sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 04:19 pm GMT +0200
Îmam Şafii hayatı ve yaşadığı çağ
(150-204 H. / 767-820 M.)
8- Neden Şafiî´yi Öne Aldık?
Bu yıl, sizinle etüd için, îmam Şafiî´yi seçtik. Dersimize onunla başladık- Zîrâ Şafiî´nin fıkhı, İslâm fıkhım en parlak ve en olgun devrinde en mükemmel bir surette temsîl etmektedir. O, re´y ehli fıkhı ile Hadîs ehli (Bağdad fıkhı ile Hicaz fıkhı) arasını âdil ölçülerle birleştirmektedir. Şafiî, fıkıhta re´y kaidelerini tesbit etmiş, Kıyas ölçülerini koymuş bir fakihtir. Aynı zamanda Sünneti zabt ve tesbit etmeğe çalışan, bu iş için Ölçüler ve mikyaslar koyan ilk hadîsci fakîhtir. Kitap ve Sünneti anlamanın yollarını aydınlatan, nâsih ve mensûhu beyan eden odur. Giriştiği bu iğlerle, vaz´ettiği usûl-ü fıkıh ile hüküm istinbâü için sabit esaslar kurmuş, tahric yoluyla hüküm çıkarma usûlünü vaz´etmiştir. Onun nasslar-dan hüküm alma usûlünü etüd eden kimse, îslâm fıkhını, gelişmiş ve olgunlaşmış, esasları aydınlanmış, çığırı düzelmiş bir halde incelemiş olur.
İmam Şafiî´yi ve fıkhını etüd eden kimse, bu araştırmayı yaparken Hicaz fıkhına, onların bahis usûllerine de temas eder. Çünkü o, hicret yurdunun imamı, çağında Hicaz´ın en büyük üstadı olan îmam Mâlik´ten ders aldı. Yine bu inceleme isinde Irak ehlinin fıkhına da temas eder. Çünkü îmam Şafiî, onların kitaplarını okudu, Hanefî fıkıh kitaplarını derleyen Muhammed b. Hasan´la görüştü; ondan ders aldı ve onların arasında yaşadı; onlarla münazara ve münakaşalar yaptı; mücâdele edip uğraştı. Mücâdele yapan kimseye, mücâdele yaptığı kimselerden bâzı şeyler geçer. Onların tutumundan, düşünce tarzından bir şeyler alır. Nasıl ki, harb yapan kimse, karşısındaki düşmanın tutumuna, plânlarına göre hareket eder, ondan bir şey alıp faydalanır. Fikirler insanlara, dostlardan olduğu gibi düşmanlardan da geçer. Hanhelîlerden bir takimı, bâzı dinsizlere cevap vermeğe koyulmuşlardı. Muhaliflerinin bâza görüşleri, düşüncelerin geçişi yoluyla, farkına varmaksızın kendilerine geçtiğini sezdiler... îşte Şafiî de böylece, her iki taraftan da bâza şeyler almış oldu. Re´y ve Hadîs taraftarlarından faydalandı. Bu bakımdan Şafiî´yi incelemek, îslâm fıkhını, gelişme, olgunlaşma çağında en üstün derecesine çıkarken her yönden onu incelemek demektir.
Bunların üzerine ilâve olarak Şafiî, Usûl-ü Fıkhın da va´zıdır. Nass-Iardan hüküm çıkarmanın, istinbât ilminin umumî esaslarını ve usûlünü o kurmuştur. Onu etüd etmek, usûl-ü fıkhı incelemek ve öğrenmek demektir. Böylece usûl-ü fıkhın sınırlan çiz kendine mahsûs bir yer almağa başladığı görülür. Fer´î mes´elelerden ve onun genel kayıdlanndan ayrılır. Bu incelemenin kendine mahsus meyveleri ve faydalan vardır. Çünkü bu füru´ mes´eleleri ve hükümlerini inceleme ilminden ayn, bambaşka bir ilim tarihinin etüdü demektir.
îmam Şafiî, mezhebinin usûlünü ve içtihadının yönlerini toplayan kitaplar te´lif etmiş ve yazmıştır. Böylece o, bu çığın ilk açmış demektir. Aynı zamanda bu yolu gösteren işaretleri koyarak, incelemelerde bulunmak isteyenlerin yoluna da ışık tutmuş, yollarını aydınlatmıştır.
Biz bu araştırmamızda îmanı Şafiî´nin yetişmesini, kültürünü, üstad-lannı, talebelerini inceleyeceğiz. Bütün bunlar onun hayatını etüd etmek demektir. Bundan sonra onun yaşadığı çağı, fıkhını, kitaplannı inceleyeceğiz. Kitaplarım nasıl te´lif ettiğini, onlardaki kültür derecesini araştıracağız. Daha sonra umûmî olarak istinbât ve hüküm çıkarmak için vaz´ettiği usûlleri inceleyeceğiz. Mezhebini vaz´ederken tuttuğu sistemi, onun derli toplu görüşlerini etüd edeceğiz. Sonra da mezhebini ve yayılmasını, gelişip genişlemesi sebeplerini araştıracağız. [1]
9- Doğumu Ve Soyu:
Rivayetlerin çoğuna göre îmâm-ı Şafiî Suriye´de (Filistin´de) Gazze´de doğdu. Fukahâ tarihçilerinin ve Tabakât yazarlanmn büyük bir çoğunluğunun görüşleri bunda birleşiktir. Fakat, çoğunluğun benimsediği bu rivayetin yanısıra onun Askalân´da doğduğunu söyleyenler de vardır. Askalân, Gazze´den üç fersah uzaktadır. Hattâ Suriye´den Yemen´e atlayarak onun Yemen´de doğduğunu söyleyenler bile olmuştur[2]. Fakat ekseriyet bunlardan doğru olanı seçip almıştır. Bâzıları bu üç rivayetin arasını şöyle birleştirmek ister: O Yemen´de doğmuştur, demekten maksat, Yemenlilerin bir mahallesinde doğmuş demektir. O Askalân´da ve Gaz-ze´de yetişti. Askalân´da Yemenli kabileler ve Yemen soyundan olanlar vardır. Bu itibarla Yemenliler arasında doğmuş demektir. Yâkût Hamevî der ki: "Eğer o rivayet doğru ise, bu tarzda anlamak bence güzel bir te´vildir."
Bütün rivayetler onun 150 yılında doğduğunda ittifak eder. Aym senede îmam-ı A´zam Ebû Hanîfe vefat etmiştir. Hattâ bâzıları Ebû Hanîfe´nin öldüğü gece Şafiî´nin doğduğunu söylerler. Bu, halk tarafından; bir imam öldü, aynı gece de diğer bir imam doğdu, tarzında söylenmiş bir sözden başka bir şey değildir. Bundan ne fazilet çıkar?
Nesebine gelince, fıkıh tarihini yazanların çoğunun benimsediği rivayete göre o, Kureyş ve Muttalib kabilesinden olan bir babadan doğmuştur. Çoğunluk onun soyunu şöyle tesbît eder: Abdi Menâf oğlu, Muttalib oğlu, Hâşim oğlu, Abdi Yezid oğlu, Ubeyd oğlu, Sâib oğlu, Şâfi´ oğlu, Osman oğlu, Abbas oğlu, İdris oğlu Muhammed´dir. Soyu, Hz. Peygamber´le Abd-i Menâf da birleşmektedir.
Şafiî´nin nesebinin vardığı Muttaîib, Abdi Menâfin dört oğlunun biridir. Onlar da şunlardır: Muttalib, Hâşim, Emevîlerin atası olan Abdi Şems, Cübeyr b. Mut´im´in atası Nevfel. Bu Muttalib, Hazret-i Peygam-ber´in Atası Hâşinı´in kardeşi oğlu Abdulmuttalib´i büyütüp yetiştirmiştir. Muttalib oğulları ile Hâşim oğullan beraber olup bir taraf idiler. Câ-hiliyet zamanında Abdi Şems oğulları yâni Emevîler onlara karşı idiler. Bunun İslâmiyet devrinde iki işte eseri görülmüştür:
1- Kureyşîiler Hz. Peygaraber´e ve akrabasından onun tarafını tutanlara boykot ilân edince, Muttalib oğulları Peygamber´in yardımına koştular. Bu işte Müslüman olan da, olmıyan da beraberdi. Peygamber´in yanında ezâ ve cefaya katlanmağı kabul ettiler.
2- Hz. Peygamber: Ganimet taksimine dâir olan âyet-i kerîmede zilkurbâye ayrılan hisseden Muttalib oğullarına da pay ayırdı. Abdi Şems oğullarına, Nevfel oğullarına böyle bir pay ayırmadı.
Cübeyr b. Mut´im rivayet ediyor: "Hz. Peygamber Hayber´den alınan ganimetten Zevilkurbâ hissesinden Benî Hâşim´e ve Benî Muttalib´e pay verince ben ve Osman b. Affân Hz. Peygamber´e gittik. Ben dedim ki: Yâ Resûla´llâh, bunlar Benî Hâşim´den aenin kardeşlerin. Onların fazileti inkâr olunamaz. Allâhu Teâlâ Seni onlardan kıldı. Ancak Sen Abdü´l-Mutta-lib oğullarına pay verdin, bizi bıraktın. Biz onlarla aynı derecedeyiz."
Hz. Peygamber cevaben: "Onlar, hem câhiliyette, hem de Islâmiyet-te bizden hiçbir vakit ayrılmadılar. Hâşim oğulları, Muttalib oğulları hep bir şeydir." buyurdular ve sonra da iki elini birbirine kilitlediler[3].
Nesebi hakkında Cumhur´un benimsediği budur. Fakat Şafiî´ye karşı olan bâzı Mâliki ve Hanefî Mezhebi mutaassıbı arı, mezhebler arasında taassub fikrinin nefret derecesinde hüküm sürdüğü devirlerde, Şafiî´nin soy itibariyle Kureyş olmayıp, kölelik vön;:.ıvlen Kureyş olduğunu iddia ettiler. Çünkü atası Şafiî, Ebû Leheb´in kölesi imiş. Hz. Ömer onu Kureyş kölelerine katmamış. Ömer´den sonra Osman onu bunlara katmış. Bu çürük bir iddiadır. Bu, Şafiî´nin soyu hakkında kendisinin söylediklerine uymaz. Onun söylediklerini çağında hiçbir kimse yalanlamadı. Mevsuk râviler nesebi hakkındaki sözleri ondan naklettiler; kitaplar bunu birbirinden alarak böylece yazdı. Bu haber her tarafa böyle yayıldı. Meşhur olan bir habere aykırı birşey ileri sürenler dâvalarını isbât edecek kuvvetli bir delil, sağlam bir sened getirmelidirler. Halbuki bunların elinde böyle bir şey yok[4].
10- Soyu Hakkında Söylenenler:
Anası ise Ezd kabîlesindendir; Kureyşten değildir. Şafiî´ye taraftarlıkta ileri gidenlerden bâzıları, onun Kureyşten, Hz. Ali sülâlesinden olduğunu ileri sürer. Doğrusu, Fahrürrâzî onun Kureyşten olması rivayetini şaz bulur, icmâa muhalif görür. Bu konuda şöyle der: "Şafiî´nin annesi tarafından nesebi hususunda iki kavil vardır: Birincisi, Hâkim Ebû Abdullah Hâfız´m rivayeti olup ki bu şazdır Şafiî´nin annesi Fâtıma bint-i Abdullah b. Hüseyin b. Hasan b. Ali b. ebî Talib´dir. İkincisi meşhur olan rivayettir ki, o da Ezd kabilesinden olduğudur."
Soyu hakkında Şafiî´nin lisânından naklolunan rivayetlerin hepsinde anasının Ezd kabilesinden olduğu kendi lisâniyle tasrih edilmektedir. Bunun üzerinde icmâ vardır. Şafiî´nin babasının soyu, anasının lüzumsuz bir surette Kureyşten olduğunu iddiadan onu müstağni kılar. [5]
11- Gazze´den Mekke´ye Göçen Yoksul Blr Âîlenin Çocuğu:
Yukarıda beyan ettiklerimizden görülüyor ki, Şafiî Kureyştendir. Kendisi Filistin´e sığınmış fakir bir aileden yetişti. Yemenlilerin yaşadıkları semtte oturdu. Şafiî´den naklolunan müteaddit rivayetler gösteriyor ki, babası, o henüz küçükken vefat etmiştir. Şerefli nesebi zayi´ olmasın diye annesi onu alıp Mekke´ye götürmüştür.
Yâkût Hamevî, Mu´cemül-Üdebâ´da Şafiî´nin şöyle bir rivayetini nakleder; demiş ki: "Ben 150 senesinde Gazze´de doğdum, iki yaşında iken Mekke´ye götürüldüm." Kendisinden Mekke´ye on yaşında iken vardığı da rivayet olunur. Hatîb Bağdadî, Tarih-i Bağdad´da, Şafiî´ye ulaşan bir senedle der ki, Şafiî şöyle demiş: "Yemen´de doğdum, anam, soyumun gaybe uğramasından korktu ve bana: Kabilene katıl ki, sen de onlar gibi olasın. Çünkü ben nesebinin kayıb olmasından korkarım, dedi ´ve beni Mekke´ye götürdü. Mekke´ye geldiğimde ben on yaşlarında idim. Akrabamdan birinin yanında kaldım ve ilim öğrenmeğe bağladım." Şüphe yok ki zahirde bu ikisi arasında tearuz vardır. Bunların arasım şöyle bulmak; mümkündür: Filistin´de kabilesinin yaşadığı yer ile Mekke arasında gelip giderdi. Akrabalariyle tanışıp sülâlesine intisâb etmek üzere ilk gidişi iki yaşında iken idi. Sonra on yaşma gelince onların kültürü ile yetişmek ve artık »aralarında kalmak üzere gitti, orada yaşadı ve onlara karıştı. Bundan sonra artık yoksul bir fakir yaşayış içinde yaşadığında bütün haberler birleşiyorlar. Demek Şafiî, zamanının en şerefli bir soyu olan ve asırlar boyunca böyle devam edecek olan yüksek ve şanlı bir soydan doğdu. Fakat büyüyünceye kadar yoksulluk içinde yaşadı. Şerefli bir soydan olan bir kişinin yoksulluk içinde yetişmesi, engeller ortadan kalkar ve kaideden ayrılmış olmazsa, onu olgunlaştım-, güzel ahlâk sahibi yapar, iyi´ yola sevk eder. ´Çünkü yüksek ve şerefli bir soydan oluşu onu daha küçük yaştan itibaren büyük işlere yöneltir, küçük işlerden uzaklaştırır. A1-? çak şeylere tenezzül etmez. Yoksulluğa bir de zillet katmaz. Kügtik dü-i sürücü şeylere yaklaşmaz. Yoksulluk hissetinden, ihtiyaç zilletinden kurtulmak için büyük bir himmet ve celâdetle şerefli mevkilere koşar. Bundan başka onun soyunun şerefli olması dâvasını güderek böyle fakr u, zaruret içinde yetişmesi, onu insanların içine karışarak onların duyduklarını duymağa sevk eder. Her tabakadan türlü insanlarla temas eder, onların iç âlemlerine muttali´ olur; ne gibi duygularla, düşüncelerle dolu olduklarını öğrenir. Bu ise toplumla ilgili işlerle alâkadar olan, onların muamelelerini bir düzene koymak isteyen kimse için bilinmesi zarurî işlerdendir. Çünkü şeriatı yorumlamakta, onun hakikatlerini meydana çıkarmada, onun ölçülerini açıklamada araştırıcı bunlardan faydalanır.
Rivayet olunduğuna göre İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin talebesi Mu-hammed b. Hasan Şeybânî elbise boyacılarına gider, onların muamelelerini, aralarında câri usulü sorup öğrenirdi. Bunu sormaktan maksadı, insanların ahvâline ve âdetlere taallûk eden bir meselede vermiş olduğu hükmün, şeriatın usûl ve hükümlerinin, bir asla muhalif olmamak şartiy-le, o âdetlere daha yakın ve uygun olmasını sağlamaktı. Şafiî´nin, soyunun şerefli oimasiyle beraber böyle yoksulluk içinde yetişmesi onu öyle olgunlaştırdı ki, kendisini üstün tutup muamelelerinde halktan uzaklaşmadı. Fakat avam gibi ibtizâle de düşmedi; halkın nazarında küçümsenecek şeylerden sakındı. Soyunun şerefi vardı, fakirliğinin de temiz bir değeri oldu. Bunların her ikisini birarada toplamanın, sonra hayatın bolluğuna kavuşunca, eseri görüldü. Vezir, kendisine hediye verdiği zaman onu kabul etmedi. Çünkü bu hediye kendisinden dûn olan birindendir. Halîfe kendisine atiyye verir, ihsanda bulunur; onu alır, ancak bulunduğu yerden ayrılmadan onları başkalarına dağıtır, yahut onları yanında alıkoyup yakınlarından olan yoksullara tevzi etmiştir. [6]
12- Çocukluğu, Yetişmesi, Çöl Hayatı:
îmam Şafiî yoksul bir aileden yetişti. Yukarıda bildirdiğimiz gibi öksüzdü. Annesi onun soyundan ayrı kalıp bilinmemesinden endişe etti. Onun ilk terbiyesini, kücüklüğündeki zekâsını ve keskin zihnini gösteren rivayetlerin hepsinden alınan özet şudur: Şafiî küçük yaşta Kur´ân-ı Ke-rîm´i ezberledi. Kur´ân-ı Kerîm´i çabucak ezberlemesiyle kuvvetli zekâsı meydana çıktı. Kur´ân-ı Kerîm´i ezberledikten sonra Hz. Peygamber´in hadîslerini ezberlemeğe koyuldu. Bunları ezberlemeğe çok meraklı idi. Muhaddisleri dinler ve bir işitişte hadîs ezberlerdi. Sonra hadîsi bâzan levhalara bâzan deri üzerine yazdı. Divana giderek yazmak için arkası yazılmamış kâğıtları alırdı[7].
Bütün bu rivayetler gösteriyor M, o henüz minimini körpe bir çocukken ilme hevesli idi. Peygamber´in hadîs-i şeriflerini öğrenmeği pek severdi.
ALLAH´ın Kitabını ezberlemek ve Peygamber´in hadîslerini bellemekle beraber diğer cihetten arapçayı düzgün ve mükemmel öğrenmeğe de bağladı, Arapların Arap obnıyanlarla ihtilâtı neticesi, büyük şehirlerde ve bölgelerde Arap lisânını tehdit eden bozuk arapçadan ve onun kötü tesirinden uzak kalıp kurtulmak istiyordu. Bu maksatla çöl hayatına atıldı ve Hüzeyl kabilesi arasına katıldı. Bu konuda kendisi şöyle der: "Ben Mekke´den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesi arasında kaldım. Onların dilini, şivesini öğrendim, onların âdetlerini aldım, Hüzeyl´e kabilesi, Arapların en fasihi idi. Onların arasında yaşadığımdan onlarla göçer konardım, nereye gitseler giderdim. Mekke´ye dönünce gür söylemeğe başladım,. Edebiyat ve hikâyeler bilirdim."
Hüzeyllilerin şiirlerini ve hikâyelerini o derece bellemişti ki, Asma, Arap diünde o yüksek mevkide bulunduğu halde, şöyle diyor: "Hüzeyl kabilesi şiirlerini, Kureyşten Muhammed îbn-i îdris adındaki bir gençten tashih ettim."
Anlaşılıyor ki, Şafiî´nin, îbn-i Kesîr´in bir rivayetinde geçtiği üzere, gölde on sene gibi uzun bir müddet kalması, çöl halkının güzel bulduğu âdetlerini almasına sebep olmuştur. Atıcılık, okçuluk öğrendi ve ona merak sardırdı. Hem de mükemmel ok atardı. Hattâ on ok atar ve bunların hepsi hedefe isabet ederdi. Kendisi şöyle diyor: "Çölde iken himmetim iki şeyde toplanmıştı: Okçuluk ve ilim. Ok atmakta o kadar maharet sahibi idim ki, on ok atsam hepsi hedefe isabet ederdi." Bunu söyledikten sonra ilim hususunda birşey demeden sustu. Yanında bulunan biri: "Vallah sen ilimde, okçulukta olduğundan çok daha üstünsün." dedi.
Jtşte Şafiî´nin ilk terbiyesi, ilk yetişmesi böyledir. Bu, o çağdaki Arap terbiyesinin en mükemmel örneğini arzeder. Kur´ân-ı Kerîm´i ezberlemek, hadîs öğrenmek, düzgün arapça bilmek, binicilik ve atıcılık Öğrenmek, şehirde ve çölde yaşayanların âdetlerini, ahvâlini tanımak. [8]
13- Mekke´de Ve Medine´de İlîm Tahsil Etmesi:
Şafiî Mekke´de iken, oradaki fukahâdan ve muhaddislerden okuyup ilim aldı. Fıkıh tahsil etti ve ilimde yüksek mertebeye ulaştı. Hattâ Müslim b. Hâlid Zenci ona fetva vermesi için izin vererek:
Yâ Ebâ Abdullah, artık fetva ver, senin fetva vermen zamanı geldi, dedi.
Şafiî fetva verecek bir mertebeye ulaşmıştı; burada durabilirdi Fakat onun ilim öğrenme aşkı ve himmeti bir hadde duramadı. Çünkü, ilmin hududu yoktur. Medine´nin müctehidî îmam Mâlik´in haberini duymuştu.
Mâlik´in ismi o sıralarda her tarafa yayılmıştı. Diller onun şöhretini ilden ile naklederdi. îlîmde ve hadîste yüksek bir noktaya ulaşmıştı. Yüce himmeti Şafiî´yi bilgi almak için Medine´ye göçmeğe sevk etti. Fakat o Medine´ye Mâlik´in ilminden bihaber, bomboş gitmek istemedi. Mekke´de bir adamdan Muvatta´ı emanet aldı. Onu okudu. Hattâ rivayetler onu ezberlediğini söyler.
Muvatta´ı okuması ve ezberlemesi, onun hicret yurdunun imâmı olan Mâlik´e gitmeğe şevkini arttırdı. Onun sayesinde Mâlik´in fıkhiyle ünsi-yet hâsıl etti, Hz. Peygamber´den rivayet ettiği hadîs-i şerifleri öğrendi.
İmam Şafiî, Mekke Valisinden bir tavsiye mektubunu hâmil olduğu halde îmam Mâlik´e gitti. Bu göçmeden sonra Şafiî´nin hayatı büsbütün fıkha yöneldi[9]. Mâlik onu görünce, ferâsetiyle onun uyanık bir genç olduğunu sezdi ve ona:
Yâ Muhammed, ALLAH´dan kork, günahtan sakın. Zîrâ sen büyük mertebe sahibi bir zât olacaksın, ALLAH senin kalbine nur koymuş, onu günahla söndürme, dedi. Ve sözünün sonunda:
Yarın gelirsin, sana okutacak olan da gelir, dedi.
Şafiî diyor ki: "Ertesi günü ona geldim. Okumağa başladım, kitap da elimde. Mâlik´ten çekinip okumağı kesmek istedimse de, güzel ve düzgün okuyuşumu pek beğendiğinden: Ey genç, devam et, dedi. Böyle devam ederek az gün zarfında kitabı ona okudum."
Şafiî, Mâlik´in Muvatta´ını rivayete ehliyet kazandıktan sonra ondan fıkıh almağa, onun fetva verdiği mes´eleleri öğrenmeğe devam, etti. 179 senesinde bu büyük imâmın ölümüne kadar ondan ders aldı. Şâfü o zaman ömrünün baharında, gençliğin en olgun çağında idi- Öyle anlaşılıyor ki, Şafiî İmam Mâlik´e devamla beraber, vakit vakit onun dersine ara veriyor, İslâm ülkelerinde seyahatler yapıyordu. Bu seyahatlerinde her zeki yolcu gibi insanların envalini, tarihini öğreniyor, içtimaî olayları incelemek fırsatım bulu3´ordu. Bu arada Mekke´ye gidiyor, annesini ziyaret ediyor, onun öğütlerini dinliyordu. Zîrâ o bilgili, anlayışlı, güzel düşünceli, asîl bir kadındı. Şafiî´nin İmam Mâlik´in dersine devam etmesi, onun seyahatlerine, şahsî inceleme ve araştırmalarda bulunmasına bir mâni teşkil etmezdi. [10]
14- Vâlîlîkte, Memuriyette Bulunması:
îmanı Mâlik (ALLAH ondan razı olsun) vefat edince, Şafiî ilimden yeteri kadar nasibini aldığına kânî oldu. O vakte kadar fakir idi. Kendisine kazanç sağlayacak, ihtiyaçlarını karşılayacak bir şey düşündü. Hayatını kazanmak için bir iş araç!. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz´a gelmişti. Ku-reyşten bâzıları ona Şafiî´yi beraberinde Yemen´e götürmesini söylediler. Vali bunu uygun bularak Şafiî´yi beraberinde götürdü. Şafiî bu hususta diyor ki:
"Annemde bana verecek yol parası bile yoktu. Evi rehin olarak verdim, yol parasını tedarik ettim. Yemen´e varınca Vali bana iş verdi."
Bu işte Şafiî´nin mevhîbeleri, tecrübeleri, zekâsı, bilgisi, soyunun asaleti kendini gösterdi. Âdil, seçkin bir adam olarak nâmı her tarafa yayıldı. Mekke vadisinde adı dillere destan oldu. Kendilerinden ilim aldığı ve kendileriyle görüştüğü fukahâ ve muhaddisler de bunu duydu. Bunu türlü türlü karşıladılar. Kimisi onun ilmi bırakıp memuriyete girmesini hoş görmediler. Memuriyeti bırakır asını tavsiye ettiler.
Şafiî Necrân´da işe başladı. Orada atâlet bayrağını açarak hakkaniyet üzere iş gördü. Her çağda ve her yerde olduğu gibi Necrân´da da insanlar; valilere, kadılara, hâkimlere yaranmağa çalışırlar, onlara yakınlaşmak için yol ararlar. Fakat bu gibiler, böyle yaranmak, yaltaklık suretiyle Şafiî´ye yaklaşmağa yol bulamadılar, onun adaletine gölge kondurmağa imkân yoktu. Kendisi bu konuda şöyle diyor: "Ben Necrân´da vazife görmeğe başladım. Orada benî Haris b. Abdü´l-Medân ve Sekîf mevâüsi yaşamakta idi. Oraya bir vali gelince ona yaranırlarmış. Bana da bunu yapmak istediler, fakat bende aradıklarını bulamadılar,"
Demek oluyor ki Şafiî, yaranmak suretiyle kendisini âlet etmek isteyenlerin yüzüne kargı yaranma kapışım kapamıştır. Bu öyle bir kapıdır ki, kendileri küçük olanlar, büyüklerin kalbine bu kapıdan sızarak onları adaletten ve hak yolundan çevirmeğe çalışırlar. Şâfü, bu kapıyı kapamakla kendisini her türlü serden ve zulümden korumuştur. Büyüklere dalkavukluk suretiyle sokulanlar onları yanıltır. Şafiî bundan kendini korudu. Onun için bütün yaptıkları adaletti. Fakat adalet, dâima, üstüne binilmesi güç bir bineğe benzer. Ona ancak azim sahibi olan kimseler güç yetirir. Onlar da zamanın şiddetine ve ezasına mâruz kalırlar, işte Şâfü de böyle oldu. [11]
15- Şafiî´nin Ta´kîbe Uğraması, Bağdad´a Getirilmesi:
Yemen´e zâlim, gaddar bir vali geldi. Necrân da Yemen vilâyetine dâhil. Şafiî, onun zulüm ellerinin, idaresi altındakilere uzanmasına mâni´ olurdu. Çok defalar Şafiî, ulemânın ellerinde çok iyi kullanmasını bildikleri keskin bir kılıç olan tenkîd vasıtasiyle bu valiyi uyarmağa çalıştı. Onu hırpaladı. Fakat Şafiî´nin, zulmüne karşı koyduğu bu valiyi tenkîd ederek onu böyle hırpalaması, valiyi kendi aleyhine harekete geçirdi. Vali ona kin bağlayarak hakkında iftiralar uydurdu, tezvîrata başladı. Herkes tabiatının icâbını yapar.
Abbasîler, karşılarında en kuvvetli düşman olarak Hz. Ali evlâdını görürlerdi. Çünkü onlar da aynı soydandılar. Üstelik Ali´nin torunları "Re-aûlullâh´in neslinden idiler. Bu, onlarda yoktu. Abbasî Devleti neseb iddiası sayesinde kurulmuş bir devlet olunca, Hz. Ali torunları da aynı nesebe sâhib, hattâ Resûlullâh´a daha yakındılar. Onun için Ali torunlarına bir davet sezdiler mi, onu daha beşikte iken hemen bastırırlardı. Bu hususta uzun boylu tahkikat yapmadan, kati delile bakmadan şüphe üzerine insan öldürürlerdi. Prensipleri şuydu: işlerin kendi çıkarlarına yorumu uğrunda suçsuz kimseyi öldürmeği, iğlerini bozacak bir maznunu serbest bırakmaktan kendileri için, daha evlâ görürlerdi.
îşte bu zâlim vali de Abbâsîleri bu zayıf noktalarından avlamasını becerdi. Şafiî´yi Aleviliğe taraftar olmakla itham etti. Halîfe Hânın Reşid´e yazdı: "Alevilerden 9 kişi kımıldanmağa başladılar." Sonra, mektubunda şöyle dedi: "Ben onların hükümet aîeyhinde ayaklanmalarından korkuyorum.. Burada Şafiî Muttalib oğullarından bir adanı var, o burada oldukça benim ne buyruğum tutuluyor, ne de yasam."
Bâzı rivayetlere göre ise Şafiî hakkında şöyle demiş: "Harb meydanlarında savaşan bir kimsenin kılıçla yapamadığım o, diliyle yapıyor."
Bunun üzerine Halîfe Reşid, Hz. Ali taraftan olan bu dokuz kişinin, Şafiî de beraber olmak üzere, Bağdad´a getirilmesi için emir vermiş.[12]
Rivayetlerin dediğine göre Halîfe bu dokuz kişiyi öldürtmüştür. Şafiî hüccetinin kuvveti ve Hanefî fakîhi Muhamnıed b. Hasan Şeybânî´nin gehâdeti sayesinde kurtulmuştur.
Hüccet ve delilinin kuvveti şundan anlaşılıyor: Kendisine kılıç altında Alevilik ithamı yöneltildiği zaman Halîfe Harun Reşid´e şöyle cevap verdi:
Yâ Emîrü´l-Mü´minîn, iki adam var, bunlardan birisi beni kendisine kardeş sayıyor, diğeri kölesi addediyor. Ne dersin, bunlardan hangisi bana daha sevgilidir?
Seni kardeş sayanı daha çok seversin.
îşte o adam sensin ya Emîrü´I-Mü´minin. Zîrâ siz Abbasî oğulları, onlar ise Ali oğulları. Biz de Muttalib oğulları. Siz Abbasî oğulları bizi kardeş görürsünüz, onlar ise bizi köle sayarlar.
Hanefî fakîhi Muhammed b. Hasan Şeybânî´nin onun hakkındaki iyi şehâdetine gelince: Şafiî onu, itham olunduğu esnada Harun Reşid´in meclisinde görüp tanımıştı. Zîrâ ilim, ilim ehli arasında bir akrabalık bağıdır. Şafiî müdafaası sırasında söyledikleri arasında kendisinin ilimden, fıkıhtan nasibi olduğunu söyledi ve kadı Muhammed b. Hasan da bunu bilir, dedi. Harun Reşid, bunu Muhammed b. Hasan´a sordu. O da:
O ilmi çok, bilgiden nasibini almış bir zâttır. Ona isnat olunan bu işle onun bir ilgisi yoktur. O öyle adam değil, dedi. Harun Reşid de:
Onu yanına al, bakalım, düşünelim, dedi. Bu sayede Şafiî kurtuldu. [13]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 12-13.
[2] Bu üç türlü rivayet Şafiî´nin dilinden nakil olunmaktadır. Onun şöyle dediği söyleniyor: "Ben 150 yılında Gazze´de doğdum. İki yağında bir çocukken Mekke´ye götürüldüm." Diğer bir rivayet ise şöyledir: "Ben Askalân´da doğdum". Yâkût Hamavî diyor ki, Askalân ile Gazze arası üç fersahtır. Her ikisi de Filistin´dedir. Onun şöyle dediğe de rivayet olunur: "Ben Yemen´de doğmuşum. Annem benim sönüp gitmemden korkmuş., beni Mekke´ye götürmüş."
[3] Bunun içindir ki imam Şafiî, zevîi-kurbâ hissesinden kendisine pay verilmesini istediği vakit, bu dileği yerine getirildi.
[4] Falıreddin Râzî, Mâliki ve Hanefî Mezhebi mutaassıplarına üç yönden cevap verir:
a) Mâlikîlerden ve Han enlerden o çağda ona muhalif olanlar, onunla mücâdele ediyorlardı. İçlerinden onu çekemeyip küçük düşürmek isteyenler vardı. Eğer o, Kureyş/ten olmasaydı onun soyuna ta´n ederlerdi ve bu da o zaman duyulur, yayılırdı. Halbuki mücâdele ettiği kimselerin böyle bir §ey dedikleri hiç naklolunma-mıştir.
b) İmam Şâfü, Harun Reşid´e karşı ayaklanan Alevîlerle beraber olmakla itham edilince bu neseb iddiasını Halîfe Harun Regid´in huzurunda yaptı. Eğer Mevâ-lîden olsa idi, o zaman Halîfenin amucasımn oğlu olduğu iddiasında bulunamazdı. Çünkü böyle bir ithamla elleri kelepçeli olduğu halde korku İçinde getirilmişti. Eğer neseb´i güneş gibi meydanda olmasaydı, Şafiî gibi aklı başında bir adam böyle bir makamda öyle aslı oîmadık iddiada bulunamazdı.
c) Büyük Ulemâ bu nesebin böyle olduğuna şahîddirler. Muhammed İbn-i İsmail Euhâıî, Tarih-i Kebîı´inde Şafii´yi anlatırken der ki: "Muhammed b. îdris Şafiî, Kureyştendir..." Müslim b. Haccac da der ki: "Mekke Valisi olan Abdullah İbn-i Sâib, Muhammed b. İdris´in atası olan Şafiî b. Sâib´in kardeşidir. Abdullah b. Sâib´in Kureyşten oîduğunda hiç niza´ yoktur." (Fahrürrâzî, Menakıb-ı Şafiî, s. 87).
İmam Şafiî hakkında ilk eser Dâvud Zahirî (ölümü 270 H. / 883 M.) tarafından yazılmıştır. Sonra Sâcİ (Ölümü 307 H. / 919 M.), İbn-i Ebî Hâtem (ölümü 327 H. / 938 M-) taraflarından da menâkıbı yazılmıştır ve bunları başka eserler takîp etmiştir. Tarih ve Tabakât kitaplarında da ona dâir geniş bilgi vardır (Mütercim).
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 13-15.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 15-16.
[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 16-17.
[7] Bu, Şafiî´nin kendi ağzından duyulmuş birçok rivayetlerde vardır. Bunu Falırürrâzî, Menâkıb-ı Şafiî´de, Hamalı Yakut Mu´cemü´l-Üdebâ´da nakleder. Hepsi aynı mânâdadır. Bu rivayetlerde dîvanda içine yazılmış, arkası beyaz kalmış kâğıtları aldığa söylenir.
Bu eserde Şafiî´nin biyografisine âit birçok kısımlar, Yâkût Hamevî´nJn Mu cemü´l-Üdebâ´smdan alınmıştır. Dârü´I-Me´mûn Matbaasında basılan Mu´cemü´I-Üde-bâ´nın XVII. cildinin 281/327. sâhifelerini tutan Muhammed b. îdris Şafiî maddesinden yer yer alınan bu kısımlar için sâhife gösterilmemiştir, isteyen o maddeye müracâat edebilir (Mütercim).
[8] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 17-18.
[9] Yakut´un Mu´cemü´l-Üdebâ´smda, Fahrürrâzî´nin Menâkıb-ı Şafiî eserinde naklolunduğu üzere Şafiî´nin Mâlik´e gitmesini ve onunla görüşmesini onun dilinden ´dinleyelim. Çünkü bu, o çağda ilim adamlarının mevkiini gösterir.
[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 18-20.
[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 20-21.
[12] Burada iki şeye işaret etmek, istiyoruz:
1- Şafiî, Hz. Ali evlâdına beslediği sevgiyle tanınmıştı. Nasıl ki, bunu ileride »sıkılayacağız, îbn-i Abdu´I-Berr´in El-lntika´sında ve başkalarında kaydedildiğine göre, onun göyle dediği rivayet olunur:
"Hz. Muhammed´in ÂPtai sevmek râfizîlik ise, ins ve cin tanık olsun ki ben râfizîyim."
2- Raviler ittifak etmiştir ki, Şafiî, AH tarafdariığı ile itham olunmuştur ve Halîfe Reşid bu yüzden onu tazyik etmiş ve Bağdad´a getirtmiştir. Yalnız İhtilâf ettikleri cihet gudur: O Mekke´de iken mi, yoksa Yemen´de iken mi bu ithama mâruz kaldı? îbn-i Hacer´in Tevâlî El-Tesîsi´nde, Fahreddin Râzî´nin Menâkıb-ı Şafiî´sinde, Yâkût Hamevî´nin Mu´cemü´I-Ü´debâ´sında naklettiklerine göre bu itham Yemen´de bulunduğu esnada olmuştur ve Yemen´den alınarak Bağdad´a Halîfe Reşid´e getirilmiştir. İbn-i AbdÜ´1-Berr ise El-întikâ´da bu ithamın Mekke´de bulunduğu sırada olduğunu kaydediyor. Şafiî´nin dilinden şöyle anlatılıyor: "Harun Reşid´e ihbar etmişler ki: Mekke´de birtakım tertipler var, Yemen´den Alici olan bir adamı çağırdılar, o da mücavir olarak Mekke´ye geldi, Kureyş´ten bir cemâat onun etrafında toplandı. Ona bîat etmek istiyorlar. Harun Reşid, Yahya b. Hâlid Bermeki´ye emir verdi. Bermekî, Mekke´de hepsi de Kurey´ş.ten 300 kişinin elleri bağdı olarak gönderilmesi için Mekke Valisine derhal yazmasını talep eder. Onlarla birlikte ben de vardım."
Sonra diğer bir rivayette şöyle diyor: "Şafiî, Ali tarafdarlannm onuncusu olarak Hicaz´dan getirildi."
Bu rivayetler şüphesiz ki, zahirde birbirine aykırıdır. Fakat aralarını göyle bulmak mümkündür: Şafiî ailesini ziyarete geldiği sırada Mekke´de iken itham olunmuştur. Bu ithamı yapan da hakkında tezvîr ve iftiralar hazırlayan Yemen Valisidir.
itham olunanların sayısındaki İhtilâfa gelince: Asıl itham on Kişiye yönetilmiştir. Diğerleri onları dinleyip onlara uyanlardır.
[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 21-23.