenin bulunduğu sabit olur. Tevfik Allah'tandır.

- Yine, başkasının hükmü ve mülkü altında bulunan bir şeyin, onun istemediği ve dilemediği halde meydana çıkarılması, o kimsenin zayıf ve mahkûm olduğuna delâlet eder. Sıfatı bu olan kimsenin de Rabb ve ilâh olması mümkün değildir. Bunun içindir ki, bu sıfatlarla yani irade etmek, istediğini yapmak, istemediğini yapmamak gibi kemal sıfatlarla Allah'ın vasfolunması lâzımdır. Tevfik Allah'tandır.

Yine, hakikaten Cenab-ı Hak, küfrün, olacağını bildiğinin gayri ola­rak ve olacağım haber verdiğinin gayri olmasmı murad etmiş olsaydı, sefih ve yalancı olmasını murad etmiş olurdu. İrâdesi böyle olan kimsenin ilâh ve rabb olması asla caiz değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, bilinen bir gerçektir ki, her kim bir işi yapar da olanın gayrini murad ederse, o kimse sonuçları bilmeyen cahil veyahut fiili abes olan kimse olur. Allah-u Teâlâ, bu iki vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir. Görülmüyor mu ki, kim olraıyaeağmı bildiği bir şeyi yaparsa[36] o iş, ken­disinden zuhur eden abes bîr iş olur. Eğer dilediği şeyin gayri olursa onu bilmeyen cahil olur. Dünyada bilinen hata iki nevidir : Birincisi fiilin, bil­mediği takdir üzere meydana çıkması. İkincisi : Fiilin, dilemediğinin gayri olarak vukubulması. Eğer Allah-u Teâlâ, olacağın gayrini vermeği murad etmiş olsaydı, fiili hata olmuş olurdu. Allah-u Teâîâ, hatâ fiilden berî ve münezzehtir. Tevfik Allah'tandır.

Yine, dünyada carî olan hususlardandır ki, gerçekten düşmanlığını bil­diği kimseye dost olmayı murad eden kimsenin bu hareketi korku ve za­yıf olmasından meydana gelir. Binâenaleyh Allah-u Teâlâ'nm kendisine düşmanlığı ihtiyar edenlerin ve Şeytan'm dostluğunu murad etmesi caiz ol­maz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine, gerçekten her fiili ihtiyarî olan kimse o, fiili dilemiştir. Ve her fiili mecburi olan kimse, o fiilini dilememiştir. Eğer Allah-u Teâlâ, kulun fiilini olduğu hal üzere olmasını dilememiş olsaydı, Allah mecbur olurdu. Bunun içindir ki, bir kimsenin gayrinin fiilinde iradesinin bulunması caiz olmaz. Çünkü onun dilediği şey üzere meydana çıkması muhtemel değildir. Binâenaleyh, buna temenni ismi verdiler. Buna göre eğer Allah'ın dileme­diği bir şeyin olması düşünülmüş olsaydı, Allah'ın iradesinin temenni ye­rine çıkması gerekirdi. Yine, eğer bize peygamberin nübüvveti, beşerin sözü ile meydana gelmiştir, diye ifade edilmiş olsa bunu temenni etmemiz bizim için masiyet olurdu. Bu her ne kadar ona isyan etmiş olmamış ise de onun âyet ve alâmet olması bakımından isyan olurdu. Allah-u Teâlâ'nm onu bilip ondan haber verdiği zaman ve olmayacağını bildiği zaman da hikmet hakkında murad etmemiş olması da onun gibidir. Buna göre Al­lah'ın, hidayete ulaşmayacağını bildiği kimsenin Allah'tan hidayet talep etmede kulun bulunmaması gerçeğin hilâfına olmuş olmaz. Tıpkı Şeytan'ın «Ey Allah'ım onu hidayete erdir», demesi vukubulmadiğı gibidir. Çünkü onun olmıyacağmı bilir. Sonra bizim onu murad etmemiz mümkün değil­dir. Olmıyacağını bildiği şeyi murad etmememiz gerektiğine göre bu hususun Allah hakkında söylenmesi caiz değildir. Çünkü onun bizim üzeri­mizde olması ancak onun halini bilmememizden dolayı olur. Kuvvet an­cak Allah'tandır.

Sonra, Resûlüîlah'a küfretmenin derece ve günah bakımından Şey-tan'a küfretmek gibi, olmasını dileyen kimseye sorarız : O kimse, sefih ve kâfir değil midir? Elbette ki evet demesi gerekir. Bunun üzerine şöyle de­nir : Kim, Allah'ın Resulüne küfretmenin, mah]ûkatta.n birinin küfretme­sinin O'na ulaşamıyacağı, övülen büyük bir iş olduğunu murad eder? Bu­na da mutlaka evet, der. Ve yine denir ki, kendisinden sövmek sadır ol­masının böyle vukubulmasını kim diler; çünkü O'nun daha büyük bir kim­seden veya daha küçük ve bunlara benziyenlerden olmaması mümkün de­ğildir. Binâenaleyh kâfirden sadır olur demesi mutlaka lâzımgelir. Bu hususta da bulunduğu yönden zemme muhtemel olmayan vecihten küfür fiilinin irade edilmesi hususunda cevaz vardır. Tevfik Allah'tandır.

Sonra mu'tezilenin dayanağı olan asıl şudur ki, gerçekten Allah-u Te­âlâ'nm irâdesi onun yaratmasından başka bir şey değildir. Ka'bî'nin tefsir ettiğine göre, irâdenin te'vil edilmesi de, Allah'ın fiilinde mecbur olma­masından gayri değildir. Bu manâyı, tüm olarak kulların fiiline verdiler. Binâenaleyh, bu manâ bulunduğu halde ve aynı manâyı umumiyetle kul­ların fiiline verildikten sonra onların iradeyi inkâr etmelerinin hiç bir ma­nâsı yoktur. Tevfik Allah'tandır.

Bize göre ise, asıl olan odur ki, biz AlTah-u Teâlâ'nm iradesinden so­rulduğumuz zaman, denir ki : Allah-u Teâlâ'nm kâfirlerin fiilleri bulun dukları hal üzere iki vecih üzere mütalâa edilir :

Birincisi : Allah-u Teâlâ'nın iradesi hususunda bilindiği gibi mecburi­yet olmamak ve serbest olmakla ifade etmek.

İkincisi : Soranın muradı ve maksadı anlaşılmadığı veyahut, o husus­ta inadlaşmayı kasd etmesinden korkulduğunda, serbest olmanın mene-dilmesi ki o, husus, şöyle ifade edilir : Gerçekten maişetin, yani dilemenin'[37] bilinen hususlarda bir çok manâları vardır :

1 - Temenni etme. Bu her şey hakkında, Allah-u Teâlâ'dan nefye-clilmiştir. Cenab-ı Hakk'a temenni izafe edilmez.

2  - Emir ve duâ : Bu da, her faili zemmolundu. Fîil hakkında Al-îah-u Teâlâ'dan sadır olması nefy edilir.

3 - o'na rıza gösterip, onu kabul etmek : Zemmolunan her fiil hak­kında, bu husus yine Allah'tan nefyedilir.

4 - O'nun, galebe çalmağı nefyetmek ve fiilin, Allah'ın takdir edip murad ettiği gibi meydana çıkmasıyla te'vil edilmesi. îşte onun ifade etti­ği de budur. Onunla manâsı üzerine icma' edilmiştir. Kim ki, kendi manâ­sını verdikten onu inkâr ederse, o kimse meşieti, kendisinden murad edi­lenin gayri üzerine takdir etmiştir. Bizce ise o lâzımdır. Çünkü Allah her-şeyin yaratıcısıdır. Yarattığı şey hakkında onun irade ve dilemekle vasf o-lunması ve onun yaptığına zorlanmadığı, mecbur kılminadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, bu babdaM Kâ'bî'nin yanlış anlayışını izah edeceğiz. O, insan­ların «Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği şey de olmaz.» sözünü ele alarak kendi kendine soru sordu. Bu sorusuna Allah-u Teâlâ'nm «... Her-şeyi yaratan O'dur.»[38] kavl-i celîlinin te'vilindeki hususla cevap verdi. Ve sövmeyi dilemesinde Allah methedilmez dedi. Biz bu hususu beyan ettik. Allah-u Teâlâ'nm irâdesinde sövmenin hakikatini haber verdiği şeyde ya­lancı olması gerekir. Bu husus ise, söven kimsede sövme fiilinin olmasını murad etmesi, çirkin ve sövmek[39] değildir. Bu hususa iki yönden hasıl olan ilim delâlet eder ki, birinci yönden cehalet ve hatadır. İkincide ise hikmet ve doğruluktur. Dilemeği ise mecbur ve mahkûm olmağa sarfetti. Biz onun yanlış anlayışını beyan ettik. Oysa ki bunda ve gayrinde bulunan mecbur olma anlamını ele almak mümkün değildir. Çünkü o, îmanda, kü­fürde, yalan ve doğrulukta aynıdır. Yani, hepsindeki irade birdir. Allah, eğer hakikatte bir kimse için olmayan küfrü ve yalanı yaratmış olsaydı, o şeyin kendisinde yaratıldığım görenlerin hepsi katında kâfir ve yalancı olurdu, işte bunun içindir ki müslünıanlarin «Allah'ın dilediği olur» sözü­nün te'vilinde Allah küfrü ve yalanı[40] dilerse diye te'vil etmeleri gerekir. Bu te'vile mecbur olan bile rıza göstermez ki bu kişinin sözü kendisine yö-nelsin. Nasıl olur ki, bütün müslümanlar bu söze razı olur. Tevfik Allah'­tandır.

Sonra bagka bir itirazda bulunup müslümanlarin onu ifade ettiklerini ileri sürdü. Müslümanlar, «Allah'ın sevdiği şey olur; sevmediği şey de ol­maz» dediklerini iddia etti. Bu söz Şeytan'dan bile işitilmemiştir. Nasıl olur da müslümanlardan işitilsin?

Sonra onların «Allah'ın emri nafizdir. O'nu emrinden meneden bulun­maz» demelerine itiraz etmiştir. Bunun iki yönü bulunduğu öne sürüldü :

Birincisi : Tekvin emridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk'm «Allah'ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece «Ol!» demektir, o, oluverir.»[41] kavl-i celîîinde olduğu gibi. Bu emrin yerine gelmemesi mümkün olmaz. Bunun içine mahlûkatın fiilinin hepsi girer. O da evvelkinin aynıdır.

İkincisi : Onunla emrin hakikati murad edilir ki, o enirin olduğu yön­den ve olmayan gey hakkında emrin kendisi ile olan murad edilmez. Buna göre emir kendi kapsamından dışarı çıkmaz. Ve irade de zail olur. Çünkü irade mükevvinin kendisidir. Emir ise, kendisi ile fiil meydana getirilmesi için olur. Görmem misin ki, her fiilde muhtar olan irade ile vasfolunmuş-tur! O, memurdur denmesi caiz olmaz. Çünkü onunla Allah'ın (c.c.) vas-folunması mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allahu Teâlâ'nm «Fakat âlemlerin Rabb'i olan Allah, (sisin dürüst olmanızı) dilemeyince siz dileyemezsiniz»[42], kavl-i celîli hakkında der ki; gerçekten doğruluk ve dürüstlük, Allah'ın dilemesi ile olur. Bu söz fasittir. Çünkü, hakikaten Cenab-ı Hak diledi fakat olmadı. Dilemekle olan şey hakkında olur demek, ancak bizim onunla olur[43] dememizle olması caiz olur. Allah-u Teâlâ, dilediği zaman olmaması mümkün değildir, muhak­kak olur.

Sonra der ki, Cenab-ı Hak, sövülmeyi murad eder mi? Bu soruyu sor­makta hatâ etmigtir. Bilakis bu sualin doğru olanı şöyledir : «Allah-u Teâlâ kendisine dil uzatan kimseden, kötü ve öfkelenmiş olan sövme fiili­nin olmasını diler mi? Sonra bu sözüne karşı «Maazallah» der. Zira, Ce­nab-ı Hak, ondan bu fiilî nehyetmis ve bu fiile karşı gazap etmiştir. Hü­küm ve hikmet sahibi olan bunu asla yapmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Kendisine sorulup denir ki: Hü­küm ve hikmet sahibi olan eğer dilemiş olsaydı, yalancı ve ahmak olacağı hususlardan bunu dilemez mi idi? Eğer evet dilemez, derse onun hüküm ve hikmet sahibini bilmediği zahir olur. Eğer hayır diler derse, o zaman dilemeyi ifade etmesi lâzım gelir. Çünkü bunun olmaması onun yalan ve aptal olmasını gerektirir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Oysaki nehiy, bizim, zikrettiğimiz yönden değildir. Gazap da böyledir. Bu nevi fiillerin yaratılması hakkında açılan bölümde kâfi derecede bah­settiğimiz hususlardandır.

Sonra Cenab-ı Hak, kulun kendisine düşmanlığı ihtiyar edeceğini bil­diği halde ondan düşmanlık meydana gelmesini murad ettiği zaman za­fiyet manâsı zail1 olup ondan ve fiilinden müstağni olduğu zahir olur. Ni­tekim Cenab-ı Hak « ...Çünkü Allah bütün. âlemlerden müstağnidir.»[44] bu­yurmuştur. Oysa ki o, irâdenin manâsının galip gelmek olduğunu iddia ediyor. Halbuki bunda o,husus bulunmuştur. Binâenaleyh dilediğini söy­lesin, o kendisine evvelki hakkında cevaptır. Amma muhabbet ve rızaya verilen cevabı ise gerçekten «Allah, muhakkak şeytanı sever ve ondan ra­zı olur» denmesi caiz olmaz. Her ne kadar olmalarını murad etti ise, pis ve kötü olanlar da böyledir. Küfür fiili de bunun gibidir. Cevherler ve araz­lardan bütün pis ve kötü, çirkin olanlar da böyledir. Allah-u a'lem.

Rıza ve muhabbetle dilemediği şeyle mülkünde ziyadeleşmekle ken­disine olunan itirasa cevap verdi. Biz kendi fiili ile bu husustaki ayırt edilmeyi beyan ettik. Sonra der ki menetmeğe kadir olduğu zaman onu menetnıez. Böylece o şey de menedilmiş olmaz. Kendisine şöyle denir : Eğer o kadir olur da Allah o.nu menetmeyi murad etmezse bu, irade olma­yınca o kadir olmaz. Bu hususu ayan beyan eden şeylerdendir ki, eğer Allah onları İslâmı kabul etmeğe zorlasaydı onlar, zorla müslüman olmaz­lardı. Bu husus da onun üzerine kadir olmadığını beyan eder. İste bu dün­yada galebe çalma ve mecbur kılmadır. Tevfik Allah'tandır.

Dünyada onun benzeri ile itiraz etti. O, iki yönden yanlış ve hatadır.

Birincisi : Bizim hükümdarımız menetmeğe kadir olamaz. Yoksa di­lemediği her şeyi menederdi.

İkincisi : Gerçekten o, kendi mülkü ve hükmü altında değildir. Çün­kü yeryüzü hükümdarı gayrinin fiillerine malik değildir. O, fiilleri kendi hükmü ve tasarrufu altına da alamaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

So.nra kendisine, bilmiyerek ilminden bir şeyin çıkmasını takip eden şeyle itiraz edildi. Ve niçin iradesinden çıkması noksanlık icabettirmez, ki o aczin kendisidir? denince; cevap olarak, «O, noksanlığı değil, ancak zorlamayı takip eder», dedi. Kendisine nehyin de böyle olduğu söylendi. Galip olmak ise noksanlığı ihdas[45] eder. Yine Allah-u Teâlâ'nm kitabında muhabbet ile rızânın ve irâde ile meşietin arasındaki fark bulunduğuna delil vardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki : Eğer küfre dalarsanız şüphesiz ki Allah sizden müstağnidir. O kadar var ki kullarının küfrüne razı ol­maz...»[46]. «... Allah fesadı sevmez.»[47]. «... Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, pislikten pâk olanları da sever.»[48]. «... Şüphesiz Allah aşırı gidip haddi tecavüz edenleri sevmez.»[49]. Meşîet ve dilemek hakkında da Cenab-ı Hak, «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[50] buyurmuştur. Bunlardan başka muhabbet ve rı­zayı tahsis eden meşîet ile irâdeyi umum kılan nasslar vârid olmuştur. Bu7 nunla beraber onlarla Allah'ın fiilleri vasfolunur, fakat rıza ve muhabbet­le vasfolunmaz. O ise meşîeti kuvvete sarfetti. Hatta onu galip gelme hük­münde kıldı. Bunun içindir ki, dilemek, galip gelmeyi icabettirir. Bu hu­susta asıl olan şudur ki; sevmekle, sevmeyip öfkelenmek, öyle iki manâ­lardır ki, kulların fiili sebebiyle meydana gelirler. Meşîet ise, böyle değil­dir. Çünkü kulların fiillerinde meşîeti icabettirecek bir manâ bulunmaz. Meğer ki, onunla rıza veyahut temenni murad olunsun. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Dünyada kişi, bazan sevmediği ve razı olmadığı şeyi işler. Onun dile­mediği fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir. Yine böylece onların katın­da, iradenin mânâsı fiil üzerine tekaddüm etmiştir.. Bizce ise irade fiille bulunan bir manâdır. Onun bundan sonra bir yönü yoktur. Rıza, sevme ve öfkelenme ve bunların benzerleri bilinen hallerde ebedî olarak sonradan olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ'nın, «Allah size kc-laylık diledi»[51] kavl-i ceîîli ve benzeri âyetlerle ihticac etti. Allah, «size güçlük dilemez»[52] buyurmuştur.

Küfür ise güçlüklerin en güç olanıdır, diyor. Bu hususta kendisine deni­lir ki : Bundaki irade, izin, ibahe ve ruhsat üzere çıkar. Bu ise iman işinde nazarı itibare alınacak bir şey değildir. Güçlüğü dilemek de böyledir. Yine eğer o iki şey üzere olsaydı, —halbuki onlar Öyle bir kavimdir ki, iman etmişlerdir™ gerçekten onlar için dilediğimden başka bir şey ol­mamıştır. Eğer kâfirin iman etmesini dilemiş olsaydı, muhakkak o olur, onun gayri olmazdı. Tıpkı iman etmesini dilediği kimse de iman etme­den başka bir şey olmadığı gibi. Allah-u Teâlâ'nm «Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslama onun göğsünü açar..,»[53] kavli celîli buna uygun­dur. Bunu şu âyet-i celîle teyid etmektedir : «...Allah, onlara Ahiret'te bir nasip vermemeyi diliyor...»[54] Cenab-ı Hak müminler hakkında da : «...Halbuki Allah Ahiret'i kazanmanızı diliyor.»[55] kavl-i celîli ile beyan buyurmuştur. Bu husus delâlet etmektedir ki, kendisinin fiilinin iman et­mesi olmasını dilediği herkese Ahiret'te ona nasip vermeyi dilemiştir. Kimin fiilinin iman olmasmı dilememiş ise ona Ahiret'te nasip vermeyi de dilememi ştir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'mn «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez. »[56] kavl-i kerîmi ile de ihticac etmiştir.

Allama Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bunun üzerine bis deriz ki; yine böylece, kim ki bir insana düşmanlığı dilerse ondan düşmanlık bulunur, yahut onun fiili kötü ve çirkin olan zulüm olur. Oysaki onlar için zulmü dilememiştir. Bilâkis onlar için adaleti dilemiştir. Cenab-ı Hak : «Biz gök ile yeri ve aralarmdakileri boşuna yaratmadık...»[57] bu­yurmuş ve sonra da şeytan hakkında : «O'na ne önünden, ne ardından (hiç bir surette) batıl yaklaşamaz...»[58] buyurarak şeytana batıl ismini vermektedir. Yoksa onun yaratılması batıl değildir. Batıl ve zulüm ola­rak kâfirden sadır olan küfür füli de bunun gibidir. Allah'dan kullar için zulüm murad edilmez. Bunu daha açık olarak Cenab-ı Hakk'ın «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez»[59]  kavl-i celîli beyan etmektedir.

Ve sonra gerçekten onu itibare almak caizdir. Çünkü bildiği şeyin olmasını dilemek, mutlaka adalet olur. Zira o, fiilinin cezasını vermeyi murad etmiştir. Yoksa işlemediği bir iş için onu azaplandırmayı değil. Cenab-ı Allah, herşeye kâfidir.

Sonra Allah'ın, Resulünün müşriklerin mağlup olmasmı dilemesi hu­susunu sordu. Ve Peygamber aleyhisselâm, onların kendilerini davet et­tiği şeye bakmalarını dilediğini iddia etti.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Mağlûp olmak, itaat mıdır yok­sa masiyet midir? Bakmak vaktine kadar geçen hal de böyledir. Bunda ise masiyet üzerine devam etmek vardır. Onun masiyettir demesi elbet-teki lâzımdır. Binâenaleyh bazı maslahatları kasdetmeksizin onu dileme­si caizdir.

Allah-u Teâlâ'mn «Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da yüklenesin...»[60] kavl-i cehli de onun gibidir. Haki­katen masiyet olan fiilin murad edihnesi caizdir. Fakat isyan maksadı İle değil Böylece müminlerin isyanlarının hepsi her ne kadar Allah'ın yarattığı masiyet fiili murad etmedilerse de isyan eden kimselerin fiil­leridir. Hatta onlar, eğer küfrü dileseydiler, mutlaka küfrederlerdi. Al­lah-u Teâlâ'mn masiyet olması için kâfirin fiilini murad etmesi de bu­nun gibidir. Yahut onun sövme fiili çirkin ve sövme olma bakımından böyledir. Yoksa sövmeyi ve masiyeti dilmesi gibi olmaz. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra gerçekten onların mağlup olmalarını rıza göstermiştir, diye itiraf etti ki onun bu itirazı fasittir. Çünkü onların mağlup olmaları Al­lah ve Allah'ın Resulü için olmamıştır ki,[61] onun hakkında razı olmuş­tur, razı olmamıştır, diye kelâm etsin.[62]   Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine şu hususla itiraz olundu : Allah'ın kullarının ekse­risi şeytanın dilemesi ile küfretmişlerdir. Halbuki Allah, onların itaat etmesini murad etmiştir. Bunun için şeytanın, Allah'ın hükmü ve mül-kündeki dilemesi Allah'ın dilemesinden daha uzak olmuştur. Onun bu itirazına, rıza," muhabbet ve Öfkelenmek ile cevap verdi. Biz her iki işin arasındaki ayırımı beyan ettik. Gerçekten bir kişinin fiiline razı olur, fakat diğerinden o fiilin işlendiği vakit ona öfkelenir. Bu hususun iradede bulunması mümkün değildir. Binâenaleyh aciz kalmanın zahir olduğu şey de iradenin fiil için[63] şart olduğu sabit olur. Çünkü muhtar olanın fiili, iradeden hali kalmaz. Yine biz gerçekten Allah-u Teâlâ, iman etmeyen kimseyi bilmesini sever, veyahut ondan razı olur demiyoruz. Çünkü onların her ikisi de fiille sevilir. . Fiili meydana getirmeyen için bu hususun söylenmesi uzaktır. Aman irade ise biz onu geçen bölüm­lerde açıkladık. Allah-u a'lem.

Sonra bilinenlerde bu hususta asıl olan şudur ki : Gerçekten fii], irade, yahut galip gelme,[64] veyahut da gaflet,[65]üzere meydana çıkar. Sonra Cenab-ı Allah'ın, kulun fiili hakkında galebe çalma, veyahut gaf­letle,[66] vasfolunması cazi olmaz. Binâenaleyh onun irade olunduğu sa­bit olur. Mu'tezile ise, irade hakkında, Allah-u Teâlâ'ya kendisi için bir zaruret olmaksızın yok iken sonradan var olan ilimden başka bir mana ispat etmiyorlar. Halbuki bu manâ mahlûkatın tümünün fiilinde bulu­nan bir manâdır. Onların sözüne göre bu hususu inkâr etmelerinin hiç bir yönü Ve manâsı yoktur. Korunmak Allah'tandır.

Sonra der ki : «Şeytanın iradesi, onun temenni etmesinden ibaret­tir. Kullar eğer dileselerdi, küfretmezler di. Cenab-ı Allah, onları zorla menetmeğe kadirdir,»

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz ona şöyle deriz : Muhak­kak sen doğru söylüyorsun. İrâde gerçekten galip gelmeyi gerektirir. Teımenni ise, gerektirmez. Binaenaleyh, düşmanın temennisi Allah'ın ira­desi üzerine,[67] nasıl galip gelir? O'nun «kadir olur, mahkûm olur», gibi sözü ve bu nevi ancak vahşetin ve şaşkınlığın eseridir. Hiç bir yönü ile mecburen iman etmek caiz olmaz. Sonra der ki, eğer sen hiç hüküm ve hikmet sahibi olanın kulunu dilemediği işten menetmeğe kadir olsun da onu menetmediğini gördün mü? denilirse ona mecbur olmakla,[68] itiraz edip cevap vermeğe çalışır ki, bu yanlış ve hatâdır. Çünkü bizim katı­mızda onu diliyor. Menetmek murad edilen şeyin şartından değildir. Sonra şöyle diyor : Onu iki yönden dilemediği ifade edilir. Tedbirden bir şeyi zikretmeği menetmek onun için caiz değildir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer sen, dünyada ona kadir olursan,[69] sen onu bulamazsın,[70] ancak onun üzerine kadir olmaması yahut onunla fiili murad etmemesi hariç. Menetmeyi vacip kılan şeyin de iradeden olduğunu öne sürdü. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten menetmek eğer vacip olursa biaynihî değil, bir illete binaen vacip ol­muştur. İlletten zikrolunan şey, eğer mecburiyeti icabettirdi ise onun üzerine kadir olmaz, demenin ta kendisidir. Her ne kadar icap ettirme-seydi o, icbar etmeğe maliktir. Fakat tecavüz etmekle değil, bizce ona gücü yetmez. Ve örfün dışına çıkmış olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Cenab-ı Allah'ın «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar...»[71] kavl-i celîli ile vukubulan itirazın cevabında der ki : Onun te'vili bilinmektedir. O da şudur : Hakikaten kim ki, Allah'a itaat ederse ona kendi lutuflanndan başkasının kadir olmadğı şeyi verir. Ona güzel isimler koydu. İtaat etmeğe olan rağbetinin cezalanması için itaatı-na karşılık sevap vermek suretiyle en yüce hükümlerle hükmetti. Tıpkı «(iman etmekle)' hidayeti kabul edenlere gelince; (onlar seni her din­ledikçe) Allah, onların hidayetlerini artırmakta ve kendilerine takvala­rını ilham etmektedir.»[72] kavl-i celîli gibi. Kim ki Allah'a isyan ederse, zikroîunan hususu kendisinden menetmiş olur. Bunun üzerine vasfolun-duğu gibi göğsü İslama daralır. Bunu, başlangıçta hiç bir kimseye yap­maz. Tıpkı zikrettiğim âyet-i celîlede ifade ettiğim gibi. Cenab-ı Hak «...Ve onunla ancak fasıkları şaşırtır.»[73] buyurmuştur. Sonra der ki; o hususun iki şeyden dolayı dostluk ve düşmanlığı hak etmeden başlan­gıçta tahakkuk etmesi caiz olmaz. Birincisi, onunla anlaşıp sevişmenin bulunmaması; ikincisi ise gerçekten kullarının arasını taraf tutarak ayı­ran kimsenin dönüp onlardan birine levmetmeğe hakkı yoktur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O'nun âyet-i celîle hakkındaki iddiasına gelince : Gerçekten âyeti kerîme, bilinen bir hakikattir. Binâ­enaleyh bu husus onun marufu ve münker olanı bilmediğine ve kıssayı ters-yüz ettiğine delâlet etmektedir. Sonra âyet-i celîleyi ifade ederek bilenin islâmdan sonraya sarf etmesinde hata etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak : «Allah kime hidayet etmeği dilerse Islama onun göğsünü açar...»[74] buyurmuştur. Onun göğsünü açtığı içindir ki, kendisine islâmı ihsan et­miştir. Yoksa göğsünü İslama, kendisinde islâm bulunduktan sonra aç­mamıştır. Sonra bunun gibisinin anlaşma ve sevişme olmasını ifade et­mek ve bulunduğu hal ile Allah'a karşı kelâm etmekte cür'et ve cesareti daha da büyümüştür, Zira bu cür'et ve cesareti, kendi öz varlığındaki sı­fatından bilinmiştir ki onu meydana çıkarmıyor ve kendisine mecbur ol­madığı şeyle de nefsine zıt düşmüyor. Ve lâkin Allah-u Teâlâ'yı bilme­diğinden ve dinsizliği intaç edecek mezhebi ortaya koyup ayakta tutma talebi üe onu gerçek yönünden kinayeye sarfettigi için azaba müstahak olmuştur. Rezil ve rüsvay olmaktan Allah'a sığınırız.

Sonra der ki : Müslüman olduğu zaman, kim islâmı kabul et derse, onun kalbi İslama açık olduğu halde müslüman olmuştur. Küfrettiği va­kitte de onun kalbi dar olup İslama açık değildir. Veyahut darlık ve ge­nişlikte her ikisi de bir midir? Eğer her ikisi de bir idi derse, onun yalanı, müslüraan olmak veyahut küfretmek bakmamdan dininin ilk halini ko­ruyan ve bilen kimse katında yalanı ayan beyan olur. Sonra her müslü-manm ve kafirin yalanını bildiği şeyi Allah'tan olan anlaşma ve karşılıklı sevme ismini veriyor. Bunu Hak'tan uzaklaşmak ve menetmek suretiyle yapıyor ki, insanlar onun cüret ve cesaretini ve aptallığını bilsinler. Kuv­vet ancak Allah'tandır.

Sonra kendisine şöyle denir : Onun imandan sonra dilediği şeyden ve­yahut küfründen sonra onu mahrum kılan nedir? Bu hususta dinde yardım ve kolaylık var mıdır? Yoksa yok mudur? Eğer hayır yoktur derse, onun yalanı zahir olmuş, onun sevap ve yahut azap kılma hususu ortadan kalkmış olur. Eğer vardır, derse, azıcık bir güç harcamakla onun ürerine mezhebini ikrar etmiştir ki, din hakkında kendisi için en salih ve doğru olanıdır. Sonra hiç iman ettikten sonra kâfir olanı gördün mü ? Veyahut bunun vukubulduğu sana haber verildi mi? Yahut kâfir olduktan sonra iman edeni gördün mü? Bu sorulara karşı elbetteki evet gördüm demesi gerekir. Bunun üzerine denir ki : Sevabın verilmesi ve verilmemesi, o, göğ­sünün açılması mıdır, yoksa değü midir? Eğer hayır değildir derse, Al­lah'a; sözünde durmadığı ve haberinde yalancı olduğunun isnad etmiş olur. Eğer evet derse kendisine o faydalardan kendisine yararlı olan şey hangi menfaattir? Veyahut göğsünün daraltılmasında ona ne gibi bir zarar vermistir?. Bu takdirde onun sevap veyahut a^ap kılsın ve bazan anlaşma ve sevişme bazan da uzaklaşma ve menetme diye verdiği isimlerle başlangıç­ta onun caiz olduğunu menetsin. Sonucu bu olan sözden Allah-u Teâlâ'-mn bizi korumasını dileriz.

Sonra onlardan bazıları Allah-u Teâlâ'nın '«Allah'a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyecekler : Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk; ne babalarımız...»[75] kavî-i celîli ile ihtîcaç ettiler. Bu hususa üç yönden cevap verilmiştir :

Birincisi : Onlar bunun emir olduğunu iddia ettiler. Tıpkı Cenab-ı Hakk'ın «Bir edepsizlik (şirk üzere ve çıplak olarak Kâ'be'yi tavaf) et­tikleri zaman atalarımızı böyle bulduk, bize bunu Allah emretti derler...»[76] kavl-i kerîminde olduğu gibi.

Allah-u Teâlâ'nın «Kitap ehlinden bir güruh da vardır, dillerini kita­ba doğru eğer bükerler ki, siz o tahrip ettiklerini sanırsınız. Halbuki o, kitaptan değildir...»[77] kavl~i celîli de böyledir.

ikincisi : Onlar küfürleri sebebiyle azap gördükleri zaman korkutul­duğu halde kendilerine mühlet verildi; kendilerine mühlet verilip[78], he­men azap verilmeyince peygamberlerin yalan söylediklerini sandılar, ve bunun Allah-u Teâlâ'nın kendisine rıza gösterdiği hususlardan olduğunu zannettiler. Böyle olmasaydı Allah onlara mühlet vermezdi. Kendilerine Cumartesi günü balık avı yasak edilenler de böyle zannetmişlerdi. Bu husus tıpkı Allah-u Teâlâ'nın «Nihayet peygamberlerin, kendilerini ya­lanlayan kavimlerini iman etmelerinden ümitlerini kesince ve tekzip edil­diklerini anlayınca...»[79]kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibidir.

Üçüncüsü : Onların bu hususu müslümanlann her şey Allah'ın dile­mesiyle olur demelerinden onlarla istihza etmeleri için söylemiş olmaları, tıpkı insanın, «Ben öldüğüm zaman ileride gerçekten diri olarak (mezardan çıkarılacak mıyım?)»[80] dediği gibi ki, bunu   müslümanlarla alay etmek için demiştir. Münafıkların, «Şahadet ederiz ki, (kalblerimizdeki inancı açığa vururuz ki) doğrusu sen, muhakkak Allah'ın Peygamberi'sin»[81] sözleri gibi. Fakat kendilerinden meydana gelen bu husus istihza olduğu için ta'n olundular, tik zikrolunan husus da bunun gibidir. Allah-u a'lem.

Bu âyet-i celîleden sonra varid olan âyet, bunu teyid etmektedir. Ce-nab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur : «De ki : - Tam ve kâmil hüc­cet, Allah'ın hüccetidir. O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete er­dirirdi.»[82]. Daha başka âyet-i celîleler de varid olmuştur. Onlardan hiç biri açıklanması geçen hususa muhtemel değildir. Cenab-ı Allah'ın, eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi...»[83] kavl-i kerîmi hakkında diyor ki : O, zorlamaktır. Dileseydi, onları zorla­yıp cebrederek menederdi. Tıpkı onları ihtiyar olmaya, genç olmaya zor­ladığı gibi. Fakat onları imtihan etmesini dilemiştir. Tıpkı «... Allah di­leseydi o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı...»[84] kavl-i ce-lîli hakkında dediği gibi. O, şöyle demiştir : Gerçekten Allah, O'nu, Pey­gamberi ve peygamberin ashabı ile dilemiştir. Fakat onunla mecburiye­tin meşietini murad etmiştir. Çünkü onunla ne Övülme vardır ve ne de ecir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehmine delâlet eden hususu beyan ettik. Onun sözüne sepkat etmiş olanlardan şöyle diyenler vardır : Hakikaten eğer Cenab-ı Hak, mahlukatm fiilinden olmayan bir fiili yaratmak dileseydi, onu yaratmağa kadir olmazdı ki, kitap da onunla kendisini nefyetme ve ona kadir olma hususu varid olsun. O, ancak başka fiilden meydana gelenler ve beşerin gücünün sınırına ulaşmayandan gayrinde vukubulan o fiili yaratmağa kadir olur.

Kim ki, Allah~u Teâlâ'nm yaratma hususunda bu neviden olanım ya­ratmadan aciz olduğunu ve nıahlukatın fiilinin hakikatini yaratmaktan da­hi aciz olduğunu sanarsa hatta bu hususu murad ederse onun yeri mu'-tezilenin zannettiği yerdir. Çünkü mu'tezile öyle bir mahlukat yarattılar[85] ki, akıllarda ondan yüksek, iyi ve ondan üstün ve alâ bir yaratık bulun­maz. Mu'tezile bu fikri ve görüşüne zayıf akıllı olanların ağzına attı. Onlar da bunları dillerine doladilar. Bunun İçindir ki, Cenab-ı Hak onun gibi­sini yaratmağa kadir olduğunu beyan buyurdu. Yoksa gökleri, yeri ve her ikisinin arasında bulunanları yaratmağa kadir olduğunu ikrar edip ina­nanların bunun gibisini inkâr etmelerinin hiç bir yönü yoktur. Fakat bu­nunla mu'tesilenin «Allah, hakikaten diledi; fakat olmadı. Çünkü o, kul­ların fiillerini yaratmağa kadir değildi sözleri batıl ve fasid olur. Çünkü Cenab-ı Allah, ona cevap olarak «... O herşeye kadirdir[86]. Birincisine cevap olarak da «... O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi»[87] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ'nın, «Allah dileseydi, o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı»[88] kavl-i celîline gelince; onun tefsiri şöy­ledir : Eğer Allah kendisinin emirleri ile korkutulanları yalanlamağı di­leseydi. Bilakis onlardan dilediği şeyle imtihan etmesini murad etmedi. Lâkin intikam almayı tehir etmeyi diledi. Üçüncü tefsir de şöyle olur : Al­lah dileseydi kâfirlerden müslümanlarîa intikam alırdı; fakat tasdik et­tikleri hususu beyan «tmek için mağlûp olmakla peygamberinin ashabını imtihan etmesini diledi. Tıpkı Allah-u Teâlâ'nın : «Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik...[89]. «Ve insanlardan kimi de Allah'a dinin bir ucundan ibadet ederler...»[90] kavl-i celîllerinde beyan buyurdukları gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizimle Kaderiyye mezhebi arasında iki noktada kelâm vardır : Biz onlara sual' edip deriz ki, Allah-u Teâlâ ebedi olarak olacak olan şeyi olduğu hal üzere bildi mi? Eğer hayır bil­medi derlerse kâfir oldular. Çünkü onlar Rabb'larmı cehaletle vasfetti-ler. Eğer evet bildi derlerse, kendilerine : «Allah-u Teâlâ ilmini bildiği gi­bi yerine getirmeyi diledi mi, yoksa dilemedi mi?» denir. Eğer hayır dile­mez derlerse, o zaman, Allah-u Teâlâ kendisinin cahil olmasını dilemiş ol­duğunu söylemeleri gerekir. Kendisinin cahil olmasını dileyen de hüküm ve hikmet sahibi olmaz. Eğer evet dilemiştir derlerse, bu sefer de Allah-u Teâlâ'nın her şeyin, olmasını bildiği fiilleri olmasını dilediğini ikrar etmiş olurlar. Bu husus, Ebu Hanife'den rivayet edilen husustan bende yerle­şendir. Yoksa ben Ebu Hanife'nin beyan ettiği meseleyi lafzı lafzına zik­retmiş değilim. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Biri çıkar da derse ki; günah ve isyan için emri çirkin ve kötü olun­ca, niçin[91] onların olmasını dilemek çirkin olmuyor? Bir kaç yönden böyle olduğu ifade edilerek cevap verilir.

Birincisi : Emirde tenakuz bulunduğu için o, irâdede bulunmaz. Çün­kü fiil bazen emir için olur. Hasiyeti emretmek mümkün değildir. Zira emirle olan itaat olur. Kendisinde emir olması ile masiyetin manâsı yok olur. irade ise böyle değildir[92]. Görülmüyor mu ki, her fail kendi fiilini di­lemiştir. Öyle kendisine fiilim emretmiştir demesi mümkün değildir. Binâ­enaleyh her ikisinin muhtelif şeyler olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Yine Cenab-ı Hak, kendi fiilini murad etmekle vasfolunur. , Böyle olunca dilediği fiili kendisine emretmesi mümkün değildir. Bununla sabit olmuştur ki, iki yönden biri, diğerine delil değildir. Bununla beraber Al-laiı-u Teâlâ, peygamberleri ve seçkin kullarını helak edip, düşmanlarını ve kötü, şerir olan kimseleri baki bırakıp onlara dünyayı alabildiğine ge­nişletmeği dilememiştir. Bu hususu o menetmemiştir de. Bilakis bize, düşmanlarının ve kötü kimselerin helak olmaları; peygamberlerinin seç­kin ve iyi kullarının baki kalmaları için niyazda bulunmamızı emretmiş­tir. Tevfik Allah'tandır.

Ve yine; gerçekten emrin faydası, onun üstün ve yüce olmasıdır. Çünkü o, diğerini uzaklaştırmayı talep etmiş ve kendisi ile ulu ve mabud olmağa müstahak olan büyük nimetlerini ve üstün hakkını onda izhar et­miştir. İrâdenin hakkı ise, kendisi ile mülkünün arasına bir şeyin girme­mesi, kendi hüküm ve saltanatını menetmemesi için galebe çalmağı nef­yetmek ve ihtiyar sahibi olmaktır. İrâdeyi reddetmekte ise bu husus mev­cuttur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ'nın dilememesi batıl"[93] oldu. Emir ve nehyi reddetme de böyledir. Bunun için, Allah'ın rubûbiyyeti ve salta-natmm sahir olması için emir ve nehyin gerçek olduğunu söylemek gere­kir. Ve, mahlûkatın, Allah'ın mülkü ve saltanatında bir şey de dilemele­rinden aciz oldukları ve Allah'ın gerçek mülk sahibi olduğu için mahlûka­tın hepsi hakkında irade sahibi olduğunu söylemek lâzımdır. Tevfik Al­lah'tandır.

Yine, hakikaten Allah-u Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma İsmail aley-hisselâmı kurban etmesini ve bir koçla fidyeyi emretti. Allah-u Teâlâ'nın önce kurban etmenin hakikatini emredip sonra onu bedeli ile kendisin­den menetmiş olması caiz olmaz. Çünkü bu, görüşü değiştirmek ve ceha­letin alâmetidir. Binâenaleyh, emir irâdenin hakikatinin kendisi ile olan şeyle varid olmamış idi. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Bunun hepsi, bizim irâdenin manâlarının, kendisine vardığı manânın tahakkuk etmek üzere, kısımlara ayrılması bakımından bizim beyan etti­ğimiz husustu. Bunun ardında lafızdaki mani olan şey veyahut onun yö­nünden hasım katında çirkin olan yönlerden birine sarf etmekten başka bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra dünyada fiilin üzerine vakî olduğu şeyde asıl olan onun, irâde üzere, yahut sehven veyahut galip olmak suretiyle vaki olmasıdır. Kendi­sinde galebe çalma, aldanma vasfından çıkan herşeyin fiiller için gereken irâde ile vasfolunmasi lâzımdır. Fakat irâdeden ibaret olan şey, vasfo-lunmaz. Çünkü hakikatte irade bir çok kısımlara ayrılmıştır ki, biz onu geçen bahislerde açıkladık. Tevfik Allah'tandır.

Amma görünen de, gerçekten irâde olan şey hakkındaki ifade edilen irade, kendisi ile fiilin olduğu iradenin ta kendisidir. Bizim nezdimizde mümkün değildir ki, onunla beraber[94] fiil olmasın. Mu'tezilenin katında ise, irade fasılasız olarak fiilden önce olur. Bundan başka fiil bulunduğu zaman olan ve sonra olmayan hususlardan olan ise, o, bilmen temenniden ibarettir. Cenab-ı Allah bu gibi vasıftan yücedir; münezzeh ve beridir. Binâenaleyh ilk vecih üzere Allah'ın irade sahibi olduğu ve dilediği vech üzere fiüin tahakkuk ettiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır. [95]


[1] Kitabın aslında «yumkinus kelimesi «emkene» olarak yazılmıştır. Kitabın aslında «telhaku» kelimesi «yelhaku» olarak yazılmıştır.

[2] Kitabın aslında «tesbütü» kelimesi «yesbütü» olarak yazılmıştır.

[3] Kitabın aslında «yümkinu» kelimesi «emkene» olarak yazılmıştır. Kitabın aslında «tüfredü» kelimesi .yefrudü* olarak yazılmıştır. Yani fiillerden.

[4] El-En'am, âyet 125.

[5] Kitabın aslında «bica'Ii> kelimesi *yec'alü» olarak yazılmıştır.

[6] Kitabın aslında «dayyıkaten harceten» her iki kelime «dayyikan haracen» olarak ya­zılmıştır. Allah-u Teâlâ'nın şu âyet-i celîlesine bak: «Allah, kime hidayet etmeyi diler­se, İslâm'a onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırak­mak isterse,  onun kalbini öyle daraltır, sıkıştırır ki,  iman teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur.» El-En'âm, âyet 125.

[7] El-En'âm, âyet 39.

[8] Es-Secde, âyet 13.

[9] El-Mftide, âyet 48.

[10] EI-En'âm, âyet 149.

[11] Kitabın aslında «el'cebru* kelimesi noktasızdır.

[12] Kitabın aslında «cebera» kelimesi noktasız ve belirsizdir.

[13] Kitabın aslında «el'cebra» kelimesi noktasız «ha» harfi iledir.

[14] Yunus, âyet 99.

[15] Es-Secde, âyet 13.

[16] El-En'âm, âyet 39.

[17] El-Kehf, âyet 23, 24

[18] Hûd, âyet 107.   

[19] Kitabın aslında .ta'melu» kelimesi «ya'melu» olarak yazılmıştır.

[20] El-İsrâ, âyet 16

[21] Hûd, âyet 34.

[22] Yunus, âyet 88.

[23] El-Mâide, âyet 41.

[24] El-Mâide,  âyet 41.

[25] El-Mâide, âyet 41.

[26] Âli îmrân, âyet 178.

[27] Et-Tevbe, âyet 85.

[28] EI-Bakara, âyet 140.

[29] Hûd, âyet 119.

[30] Ğafir, âyet 31.     

[31] ÂI-i îmrân, âyet 176

[32] El-Enfal, âyet 67.

[33] E-Nisâ, âyet 28

[34] Et-Tekvîr, âyet 29.

[35] Bu Hadİs-i Şerifi, Buharı, Müslim ve Ahmed bin Hanbel tahriç etmişlerdir.

[36] Kitabın aslında <bina> bu, kelime şekilsiz varid olmuştur.

[37] Kitabın aslında »li'l meşîeti» kelimesi «H'l meşiyyeti. olarak varid olmuştur. Metinde devamlı olarak böylece gelmiştir- Biz ancak ona bu dip notta işaret etmekle iktifa edeceğiz.

[38] EL-En'âm, âyet 120.

[39] Kitabın aslında  «şetmen» kelimesi  «şeteme»  olarak yazılmıştır. Ben onu dip notta tashih ettim.

[40] Kitabın aslında «ve'l kezibe» kelimesi cvekezebe. olarak gelmiştir

[41] Yasin, âyet 82.

[42]  Et-Tekvtr, âyet 29

[43] Kitabın aslında «t«kûnu» kelimesi «yekûnu> olarak yazılmıştır.

[44] El-Ankebut, âyet 6.

[45] Kitabın aslında «tahdüsü» kelimesi «yahdüsü» olarak yazılmıştır.

[46] Ez-Zümer,  âyet 7.

[47] El-Bakara, âyet 205.

[48] El-Bakara, âyet 222.

[49] El-Bakara, âyet 190

[50]    El-En'âm, âyet 39.

[51] El-Bakara, âyet 185.

[52] El-Bakara, âyet 185.

[53] EI-En'âm, âyet 125.

[54] ÂI-i İmrân, âyet 176.

[55] El-Enfâl, âyet 67

[56] Ğafir, âyet 31

[57] Sâd. âyet 27.

[58] Fussilet, âyet 42.

[59] Fussilet, âyet 46

[60] El-Mâide, âyet 29.

[61] Kitabın aslında bu ibaredeki «ridâ» kelimeleri >ya>b olarak varid olmuştur.

[62] Kitabın aslında «bir'ridâ» kelimesi .ve bir'ridâ. şeklinde -ya.lı olarak yazılmıştır.

[63] Kitabın aslında .el'fi'lu- kelimesi «el'aklu» olarak yazılmıştır.

[64] Kitabın aslında -ğalebetin* kelimesi «aleyhi» olarak yazılmıştır.

[65] Kitabın aslında «gafletin» kelimesi «akîihî» olarak yazılmıştır.

[66] Kitabın aslında «bi'l gafleti» kelimesi «aklihî» olarak yazılmıştır.

[67] Kitabın aslında  «alâ» kelimesi  «ve alâ>  olarak yazılmıştır.

[68] Kitabın aslında «bi'l cebri» kelimesi noktasız «ha» harfi ile yazılmıştır.

[69] Kitabın aslında .takdiruhû» kelimesi «yakdiruhû» olarak yazılmıştır.

[70] Kitabın aslında «teciduhû* kelimesi noktasız 'ta' harfi ile yazılmıştır.

[71] El-En'âm, âyet 125.

[72] Muhammed, âyet 17.

[73] El-Bakara, âyet 26

[74] EI-En'âm,. âyet 125

[75] El-En'âm, âyet 148,

[76] EI-A'râf, âyet 28.

[77] Âl-i İmrân, âyet 78.

[78] Kitabın aslında «emhelû» kelimesi metinden olduğuna işaret olduğu halde dip notta varid olmuştur.

[79] Yusuf, âyet 110

[80] Meryem, âyet 66.                                                       

[81] Muhammed, âyet 1.                                     

[82] El-En'âm, âyet 149.

[83] Yunus, âyet 99.

[84] Muhammed, âyet 4.

[85] Bu kelime metinden olduğuna işaret edilmekle beraber dip not olarak yazılmıştır.

[86] Hûd. âyet 4.

[87] El-En'âm, âyet 149.

[88] Muhammed, âyet 4

[89] El-Ankebût, âyet 3

[90] El-Hacc, âyet 11.

[91] Kitabın aslında «lime» kelimesi «Iemmâ» olarak yazılmıştır.

[92] Kitabın aslında «kezâlike» kelimesi «keza» olarak yazılmıştır.

[93] Kitabın aslında «betale» kelimesi metinden olduğuna işaret edilmekle beraber dip not olarak yazılmıştır

[94] Kitabın aslında «mealıâ» kelimesi *meahû» olarak yazılmıştır.

[95] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:446-469.



yagmur_7-c
Sat 8 March 2014, 08:56 pm GMT +0200
îrâde meselesinin, eğer yaratıldığı sabit olursa, bu yönden fiillerin yaratılması meselesine katılmış olması mümkün olur[1]. Cenâb-ı ALLAH, emriyle olan şeyi irade etmiştir. Kendisi murid ve muhtardır. Yaratıl­makla vasfolunması yönünden irade sahibi olduğunu ifade etmek sabit olur. Eğer sabit olmazsa,[2] fiillerdeki irade ile galip gelme ve aldanmanın red edilmesinin murad edilmesi batıl olur. Çünkü O, dünyadaki irâdenin hakikatinin manâsıdır. Ancak, irade ile temenni, yahut emir, yahut duâ, yahut rıza, veyahut ta, onlardan basısı ile ALLAH'ın her şeyde vasfolun-maması caiz olan ve onun bir şeyde kesinlikle noksanlık veren hususlar­dan benzeri olanları müstesna. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Allah irademizi bozmasın, Hak ve adalet yolundan ayırmasın ve ölene dek yürütsün.. Her şey Allah tandır.  :)

Hanife 8.D
Sat 8 March 2014, 09:04 pm GMT +0200
Allah'ın sıfatı olarak irade; O'nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O'na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah'ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irade sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah'ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak surette geçerlidir.