- Îmam Şafii hayatı ve yaşadığı çağ

Adsense kodları


Îmam Şafii hayatı ve yaşadığı çağ

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 04:19 pm GMT +0200
Îmam Şafii hayatı ve yaşadığı çağ


(150-204 H. / 767-820 M.)


8- Neden Şafiî´yi Öne Aldık?


Bu yıl, sizinle etüd için, îmam Şafiî´yi seçtik. Dersimize onunla baş­ladık- Zîrâ Şafiî´nin fıkhı, İslâm fıkhım en parlak ve en olgun devrinde en mükemmel bir surette temsîl etmektedir. O, re´y ehli fıkhı ile Hadîs ehli (Bağdad fıkhı ile Hicaz fıkhı) arasını âdil ölçülerle birleştirmektedir. Şafiî, fıkıhta re´y kaidelerini tesbit etmiş, Kıyas ölçülerini koymuş bir fakihtir. Aynı zamanda Sünneti zabt ve tesbit etmeğe çalışan, bu iş için Ölçüler ve mikyaslar koyan ilk hadîsci fakîhtir. Kitap ve Sünneti anlama­nın yollarını aydınlatan, nâsih ve mensûhu beyan eden odur. Giriştiği bu iğlerle, vaz´ettiği usûl-ü fıkıh ile hüküm istinbâü için sabit esaslar kur­muş, tahric yoluyla hüküm çıkarma usûlünü vaz´etmiştir. Onun nasslar-dan hüküm alma usûlünü etüd eden kimse, îslâm fıkhını, gelişmiş ve ol­gunlaşmış, esasları aydınlanmış, çığırı düzelmiş bir halde incelemiş olur.

İmam Şafiî´yi ve fıkhını etüd eden kimse, bu araştırmayı yaparken Hicaz fıkhına, onların bahis usûllerine de temas eder. Çünkü o, hicret yurdunun imamı, çağında Hicaz´ın en büyük üstadı olan îmam Mâlik´ten ders aldı. Yine bu inceleme isinde Irak ehlinin fıkhına da temas eder. Çünkü îmam Şafiî, onların kitaplarını okudu, Hanefî fıkıh kitaplarını derleyen Muhammed b. Hasan´la görüştü; ondan ders aldı ve onların arasında yaşadı; onlarla münazara ve münakaşalar yaptı; mücâdele edip uğraştı. Mücâdele yapan kimseye, mücâdele yaptığı kimselerden bâzı şey­ler geçer. Onların tutumundan, düşünce tarzından bir şeyler alır. Nasıl ki, harb yapan kimse, karşısındaki düşmanın tutumuna, plânlarına göre ha­reket eder, ondan bir şey alıp faydalanır. Fikirler insanlara, dostlardan olduğu gibi düşmanlardan da geçer. Hanhelîlerden bir takimı, bâzı dinsiz­lere cevap vermeğe koyulmuşlardı. Muhaliflerinin bâza görüşleri, düşünce­lerin geçişi yoluyla, farkına varmaksızın kendilerine geçtiğini sezdiler... îşte Şafiî de böylece, her iki taraftan da bâza şeyler almış oldu. Re´y ve Hadîs taraftarlarından faydalandı. Bu bakımdan Şafiî´yi incelemek, îs­lâm fıkhını, gelişme, olgunlaşma çağında en üstün derecesine çıkarken her yönden onu incelemek demektir.

Bunların üzerine ilâve olarak Şafiî, Usûl-ü Fıkhın da va´zıdır. Nass-Iardan hüküm çıkarmanın, istinbât ilminin umumî esaslarını ve usûlünü o kurmuştur. Onu etüd etmek, usûl-ü fıkhı incelemek ve öğrenmek de­mektir. Böylece usûl-ü fıkhın sınırlan çiz kendine mahsûs bir yer al­mağa başladığı görülür. Fer´î mes´elelerden ve onun genel kayıdlanndan ayrılır. Bu incelemenin kendine mahsus meyveleri ve faydalan vardır. Çünkü bu füru´ mes´eleleri ve hükümlerini inceleme ilminden ayn, bam­başka bir ilim tarihinin etüdü demektir.

îmam Şafiî, mezhebinin usûlünü ve içtihadının yönlerini toplayan kitaplar te´lif etmiş ve yazmıştır. Böylece o, bu çığın ilk açmış demektir. Aynı zamanda bu yolu gösteren işaretleri koyarak, incelemelerde bulun­mak isteyenlerin yoluna da ışık tutmuş, yollarını aydınlatmıştır.

Biz bu araştırmamızda îmanı Şafiî´nin yetişmesini, kültürünü, üstad-lannı, talebelerini inceleyeceğiz. Bütün bunlar onun hayatını etüd etmek demektir. Bundan sonra onun yaşadığı çağı, fıkhını, kitaplannı inceleye­ceğiz. Kitaplarım nasıl te´lif ettiğini, onlardaki kültür derecesini araştı­racağız. Daha sonra umûmî olarak istinbât ve hüküm çıkarmak için vaz´­ettiği usûlleri inceleyeceğiz. Mezhebini vaz´ederken tuttuğu sistemi, onun derli toplu görüşlerini etüd edeceğiz. Sonra da mezhebini ve yayılmasını, gelişip genişlemesi sebeplerini araştıracağız. [1]


9- Doğumu Ve Soyu:


Rivayetlerin çoğuna göre îmâm-ı Şafiî Suriye´de (Filistin´de) Gazze´de doğdu. Fukahâ tarihçilerinin ve Tabakât yazarlanmn büyük bir ço­ğunluğunun görüşleri bunda birleşiktir. Fakat, çoğunluğun benimsediği bu rivayetin yanısıra onun Askalân´da doğduğunu söyleyenler de vardır. Askalân, Gazze´den üç fersah uzaktadır. Hattâ Suriye´den Yemen´e atla­yarak onun Yemen´de doğduğunu söyleyenler bile olmuştur[2]. Fakat ekseriyet bunlardan doğru olanı seçip almıştır. Bâzıları bu üç rivayetin arası­nı şöyle birleştirmek ister: O Yemen´de doğmuştur, demekten maksat, Yemenlilerin bir mahallesinde doğmuş demektir. O Askalân´da ve Gaz-ze´de yetişti. Askalân´da Yemenli kabileler ve Yemen soyundan olanlar vardır. Bu itibarla Yemenliler arasında doğmuş demektir. Yâkût Hamevî der ki: "Eğer o rivayet doğru ise, bu tarzda anlamak bence güzel bir te´vildir."

Bütün rivayetler onun 150 yılında doğduğunda ittifak eder. Aym se­nede îmam-ı A´zam Ebû Hanîfe vefat etmiştir. Hattâ bâzıları Ebû Hanîfe´nin öldüğü gece Şafiî´nin doğduğunu söylerler. Bu, halk tarafından; bir imam öldü, aynı gece de diğer bir imam doğdu, tarzında söylenmiş bir sözden başka bir şey değildir. Bundan ne fazilet çıkar?

Nesebine gelince, fıkıh tarihini yazanların çoğunun benimsediği riva­yete göre o, Kureyş ve Muttalib kabilesinden olan bir babadan doğmuş­tur. Çoğunluk onun soyunu şöyle tesbît eder: Abdi Menâf oğlu, Muttalib oğlu, Hâşim oğlu, Abdi Yezid oğlu, Ubeyd oğlu, Sâib oğlu, Şâfi´ oğlu, Os­man oğlu, Abbas oğlu, İdris oğlu Muhammed´dir. Soyu, Hz. Peygamber´le Abd-i Menâf da birleşmektedir.

Şafiî´nin nesebinin vardığı Muttaîib, Abdi Menâfin dört oğlunun bi­ridir. Onlar da şunlardır: Muttalib, Hâşim, Emevîlerin atası olan Abdi Şems, Cübeyr b. Mut´im´in atası Nevfel. Bu Muttalib, Hazret-i Peygam-ber´in Atası Hâşinı´in kardeşi oğlu Abdulmuttalib´i büyütüp yetiştirmiş­tir. Muttalib oğulları ile Hâşim oğullan beraber olup bir taraf idiler. Câ-hiliyet zamanında Abdi Şems oğulları yâni Emevîler onlara karşı idiler. Bunun İslâmiyet devrinde iki işte eseri görülmüştür:

1- Kureyşîiler Hz. Peygaraber´e ve akrabasından onun tarafını tu­tanlara boykot ilân edince, Muttalib oğulları Peygamber´in yardımına koştular. Bu işte Müslüman olan da, olmıyan da beraberdi. Peygamber´in yanında ezâ ve cefaya katlanmağı kabul ettiler.

2- Hz. Peygamber: Ganimet taksimine dâir olan âyet-i kerîme­de zilkurbâye ayrılan hisseden Muttalib oğullarına da pay ayırdı. Abdi Şems oğullarına, Nevfel oğullarına böyle bir pay ayırmadı.

Cübeyr b. Mut´im rivayet ediyor: "Hz. Peygamber Hayber´den alınan ganimetten Zevilkurbâ hissesinden Benî Hâşim´e ve Benî Muttalib´e pay verince ben ve Osman b. Affân Hz. Peygamber´e gittik. Ben dedim ki: Yâ Resûla´llâh, bunlar Benî Hâşim´den aenin kardeşlerin. Onların fazileti in­kâr olunamaz. Allâhu Teâlâ Seni onlardan kıldı. Ancak Sen Abdü´l-Mutta-lib oğullarına pay verdin, bizi bıraktın. Biz onlarla aynı derecedeyiz."

Hz. Peygamber cevaben: "Onlar, hem câhiliyette, hem de Islâmiyet-te bizden hiçbir vakit ayrılmadılar. Hâşim oğulları, Muttalib oğulları hep bir şeydir." buyurdular ve sonra da iki elini birbirine kilitlediler[3].

Nesebi hakkında Cumhur´un benimsediği budur. Fakat Şafiî´ye karşı olan bâzı Mâliki ve Hanefî Mezhebi mutaassıbı arı, mezhebler arasında taassub fikrinin nefret derecesinde hüküm sürdüğü devirlerde, Şafiî´nin soy itibariyle Kureyş olmayıp, kölelik vön;:.ıvlen Kureyş olduğunu iddia ettiler. Çünkü atası Şafiî, Ebû Leheb´in kölesi imiş. Hz. Ömer onu Kureyş kölelerine katmamış. Ömer´den sonra Osman onu bunlara katmış. Bu çü­rük bir iddiadır. Bu, Şafiî´nin soyu hakkında kendisinin söylediklerine uymaz. Onun söylediklerini çağında hiçbir kimse yalanlamadı. Mevsuk râviler nesebi hakkındaki sözleri ondan naklettiler; kitaplar bunu birbi­rinden alarak böylece yazdı. Bu haber her tarafa böyle yayıldı. Meşhur olan bir habere aykırı birşey ileri sürenler dâvalarını isbât edecek kuvvet­li bir delil, sağlam bir sened getirmelidirler. Halbuki bunların elinde böy­le bir şey yok[4].



10- Soyu Hakkında Söylenenler:


Anası ise Ezd kabîlesindendir; Kureyşten değildir. Şafiî´ye taraf­tarlıkta ileri gidenlerden bâzıları, onun Kureyşten, Hz. Ali sülâlesinden olduğunu ileri sürer. Doğrusu, Fahrürrâzî onun Kureyşten olması riva­yetini şaz bulur, icmâa muhalif görür. Bu konuda şöyle der: "Şafiî´nin annesi tarafından nesebi hususunda iki kavil vardır: Birincisi, Hâkim Ebû Abdullah Hâfız´m rivayeti olup ki bu şazdır Şafiî´nin annesi Fâtıma bint-i Abdullah b. Hüseyin b. Hasan b. Ali b. ebî Talib´dir. İkin­cisi meşhur olan rivayettir ki, o da Ezd kabilesinden olduğudur."

Soyu hakkında Şafiî´nin lisânından naklolunan rivayetlerin hepsin­de anasının Ezd kabilesinden olduğu kendi lisâniyle tasrih edilmektedir. Bunun üzerinde icmâ vardır. Şafiî´nin babasının soyu, anasının lüzum­suz bir surette Kureyşten olduğunu iddiadan onu müstağni kılar. [5]



11- Gazze´den Mekke´ye Göçen Yoksul Blr Âîlenin Çocuğu:



Yukarıda beyan ettiklerimizden görülüyor ki, Şafiî Kureyştendir. Kendisi Filistin´e sığınmış fakir bir aileden yetişti. Yemenlilerin yaşadık­ları semtte oturdu. Şafiî´den naklolunan müteaddit rivayetler gösteriyor ki, babası, o henüz küçükken vefat etmiştir. Şerefli nesebi zayi´ olmasın diye annesi onu alıp Mekke´ye götürmüştür.

Yâkût Hamevî, Mu´cemül-Üdebâ´da Şafiî´nin şöyle bir rivayetini nakleder; demiş ki: "Ben 150 senesinde Gazze´de doğdum, iki yaşında iken Mekke´ye götürüldüm." Kendisinden Mekke´ye on yaşında iken var­dığı da rivayet olunur. Hatîb Bağdadî, Tarih-i Bağdad´da, Şafiî´ye ulaşan bir senedle der ki, Şafiî şöyle demiş: "Yemen´de doğdum, anam, soyumun gaybe uğramasından korktu ve bana: Kabilene katıl ki, sen de onlar gibi olasın. Çünkü ben nesebinin kayıb olmasından korkarım, dedi ´ve beni Mekke´ye götürdü. Mekke´ye geldiğimde ben on yaşlarında idim. Akra­bamdan birinin yanında kaldım ve ilim öğrenmeğe bağladım." Şüphe yok ki zahirde bu ikisi arasında tearuz vardır. Bunların arasım şöyle bulmak; mümkündür: Filistin´de kabilesinin yaşadığı yer ile Mekke arasında gelip giderdi. Akrabalariyle tanışıp sülâlesine intisâb etmek üzere ilk gidişi iki yaşında iken idi. Sonra on yaşma gelince onların kültürü ile yetişmek ve artık »aralarında kalmak üzere gitti, orada yaşadı ve onlara karıştı. Bun­dan sonra artık yoksul bir fakir yaşayış içinde yaşadığında bütün haber­ler birleşiyorlar. Demek Şafiî, zamanının en şerefli bir soyu olan ve asırlar boyunca böyle devam edecek olan yüksek ve şanlı bir soydan doğdu.  Fakat büyüyünceye kadar yoksulluk içinde yaşadı. Şerefli bir soydan olan bir kişinin yoksulluk içinde yetişmesi, engeller ortadan kalkar ve kaideden ayrılmış olmazsa, onu olgunlaştım-, güzel ahlâk sahibi yapar, iyi´ yola sevk eder. ´Çünkü yüksek ve şerefli bir soydan oluşu onu daha kü­çük yaştan itibaren büyük işlere yöneltir, küçük işlerden uzaklaştırır. A1-? çak şeylere tenezzül etmez. Yoksulluğa bir de zillet katmaz. Kügtik dü-i sürücü şeylere yaklaşmaz. Yoksulluk hissetinden, ihtiyaç zilletinden kurtulmak için büyük bir himmet ve celâdetle şerefli mevkilere koşar. Bun­dan başka onun soyunun şerefli olması dâvasını güderek böyle fakr u, zaruret içinde yetişmesi, onu insanların içine karışarak onların duyduklarını duymağa sevk eder. Her tabakadan türlü insanlarla temas eder, onların iç âlemlerine muttali´ olur; ne gibi duygularla, düşüncelerle dolu olduklarını öğrenir. Bu ise toplumla ilgili işlerle alâkadar olan, onların muamelelerini bir düzene koymak isteyen kimse için bilinmesi zarurî iş­lerdendir. Çünkü şeriatı yorumlamakta, onun hakikatlerini meydana çı­karmada, onun ölçülerini açıklamada araştırıcı bunlardan faydalanır.

Rivayet olunduğuna göre İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe´nin talebesi Mu-hammed b. Hasan Şeybânî elbise boyacılarına gider, onların muameleleri­ni, aralarında câri usulü sorup öğrenirdi. Bunu sormaktan maksadı, in­sanların ahvâline ve âdetlere taallûk eden bir meselede vermiş olduğu hükmün, şeriatın usûl ve hükümlerinin, bir asla muhalif olmamak şartiy-le, o âdetlere daha yakın ve uygun olmasını sağlamaktı. Şafiî´nin, soyu­nun şerefli oimasiyle beraber böyle yoksulluk içinde yetişmesi onu öyle olgunlaştırdı ki, kendisini üstün tutup muamelelerinde halktan uzaklaş­madı. Fakat avam gibi ibtizâle de düşmedi; halkın nazarında küçümse­necek şeylerden sakındı. Soyunun şerefi vardı, fakirliğinin de temiz bir değeri oldu. Bunların her ikisini birarada toplamanın, sonra hayatın bol­luğuna kavuşunca, eseri görüldü. Vezir, kendisine hediye verdiği zaman onu kabul etmedi. Çünkü bu hediye kendisinden dûn olan birindendir. Halîfe kendisine atiyye verir, ihsanda bulunur; onu alır, ancak bulunduğu yerden ayrılmadan onları başkalarına dağıtır, yahut onları yanında alıko­yup yakınlarından olan yoksullara tevzi etmiştir. [6]



12- Çocukluğu, Yetişmesi, Çöl Hayatı:


îmam Şafiî yoksul bir aileden yetişti. Yukarıda bildirdiğimiz gibi öksüzdü. Annesi onun soyundan ayrı kalıp bilinmemesinden endişe etti. Onun ilk terbiyesini, kücüklüğündeki zekâsını ve keskin zihnini gösteren rivayetlerin hepsinden alınan özet şudur: Şafiî küçük yaşta Kur´ân-ı Ke-rîm´i ezberledi. Kur´ân-ı Kerîm´i çabucak ezberlemesiyle kuvvetli zekâsı meydana çıktı. Kur´ân-ı Kerîm´i ezberledikten sonra Hz. Peygamber´in hadîslerini ezberlemeğe koyuldu. Bunları ezberlemeğe çok meraklı idi. Muhaddisleri dinler ve bir işitişte hadîs ezberlerdi. Sonra hadîsi bâzan lev­halara bâzan deri üzerine yazdı. Divana giderek yazmak için arkası yazıl­mamış kâğıtları alırdı[7].

Bütün bu rivayetler gösteriyor M, o henüz minimini körpe bir ço­cukken ilme hevesli idi. Peygamber´in hadîs-i şeriflerini öğrenmeği pek severdi.

ALLAH´ın Kitabını ezberlemek ve Peygamber´in hadîslerini bellemekle beraber diğer cihetten arapçayı düzgün ve mükemmel öğrenmeğe de bağ­ladı, Arapların Arap obnıyanlarla ihtilâtı neticesi, büyük şehirlerde ve bölgelerde Arap lisânını tehdit eden bozuk arapçadan ve onun kötü te­sirinden uzak kalıp kurtulmak istiyordu. Bu maksatla çöl hayatına atıl­dı ve Hüzeyl kabilesi arasına katıldı. Bu konuda kendisi şöyle der: "Ben Mekke´den çıktım, çölde Hüzeyl kabilesi arasında kaldım. Onların dilini, şivesini öğrendim, onların âdetlerini aldım, Hüzeyl´e kabilesi, Arapların en fasihi idi. Onların arasında yaşadığımdan onlarla göçer konardım, ne­reye gitseler giderdim. Mekke´ye dönünce gür söylemeğe başladım,. Ede­biyat ve hikâyeler bilirdim."

Hüzeyllilerin şiirlerini ve hikâyelerini o derece bellemişti ki, Asma, Arap diünde o yüksek mevkide bulunduğu halde, şöyle diyor: "Hüzeyl kabilesi şiirlerini, Kureyşten Muhammed îbn-i îdris adındaki bir gençten tashih ettim."

Anlaşılıyor ki, Şafiî´nin, îbn-i Kesîr´in bir rivayetinde geçtiği üzere, gölde on sene gibi uzun bir müddet kalması, çöl halkının güzel bulduğu âdetlerini almasına sebep olmuştur. Atıcılık, okçuluk öğrendi ve ona me­rak sardırdı. Hem de mükemmel ok atardı. Hattâ on ok atar ve bun­ların hepsi hedefe isabet ederdi. Kendisi şöyle diyor: "Çölde iken himme­tim iki şeyde toplanmıştı: Okçuluk ve ilim. Ok atmakta o kadar maha­ret sahibi idim ki, on ok atsam hepsi hedefe isabet ederdi." Bunu söyle­dikten sonra ilim hususunda birşey demeden sustu. Yanında bulunan bi­ri: "Vallah sen ilimde, okçulukta olduğundan çok daha üstünsün." dedi.

Jtşte Şafiî´nin ilk terbiyesi, ilk yetişmesi böyledir. Bu, o çağdaki Arap terbiyesinin en mükemmel örneğini arzeder. Kur´ân-ı Kerîm´i ezberlemek, hadîs öğrenmek, düzgün arapça bilmek, binicilik ve atıcılık Öğrenmek, şehirde ve çölde yaşayanların âdetlerini, ahvâlini tanımak. [8]



13- Mekke´de Ve Medine´de İlîm Tahsil Etmesi:


Şafiî Mekke´de iken, oradaki fukahâdan ve muhaddislerden okuyup ilim aldı. Fıkıh tahsil etti ve ilimde yüksek mertebeye ulaştı. Hattâ Müs­lim b. Hâlid Zenci ona fetva vermesi için izin vererek:

 Yâ Ebâ Abdullah, artık fetva ver, senin fetva vermen zamanı geldi, dedi.

Şafiî fetva verecek bir mertebeye ulaşmıştı; burada durabilirdi Fa­kat onun ilim öğrenme aşkı ve himmeti bir hadde duramadı. Çünkü, ilmin hududu yoktur. Medine´nin müctehidî îmam Mâlik´in haberini duymuştu.

Mâlik´in ismi o sıralarda her tarafa yayılmıştı. Diller onun şöhretini il­den ile naklederdi. îlîmde ve hadîste yüksek bir noktaya ulaşmıştı. Yüce himmeti Şafiî´yi bilgi almak için Medine´ye göçmeğe sevk etti. Fakat o Medine´ye Mâlik´in ilminden bihaber, bomboş gitmek istemedi. Mekke´de bir adamdan Muvatta´ı emanet aldı. Onu okudu. Hattâ rivayetler onu ez­berlediğini söyler.

Muvatta´ı okuması ve ezberlemesi, onun hicret yurdunun imâmı olan Mâlik´e gitmeğe şevkini arttırdı. Onun sayesinde Mâlik´in fıkhiyle ünsi-yet hâsıl etti, Hz. Peygamber´den rivayet ettiği hadîs-i şerifleri öğrendi.

İmam Şafiî, Mekke Valisinden bir tavsiye mektubunu hâmil olduğu halde îmam Mâlik´e gitti. Bu göçmeden sonra Şafiî´nin hayatı büsbütün fıkha yöneldi[9]. Mâlik onu görünce, ferâsetiyle onun uyanık bir genç ol­duğunu sezdi ve ona:

 Yâ Muhammed, ALLAH´dan kork, günahtan sakın. Zîrâ sen büyük mertebe sahibi bir zât olacaksın, ALLAH senin kalbine nur koymuş, onu günahla söndürme, dedi. Ve sözünün sonunda:

 Yarın gelirsin, sana okutacak olan da gelir, dedi.

Şafiî diyor ki: "Ertesi günü ona geldim. Okumağa başladım, kitap da elimde. Mâlik´ten çekinip okumağı kesmek istedimse de, güzel ve düzgün okuyuşumu pek beğendiğinden: Ey genç, devam et, dedi. Böyle devam ederek az gün zarfında kitabı ona okudum."

Şafiî, Mâlik´in Muvatta´ını rivayete ehliyet kazandıktan sonra ondan fıkıh almağa, onun fetva verdiği mes´eleleri öğrenmeğe devam, etti. 179 senesinde bu büyük imâmın ölümüne kadar ondan ders aldı. Şâfü o za­man ömrünün baharında, gençliğin en olgun çağında idi- Öyle anlaşılıyor ki, Şafiî İmam Mâlik´e devamla beraber, vakit vakit onun dersine ara ve­riyor, İslâm ülkelerinde seyahatler yapıyordu. Bu seyahatlerinde her ze­ki yolcu gibi insanların envalini, tarihini öğreniyor, içtimaî olayları in­celemek fırsatım bulu3´ordu. Bu arada Mekke´ye gidiyor, annesini ziyaret ediyor, onun öğütlerini dinliyordu. Zîrâ o bilgili, anlayışlı, güzel düşün­celi, asîl bir kadındı. Şafiî´nin İmam Mâlik´in dersine devam etmesi, onun seyahatlerine, şahsî inceleme ve araştırmalarda bulunmasına bir mâni teşkil etmezdi. [10]



14- Vâlîlîkte, Memuriyette Bulunması:


îmanı Mâlik (ALLAH ondan razı olsun) vefat edince, Şafiî ilimden ye­teri kadar nasibini aldığına kânî oldu. O vakte kadar fakir idi. Kendisine kazanç sağlayacak, ihtiyaçlarını karşılayacak bir şey düşündü. Hayatını kazanmak için bir iş araç!. Bu sırada Yemen Valisi Hicaz´a gelmişti. Ku-reyşten bâzıları ona Şafiî´yi beraberinde Yemen´e götürmesini söylediler. Vali bunu uygun bularak Şafiî´yi beraberinde götürdü. Şafiî bu hususta diyor ki:

"Annemde bana verecek yol parası bile yoktu. Evi rehin olarak ver­dim, yol parasını tedarik ettim. Yemen´e varınca Vali bana iş verdi."

Bu işte Şafiî´nin mevhîbeleri, tecrübeleri, zekâsı, bilgisi, soyunun asa­leti kendini gösterdi. Âdil, seçkin bir adam olarak nâmı her tarafa yayıl­dı. Mekke vadisinde adı dillere destan oldu. Kendilerinden ilim aldığı ve kendileriyle görüştüğü fukahâ ve muhaddisler de bunu duydu. Bunu türlü türlü karşıladılar. Kimisi onun ilmi bırakıp memuriyete girmesini hoş görmediler. Memuriyeti bırakır asını tavsiye ettiler.

Şafiî Necrân´da işe başladı. Orada atâlet bayrağını açarak hakkani­yet üzere iş gördü. Her çağda ve her yerde olduğu gibi Necrân´da da insanlar; valilere, kadılara, hâkimlere yaranmağa çalışırlar, onlara yakın­laşmak için yol ararlar. Fakat bu gibiler, böyle yaranmak, yaltaklık su­retiyle Şafiî´ye yaklaşmağa yol bulamadılar, onun adaletine gölge kon­durmağa imkân yoktu. Kendisi bu konuda şöyle diyor: "Ben Necrân´da vazife görmeğe başladım. Orada benî Haris b. Abdü´l-Medân ve Sekîf mevâüsi yaşamakta idi. Oraya bir vali gelince ona yaranırlarmış. Bana da bunu yapmak istediler, fakat bende aradıklarını bulamadılar,"

Demek oluyor ki Şafiî, yaranmak suretiyle kendisini âlet etmek iste­yenlerin yüzüne kargı yaranma kapışım kapamıştır. Bu öyle bir kapıdır ki, kendileri küçük olanlar, büyüklerin kalbine bu kapıdan sızarak onları adaletten ve hak yolundan çevirmeğe çalışırlar. Şâfü, bu kapıyı kapa­makla kendisini her türlü serden ve zulümden korumuştur. Büyüklere dalkavukluk suretiyle sokulanlar onları yanıltır. Şafiî bundan kendini korudu. Onun için bütün yaptıkları adaletti. Fakat adalet, dâima, üstüne binilmesi güç bir bineğe benzer. Ona ancak azim sahibi olan kimseler güç yetirir. Onlar da zamanın şiddetine ve ezasına mâruz kalırlar, işte Şâfü de böyle oldu. [11]



15- Şafiî´nin Ta´kîbe Uğraması, Bağdad´a Getirilmesi:


Yemen´e zâlim, gaddar bir vali geldi. Necrân da Yemen vilâyetine dâhil. Şafiî, onun zulüm ellerinin, idaresi altındakilere uzanmasına mâni´ olurdu. Çok defalar Şafiî, ulemânın ellerinde çok iyi kullanmasını bildik­leri keskin bir kılıç olan tenkîd vasıtasiyle bu valiyi uyarmağa çalıştı. Onu hırpaladı. Fakat Şafiî´nin, zulmüne karşı koyduğu bu valiyi tenkîd ederek onu böyle hırpalaması, valiyi kendi aleyhine harekete geçirdi. Vali ona kin bağlayarak hakkında iftiralar uydurdu, tezvîrata başladı. Herkes tabiatının icâbını yapar.

Abbasîler, karşılarında en kuvvetli düşman olarak Hz. Ali evlâdını görürlerdi. Çünkü onlar da aynı soydandılar. Üstelik Ali´nin torunları "Re-aûlullâh´in neslinden idiler. Bu, onlarda yoktu. Abbasî Devleti neseb id­diası sayesinde kurulmuş bir devlet olunca, Hz. Ali torunları da aynı ne­sebe sâhib, hattâ Resûlullâh´a daha yakındılar. Onun için Ali torunlarına bir davet sezdiler mi, onu daha beşikte iken hemen bastırırlardı. Bu hu­susta uzun boylu tahkikat yapmadan, kati delile bakmadan şüphe üzeri­ne insan öldürürlerdi. Prensipleri şuydu: işlerin kendi çıkarlarına yoru­mu uğrunda suçsuz kimseyi öldürmeği, iğlerini bozacak bir maznunu ser­best bırakmaktan kendileri için, daha evlâ görürlerdi.

îşte bu zâlim vali de Abbâsîleri bu zayıf noktalarından avlamasını becerdi. Şafiî´yi Aleviliğe taraftar olmakla itham etti. Halîfe Hânın Reşid´e yazdı: "Alevilerden 9 kişi kımıldanmağa başladılar." Sonra, mektu­bunda şöyle dedi: "Ben onların hükümet aîeyhinde ayaklanmalarından korkuyorum.. Burada Şafiî Muttalib oğullarından bir adanı var, o bura­da oldukça benim ne buyruğum tutuluyor, ne de yasam."

Bâzı rivayetlere göre ise Şafiî hakkında şöyle demiş: "Harb mey­danlarında savaşan bir kimsenin kılıçla yapamadığım o, diliyle yapıyor."

Bunun üzerine Halîfe Reşid, Hz. Ali taraftan olan bu dokuz kişinin, Şafiî de beraber olmak üzere, Bağdad´a getirilmesi için emir vermiş.[12]

Rivayetlerin dediğine göre Halîfe bu dokuz kişiyi öldürtmüştür. Şa­fiî hüccetinin kuvveti ve Hanefî fakîhi Muhamnıed b. Hasan Şeybânî´nin gehâdeti sayesinde kurtulmuştur.

Hüccet ve delilinin kuvveti şundan anlaşılıyor: Kendisine kılıç altın­da Alevilik ithamı yöneltildiği zaman Halîfe Harun Reşid´e şöyle cevap verdi:

 Yâ Emîrü´l-Mü´minîn, iki adam var, bunlardan birisi beni kendi­sine kardeş sayıyor, diğeri kölesi addediyor. Ne dersin, bunlardan han­gisi bana daha sevgilidir?

 Seni kardeş sayanı daha çok seversin.

 îşte o adam sensin ya Emîrü´I-Mü´minin. Zîrâ siz Abbasî oğulları, onlar ise Ali oğulları. Biz de Muttalib oğulları. Siz Abbasî oğulları bizi kardeş görürsünüz, onlar ise bizi köle sayarlar.

Hanefî fakîhi Muhammed b. Hasan Şeybânî´nin onun hakkındaki iyi şehâdetine gelince: Şafiî onu, itham olunduğu esnada Harun Reşid´in mec­lisinde görüp tanımıştı. Zîrâ ilim, ilim ehli arasında bir akrabalık bağıdır. Şafiî müdafaası sırasında söyledikleri arasında kendisinin ilimden, fıkıh­tan nasibi olduğunu söyledi ve kadı Muhammed b. Hasan da bunu bilir, dedi. Harun Reşid, bunu Muhammed b. Hasan´a sordu. O da:

 O ilmi çok, bilgiden nasibini almış bir zâttır. Ona isnat olunan bu işle onun bir ilgisi yoktur. O öyle adam değil, dedi. Harun Reşid de:

 Onu yanına al, bakalım, düşünelim, dedi. Bu sayede Şafiî kurtuldu.
[13]



[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 12-13.

[2] Bu üç türlü rivayet Şafiî´nin dilinden nakil olunmaktadır. Onun şöyle de­diği söyleniyor: "Ben 150 yılında Gazze´de doğdum. İki yağında bir çocukken Mek­ke´ye götürüldüm." Diğer bir rivayet ise şöyledir: "Ben Askalân´da doğdum". Yâkût Hamavî diyor ki, Askalân ile Gazze arası üç fersahtır. Her ikisi de Filistin´dedir. Onun şöyle dediğe de rivayet olunur: "Ben Yemen´de doğmuşum. Annem benim sö­nüp gitmemden korkmuş., beni Mekke´ye götürmüş."

[3] Bunun içindir ki imam Şafiî, zevîi-kurbâ hissesinden kendisine pay veril­mesini istediği vakit, bu dileği yerine getirildi.

[4] Falıreddin Râzî, Mâliki ve Hanefî Mezhebi mutaassıplarına üç yönden ce­vap verir:

a) Mâlikîlerden ve Han enlerden o çağda ona muhalif olanlar, onunla mücâde­le ediyorlardı. İçlerinden onu çekemeyip küçük düşürmek isteyenler vardı. Eğer o, Kureyş/ten olmasaydı onun soyuna ta´n ederlerdi ve bu da o zaman duyulur, ya­yılırdı. Halbuki mücâdele ettiği kimselerin böyle bir §ey dedikleri hiç naklolunma-mıştir.

b) İmam Şâfü, Harun Reşid´e karşı ayaklanan Alevîlerle beraber olmakla it­ham edilince bu neseb iddiasını Halîfe Harun Regid´in huzurunda yaptı. Eğer Mevâ-lîden olsa idi, o zaman Halîfenin amucasımn oğlu olduğu iddiasında bulunamazdı. Çünkü böyle bir ithamla elleri kelepçeli olduğu halde korku İçinde getirilmişti. Eğer neseb´i güneş gibi meydanda olmasaydı, Şafiî gibi aklı başında bir adam böyle bir makamda öyle aslı oîmadık iddiada bulunamazdı.

c) Büyük Ulemâ bu nesebin böyle olduğuna şahîddirler. Muhammed İbn-i İs­mail Euhâıî, Tarih-i Kebîı´inde Şafii´yi anlatırken der ki: "Muhammed b. îdris Şafiî, Kureyştendir..." Müslim b. Haccac da der ki: "Mekke Valisi olan Abdullah İbn-i Sâib, Muhammed b. İdris´in atası olan Şafiî b. Sâib´in kardeşidir. Abdullah b. Sâib´in Kureyşten oîduğunda hiç niza´ yoktur." (Fahrürrâzî, Menakıb-ı Şafiî, s. 87).

İmam Şafiî hakkında ilk eser Dâvud Zahirî (ölümü 270 H. / 883 M.) tarafından yazılmıştır. Sonra Sâcİ (Ölümü 307 H. / 919 M.), İbn-i Ebî Hâtem (ölümü 327 H. / 938 M-) taraflarından da menâkıbı yazılmıştır ve bunları başka eserler takîp etmiştir. Tarih ve Tabakât kitaplarında da ona dâir geniş bilgi vardır (Mütercim).

Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 13-15.

[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 15-16.

[6] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 16-17.

[7] Bu, Şafiî´nin kendi ağzından duyulmuş birçok rivayetlerde vardır. Bunu Falırürrâzî, Menâkıb-ı Şafiî´de, Hamalı Yakut Mu´cemü´l-Üdebâ´da nakleder. Hepsi aynı mânâdadır. Bu rivayetlerde dîvanda içine yazılmış, arkası beyaz kalmış kâ­ğıtları aldığa söylenir.

Bu eserde Şafiî´nin biyografisine âit birçok kısımlar, Yâkût Hamevî´nJn Mu cemü´l-Üdebâ´smdan alınmıştır. Dârü´I-Me´mûn Matbaasında basılan Mu´cemü´I-Üde-bâ´nın XVII. cildinin 281/327. sâhifelerini tutan Muhammed b. îdris Şafiî maddesin­den yer yer alınan bu kısımlar için sâhife gösterilmemiştir, isteyen o maddeye mü­racâat edebilir (Mütercim).

[8] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 17-18.

[9] Yakut´un Mu´cemü´l-Üdebâ´smda, Fahrürrâzî´nin Menâkıb-ı Şafiî eserinde naklolunduğu üzere Şafiî´nin Mâlik´e gitmesini ve onunla görüşmesini onun dilinden ´dinleyelim. Çünkü bu, o çağda ilim adamlarının mevkiini gösterir.

[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 18-20.

[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 20-21.

[12] Burada iki şeye işaret etmek, istiyoruz:

1- Şafiî, Hz. Ali evlâdına beslediği sevgiyle tanınmıştı. Nasıl ki, bunu ileride »sıkılayacağız, îbn-i Abdu´I-Berr´in El-lntika´sında ve başkalarında kaydedildiğine gö­re, onun göyle dediği rivayet olunur:

"Hz. Muhammed´in ÂPtai sevmek râfizîlik ise, ins ve cin tanık olsun ki ben râfizîyim."

2- Raviler ittifak etmiştir ki, Şafiî, AH tarafdariığı ile itham olunmuştur ve Halîfe Reşid bu yüzden onu tazyik etmiş ve Bağdad´a getirtmiştir. Yalnız İhtilâf et­tikleri cihet gudur: O Mekke´de iken mi, yoksa Yemen´de iken mi bu ithama mâruz kaldı? îbn-i Hacer´in Tevâlî El-Tesîsi´nde, Fahreddin Râzî´nin Menâkıb-ı Şafiî´sinde, Yâkût Hamevî´nin Mu´cemü´I-Ü´debâ´sında naklettiklerine göre bu itham Yemen´de bulunduğu esnada olmuştur ve Yemen´den alınarak Bağdad´a Halîfe Reşid´e getiril­miştir. İbn-i AbdÜ´1-Berr ise El-întikâ´da bu ithamın Mekke´de bulunduğu sırada ol­duğunu kaydediyor. Şafiî´nin dilinden şöyle anlatılıyor: "Harun Reşid´e ihbar etmiş­ler ki: Mekke´de birtakım tertipler var, Yemen´den Alici olan bir adamı çağırdılar, o da mücavir olarak Mekke´ye geldi, Kureyş´ten bir cemâat onun etrafında toplan­dı. Ona bîat etmek istiyorlar. Harun Reşid, Yahya b. Hâlid Bermeki´ye emir verdi. Bermekî, Mekke´de hepsi de Kurey´ş.ten 300 kişinin elleri bağdı olarak gönderilmesi için Mekke Valisine derhal yazmasını talep eder. Onlarla birlikte ben de vardım."

Sonra diğer bir rivayette şöyle diyor: "Şafiî, Ali tarafdarlannm onuncusu ola­rak Hicaz´dan getirildi."

Bu rivayetler şüphesiz ki, zahirde birbirine aykırıdır. Fakat aralarını göyle bul­mak mümkündür: Şafiî ailesini ziyarete geldiği sırada Mekke´de iken itham olun­muştur. Bu ithamı yapan da hakkında tezvîr ve iftiralar hazırlayan Yemen Valisidir.

itham olunanların sayısındaki İhtilâfa gelince: Asıl itham on Kişiye yönetilmiş­tir. Diğerleri onları dinleyip onlara uyanlardır.

[13] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 21-23.

ceren
Mon 27 June 2016, 05:13 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.Imami safi hazretleri Gazzede dogmus ve omrunu islam icin islama hizmet etmek icin harcamistir.Rabbim bizleri imami safi hazretlerinin yolunda giden ve ona tabi kalan kullardan eylesin.Rabbim razi olsun bilgilerden kardesim...