sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 04:26 pm GMT +0200
Îmam Şafii hayatı ve yaşadığı çağ 2
16- Bağdad´da Muhammed b. Hasan´la Görüşmesi Ve Ehl-i Re´y Fıkhını Öğrenmesi:
Bu sınamayla Şafiî´nin Bağdad´a gelişi 184 yılında idi. O zamanlar 34 yaşında bulunuyordu. Başına gelen bu hâl onun hükümet umuriyle uğraşmaktan, valilik işlerinden el çekip ilme dönmesine bir vesile oldu. Bundan sonra yine kendini ilme verdi. Okudu, okuttu; ders aldı, ders verdi, însanlar için fıkıhta ebedî eserini meydana getirdi. Zîrâ Muhammed b. Hasan´ın nezdinde misafir olarak kalıyordu. Bundan önce onun adını ve fıkhını duymuştu. Onun Irak fıkhının hâmili ve naşiri olduğunu biliyordu. Belki daha önce karşılaşmışlardı. Şafiî Irak fıkhını öğrenmeğe başladı. îmâm Muhammed´in kitaplarını okudu, ondan ilim aldı. Böylece Hicaz fıkhı ile Irak fıkhı onda birleşmiş oldu. Yâni çoğu nakle dayanan fıkıh ile akla önem veren fıkıh bir arada toplandı. Bunları zamanındaki en büyük fakîhlerden aldı. İbn-i Hacer bu konuda der ki: "O zaman Me-dîne´de fıkıhta riyaset imam Mâlik b. Enes´te nihayet bulmuştu, Şafiî oraya giderek ondan ders aldı. Irak´ta fıkıhta otorite Ebû Hanîfe olmuştu. O vefat etmiş bulunması hasebiyle Irak fıkhını hâmil olan talebesi Muhammed b. Hasan´dan aldı. Irak fıkhına dâir ne varsa hepsini ondan dinledi. Böylelikle ehl-i re´y fıkhını ve ehl-i hadîs fıkhım elde etmiş oldu ve bunlar üzerinde işleyerek usûl vaz´etti, kaideler kurdu. Muvafık, muhalif bu konuda herkes ona baş eğdi. Şöhreti yayıldı, nâmı duyuldu, itibarı arttı ve olgunlaşa olgunlaşa bildiğin o hâle yükseldi."
Şafiî, Muhammed b. Hasan´dan ilim aldı. Onun kitaplarını okudu, ondan nakletti, bu nakil ettiklerini kaydetti. Kendisi şöyle demiştir:
"Muhammed b. Hasan´dan bir deve yükü ilim aldım, hepsi de bizzat ondan duyduklarımdır." Muhammed b. Hasan´ı çok sever ve sayardı. Onda sanki üstazmı görürdü. Onu çok öğer, ilmini çok takdir ederdi. Onun hakkında şöyle derdi: "İncelenmesi gereken bir mes´eîp sorulduğu vakit
yüzünü çatmayan tek bir kişi görmedim, ancak Muhammed b. Hasan Öyle değildi." Şafiî ondan hadîs de rivayet etti, ondan yalnız re´y fıkhını almakla iktifa etmedi. (El´Üm)´de diyor: "Bize Muhammed b. Hasan haber verdi, o da Yâkûb b. İbrahim´den, o da Abdullah b. Dinar´dan, o da îbn-i Ömer´den rivayet ediyor, Hz. Feygamber buyurmuştur ki: Velâ da neseb akrabalığı gibi bir akrabalıktır, ne satılır, ne de hibe olunnr." imâm Muhammed de Şafiî´ye lâyık olduğu hürmeti göstermekte hiç kusur etmezdi. Hattâ Şafiî´nin meclisinde bulunmağı, sultanın meclisinde bulunmağa tercih ederdi. Rivayet olunduğuna göre: Bir defa imam Muhammed Halîfenin sarayına gitmek üzere atma binerek evinden çıkmıştı. Şafiî´nin geldiğini gördü. Hemen atından indi ve Şafiî´ye koştu. Hadimine: Sen hadi git, Özür dile, ben gelemiyeceğim, dedi. Şafiî: Ben başka vakit geleyim, dedi ise de o: Hayır, dedi ve Şafiî´nin elinden tutarak evine getirdi. Şafiî, imam Muhammed b. Hasan´m ders halkasına devam ederdi. Bununla beraber kendisini îmanı Mâlik´in talebesinden, onun mezhebinin fukahasmdan ve Muvatta´ın râvilerinden sayardı. Onu korur, onun üstüne titrer, Medine ehlinin fıkhım müdafaa ederdi. îşte bu yüzdendir ki, İmam Muhammed ders meclisinden kalktıktan sonra onun talebeleriyle münazara ve mübâhase yapar, Hicaz fıkhını ve onların yolunu müdafaa ederdi. Belki de üstadhk mevkiine saygısından bizzat imam Muhammed´le münazara yapmazdı.
imam Muhammed, onun kendi talebesiyle münazara yaptığını haber alınca, ondan bizzat kendisiyle münazara yapmasını istedi. O sıkıldı ve bundan kaçındı. İmam Muhammed ısrar edince istemiyerek münazaraya girişti. Hicaz fukahası ile Irak fukahası arasında münakaşa mevzuu olan bir şahit ve yeminle hükmetme[14] meselesinde Şafiî, imam Muhammed´le münakaşa yaptı ve Şafiî olan râvilerin rivayetlerine göre bu münakaşada Şafiî kazanmıştır.
Şafiî Bağdad´da îmam, Muhammed´in talebesi olarak oturdu. îmam Mâlik´in talebesinden Medîneli bir fakîh olması itibariyle onunla ve talebesiyle münazaralar yapardı. Bundan sonra Mekke´ye döndü. Yukarıda
söylediğimiz veçhile yaranda Iraklıların kitaplarından bir deve yükü kitap götürdü. Râvilerin çoğu bu gelişinde Bağdad´da ne kadar kaldığını söylemiyorlar. Fakat herhalde ehl-i re´y fıkhım öğrenecek kadar bir müddet kalmış olması akla yakındır. Bu da iki sene kadar olsa gerek. [15]
17- Mekke´ye Dönüşü Ve Mescîd-i Haram´da Ders Vermesi:
Şafiî Mekke´ye döndü ve Mekke´de Harem-i Şerifte derslerini vermeğe başladı. Hac mevsimi gelince nice büyük âlimler onunla görüşür, onu dinlerlerdi, işte bu esnada Ahmed b. Hanbel de onunla görüştü. Artık Şafiî´nin şahsiyeti yepyeni bir fıkıhla ortaya çıkmıştı. Bu, ne yamız Me-dîne ehlinin fıkhı idi, ne de yalnız Irak ehlinin fıkhı. Belki de her ikisinden de alınmış yeni bir fıkıh ki, Kitap ve Sünnet ilminin olgunlaştırdığı, arapçayı ve insanların ahvâlini iyi bilmenin perçinlediği, kıyas ve re´yin geliştirdiği parlak bir aklın hulâsasıdır. Kendisiyle görüşen âlimler, onda nev´i şahsına münhasır yepyeni bir âlim tipi görürlerdi[16]
Râvilerin sözlerinden anlaşıldığına göre Şafiî bu gelişinde Mekke´de dokuz sene kadar oturdu.
Şüphesiz Şafiî, birbirinden farklı olan her iki türlü fıkhı gördükten, münazara ve münâkaşalarda bulunduktan sonra görüşlerin ayrıldığını, nokta-i nazarların muhtelif bulunduğunu, tutumların ´aşka başka olduğunu görünce hakkı bâüldan ayırmak için belli ölçüler, usûl kaideleri vaz´etmek zarurî olduğunu anladı. Yâhût en azından hakikate en yakın olanı bilmenin yolunu aradı. Zîrâ Hicaz fukahası ile Irak fukahası arasında görüş farkları, ihtilâflar bulunduğunu gördükten sonra, Şafiî gibi her iki görüş sahiplerini tanıyan ve sayan, kanaatlere hürmet eden bir zâtın, ince ve esaslı bir ölçüye vurmadan bu görüşlerden birinin bâtıl olduğuna hükmetmek asla makûl bir şey olamazdı. îşte bunun içindir ki, o istinbat usûlünü, hüküm alma kaidelerini tesbit etmeği düşündü. Görüşlerin birbiriyle çarpıştığı ve boğuştuğu Irak´ın gürültülü hayâtından uzak kalıp Mekke´de uzun müddet oturmayı da bunun için tercih etmiştir. Zî-râ bu kaideleri çıkarmak için kendisini huzur içinde ilme ve teemmüle vermesi gerekli idi. Vaktini Kur´ân´a vakfedip onun delâlet yollarını araştırdı, hükümleri inceledi, nâsıh ve mensûh, her ikisinin hususiyetlerini tanıdı. Sünneti ele aldı, onun şeriat ilminde yerini ve değerini belli etti- Sa-hîh olanını çürük olanından ayırmayı, sünnetle istidlal etmeyi, Kur´ân-ı Kerîm´e nazaran derecesini tanıdı. Sonra Kitap ve Sünnet´te bulunmayınca hükümler nasıl çıkarılacak ve bu durumda içtihadın usûlü ve kaideleri ne olacak? Müctehid için çizilmiş hudut nelerdir ki, ictihâdde bir yanlışlığa düşmemek için o hududu aşmasın, işte bütün bunları tesbit etmesi lâzımdı. Bu da salim kafayla olurdu. Onun için, durmadan seyahat eden bir kimse olarak tanıdığımız Şafiî´nin bu defa Mekke´de uzun müddet kaldığım görüyoruz. îşte bu esnada istinbat usûlünü vaz´etti ve onları insanlara sundu. Belki*de cumhûr-ı fukahâya arzedecek kadar birtakım kaideler vaz´ettikten sonra bilûmum fukahâ yatağı olan Irak´a tekrar gitti. Târk imam Mâlik´in vefatından sonra Medine eski parlaklığını kaybetti ve artık Bağdad´da hem ehl-i re´y ve hem de ehl-i hadîs vardı. [17]
18- Tekrar Bağdad´a Gîtmesî Ve Görüşlerini Orada Yayması:
195 senesinde imam Şafiî´yi tekrar Bağdad´da görüyoruz. Bu ikinci gelişidir. Bu gelişinde fıkıhta yepyeni bir yolu vardır. Artık yalnız-hükümlerini beyân için fer´î mes´elelere bakmıyor, yalnız fetva vermek için cüz´î mes´eleleri ele almıyor. Bu defa Bağdad´a geldiğinde o heybesinde küllî kaideler taşıyan bir fakîhtir. Usûlü vaz´etmiştir. Onlarla cüz´î mes´eleleri bir kaide altına zabt ve tesbit etmiştir. O halde fıkhı, cüz´î ve fer´î değil, küllî bir ilim hâline getirmiştir, hususî fetvalar ve hükümler değil, umumî kaideler kurmuştur. Bağdad Şafiî´de bunları gördü. Âlimler ve fıkıh isteyenler, onun başına toplandı. Muhaddisler ve ehî-i re*y hepsi ona koştu.
Bu gelişinde o ilk defa olarak, usûl-ü fıkıh ilminin esasım kurmuş olan Kitâbü´r-Risâle´sini te´lif ettiğini söylerler. Fahreddin Râzî, Menâkıb-ı Şafiî eserinde diyor ki: "Rivayete göre Abdurrahman b. Mehdî, Şafiî´den daha gençken kendisi için öyle bir kitap yazmasını istemişti ki, onda Kur´ân, Sünnet, icmâ ve kıyasla istidlalin şartlarım bildirsin. Nâsıh ve mensûhu, umûm hususun mertebelerini beyân etsin. Bunun üzerine Ş|fiî, Kitâbü´r-Risâle´sini yazarak ona gönderdi. Abdurrahman Mehdî, kitabı okuyunca şöyle dedi: "Zannetmem ki, Allâhu Teâlâ bu adamın bir dengini yaratnuş olsun."
Sonra Râzî şöyle diyor: "Bilmiş ol ki, Şafiî, (ALLAH ondan razı olsun) Kitâbü´r-Risâle´sini Bağdad´da iken yazdı. Mısır´a dönünce onu tekrar yazdı. Bunların her ikisinde de çok ilim vardı."
Buna göre Şafiî Kitâbü´r-Risâle´sini Bağdad´da yazmış oluyor. Ta-rih-i Bağdad´da böyle kaydediyor. Ancak Râzî´den naklettiğimiz fıkranın başında Abdurrahman b. Mehdî kendisinden bu kitabı yazmasını dilediği zaman Şafiî´nin genç olduğu söyleniyor. Halbuki Şafiî Bağdad´a bu gelişinde orta yaşma girmişti, 45 yaşını aşkındı. Ancak bu yaşta bir kimseyi genç sayarsak iş düzelir. Bâzı insanların §öyle dedikleri de olur: Er-Risâ-le´yi Abdurrahman b. Mehdî´nin dileği üzerine Mekke´de iken yazıp sonra Bağdad´a geldiğinde kendisine göndermiş olması da ihtimal dahilindedir ve onun için Bağdad´da yazdı denilmiştir.
Şafiî, Irak´ta kendisinin açmış olduğu bu yeni yolu yaymağa başladı. Onun esaslarına göre mücâdele ediyor, ilim mes´elelerini onun usûllerine göre tenkîde tabi´ tutuyor, kitaplar yazıyor, risaleler neşrediyor, fıkıh adamları yetiştiriyordu. Bu gelişinde Bağdad´da iki sene kaldı. Sonra 198 senesinde tekrar Bağdad´a gelerek bu defa birkaç ay oturdu. Sonra Mısır´a gitmeğe karar verdi ve Mısır´a yollandı. 199 yılında Mısır´a ulaştı. [18]
19- Üçüncü" Defa Bağdad´a Gelîşi, Oradan Mısır´a Gidişi:
Bu son gelişinde acaba neden Bağdad´da az oturdu? Neden orada uzun müddet kalmadı? Bağdad o zaman ulemâ yatağı idi. Şafiî´nin de orada talebeleri, sevenleri vardı. Bağdad ilim merkezi idi, ilim oradan her tarafa yayılıyordu. Halbuki, o zaman Mısır´ın Bağdad gibi ilmî bir mevkii yoktu. Ona yaklaşamazdı. Öyle ise Şafiî neden Bağdad´dan Mısır´a gitti? içimizde bu sorular uyanıyor. Bunun cevabı belki şudur: 198 senesinde Hilâfet makamına Abdullah Me´mûn geçti. Me´mûn´un zamanında iki iş oldu ki, Şafiî´nin hayâtı ve onun ilmî gidişi bunları hoş karşılamağa mü-sâid olmadığından orada oturmadi.
1- Me´mûn zamanında Iran askeri Araplara galebe çaldı. Zîrâ Emin ile Me´mûn arasında başlayan mücâdele gerçekte Emin´in ve kumandanlarının temsil ettiği Arap kampı ile, Me´mûn tarafını tutan, askeri ve kumandanları Arap olmıyanlardan olan Iran kampı arasında bir savaştı. Bu savaş iranlıların galebesiyle neticelendi. Böylece nüfuz ve kuvvet onların eline geçti. Şafiî gibi Kureyşten olan bir zâtın, Iran nüfuzu altında kalan bir yerde yaşamak, onuruna dokundu.
2- Me´mûn kendisi feylesof kelâmcılardandır. Mu´tezileyi kendine yaklaştırdı. Kâtipleri, mabeyn memurları, nedimleri, hususî meclisinde bulunanlar, en yakın adamları, ilimde söz sahibi saydıkları hep onlardandı. Şafiî ise Mu´tezileden ve onların mübâhase usûllerinden hiç hoşlanmazdı. Akâid mes´elelerinde onların yolunca konuşan, onların daldıkları münakagalara dalan kimselere ceza terettüp ettiğini söylüyordu. Şafiî gibi bir adam onlarla bir arada bulunmağa, onlara böyle yüz veren bir Halîfenin idaresinde yaşamağa razı olamazdı. Nasıl ki, sonraları iş oraya vardı ki, islâm Tarihinde (Mihnet-i halk-ı Kur´ân) denilen olayda fukahâ ve nıuhaddisler. türlü sınamalara uğradılar. Rivayet olunduğuna göre Me´mun, İmam Şafiî´ye kadılık teklif etmiş, o da Özür dileyerek kabul etmemiştir. Onun düşünce mantığına uyan da budur. Onun şimdiye kadar öğrendiğimiz hayatına da yakışan budur.
Bağdad´da oturmak Şafiî´nin hoşuna gitmedi. Oradan göçmesi zarurî idi. Kendisine göç yeri, rahat yurdu olarak Mısır´ı uygun buldu. Çünkü Mısır´ın Valisi Kureyşten Hâsimî, Abbasî idi. Yâkût, Mu´cemü´l-Üde-bâ´da diyor ki:
"Şafiî´nin Mısır´a gelmesinin sebebi şudur: Abbâs b. Abdullah b. Ab-bas b. Mûsâ b. Abdullah îbn-i Abbâs kendisini oraya davet etti."
Bu Abbâs, Halîfe Abdullah Me´mun tarafından Mısır´a vali tâyin edilmişti. Şafiî Mısır´a gitmeğe niyet ettiği zaman şu kıt´ayı söylemişti: "îçim, Mısır´a gitmek şevkiyle yanar, Ne çare arada İller, çöller var. Bilmem açılır mı baht île zafer Yoksa mezar e mi sürükler kader?"
Şafiî bu şiiriyle soruyordu: Mısır´a acaba bolluğa ve kurtuluşa mı gidiyor, yoksa mesâre mi sürüklenmektedir? Kader onun bu sorularının her ikisine de cevap verdi: Onu bunların hepsine kavuşturdu: Şerifler soyundan olması dolayısiyle Zevî´l-kurbâ hissesinden tahsisat aldı, böylece refaha kavuştu, ilmini, fıkhını, görüşlerini yayma sayesinde şanlı zafer kazandı. En sonunda ölüm onu orada buldu. Mısır´da mezâre gömüldü. 20 Ocak 520´ye rastlayan Hicrî 204 yılı Recep ayının son gecesi 54 yaşında iken hayata gözlerini kapadı[19] (Nur içinde yatsın). [20]
20- Şafiî´nin, Üstadı Mâlîk´i Tenkide Başlaması:
Şafiî´nin hayatı hakkında sözü bitirmeden önce onun hayatiyle ve tarihiyle alâkalı ilmî bir noktaya işaret etmek lüzumunu duyduk. O da şudur: Şafiî 195 yılında Bağdad´a geldikten sonra, hattâ bundan önce Mekke´deki derslerinde fıkıhta yeni bir çığır sahibi idi. Bâzı yeni görüşler getirdi. Bunlarda Mâlik´in görüşlerinden ayrılma vardı. Fakat Mâük´in görüşlerini tenkîd veya tezyif etmiyordu. Muvafık da olsa, muhalif de olsa, Mâlik´in görüşlerini tenkîd etmeden kendi görüşlerini söylerdi. Her ne kadar bâzı görüşlerinde az çok Mâlik´e muhalefet de etse, işte bu sebeple yine de Mâlik´in ashabından, talebesinden sayılırdı. Nasıl ki, îmam Mâlik´in bâzı ashabı Mâlik´e, Ebû Hanîfe´nin ashabı ve talebesi üstadlanna muhalefet ettikleri olmuştur.
Fakat Şafiî´yi, üstadı Mâlik´in görüşlerini tenkîd ve tezyifle ona hücuma sevk etmeğe bir olay sebep oldu. Şafiî, bâzı islâm ülkelerinde, İmam Mâlik´ten kalan eserlerin, eşyanın ve elbiselerinin takdis olduğunu duydu. Müslümanlar arasında öyleleri meydana çıkmıştı ki, kendilerine Resû-lullâh´ın bir hadîsi söylense, ona karşı Mâlik´in sözleriyle mukabele ve muâraza ederlerdi. îşte bunların karşısında Şafiî artık kendini tutamayıp coştu. Baktı ki, insanlar îmam Mâlik´i, Resûlullâh´m hadîslerinden alan bir müctehid mertebesinden ileri aşırmaktadırlar. Böylece tehlikeli bir yol tuttuklarını gördü. Zîrâ isabet de, hata da edebilen bir muctehidin sözleriyle Peygamberin hadîslerine muâraza ediyorlar. Halbuki hadîsin yanında kimsenin re´yi olamaz. İşte bunun içindir ki, çağında ulemânın, hadîs yardımcısı adım verdikleri Şafiî, hadîslerin yardımına koştu. Tutacağı yol önünde belli idi. Mâlik´in re´ylerini tenkîd ile işe başlayarak. Onların çürük olanlarını duyurmak lâzımdı. Tâ ki insanlar bilsinler ki, Mâlik de bir insandı, hata da eder, isabet de. Hadîs varken onun re´yinin hükmü olamaz.
Bu konuda bir kitap yazarak ona (Hilaf-ı Mâlik) adını verdi. Fakat üstadı Mâlik´e hürmeten kitabı meydana çıkarmakta tereddüt etti. Hayatı boyunca ona üstad nazariyle bakmıştı. Evet Mâlik´in hatalı bulduğu görüşlerini söyleyerek halkı irşâd etmesi lâzımdır. Halkm onu takdîs etmesi, Sünnet için bir tehlike idi. Fakat üstadına vefa göstermesi de gerekti. Onun için bir sene kadar kitabı dürüp kaldırdı. Sonra ALLAH´dan hayırlısını dileyerek kitabı açıklayıp yaydı.
Fahreddin Râzî bu konuda şöyle der: "Şafiî, Mâlik aleyhinde bu kitabı yazda. Çünkü duydu ki, Endülüs´te halk, Mâlik´in sarığiyle yağmur duası yapıyorlar. Kendilerine: Peygamber dedi, diye hadîs rivayet olununca: Mâlik şöyle dedi, derlerdi. Şafiî düşündü ki: Mâlik bir insandır, hatâ da eder, isabet de. îşte bu düşünce Şafiî´yi, Mâlik´e karşı kitap yazmağa sevk etti. Kendisi: Bunu yapmağı hiç iyi görmedim, bir sene Allah´dan hayırlısını nasip etmesini diledim, derdi."
Rabî´ diyor ki: "Şafiî´yi şöyle derken işittim: Mısır´a geldim. Mâlik´in rivayet ettiği hadîslerden yalnız onaltısma muhalefet edildiğini bilirdim. Baktım, gördüm ki O, aslı alıyor, fer´î bırakıyor. Fer´î alıyor, aslı bırakıyor."
Bundan sonra Fahrürrâzî, Şafiî´nin üstadı Mâlik´i tenkîd etmesini haklı göstermek için, Aristo´nun Eflâtun´u tenkidine gelerek göyle diyor: "Ben de derim ki, Feylesof Aristo, felsefeyi Eflâtun´dan öğrendi. Sonra ona muhalefet etti. Kendisine: Bunu nasıl yaptın? denildi. O da: Üstadım dostumdur, hak da dostumdur, bunlar birbiriyle karşılaşınca hakkın dostu olmak daha evlâdır." dedi. Şafiî´yi de üstadı Mâlik´e muhalefete sevk eden bu düşüncedir.
Şafiî, Mâlik´e muhalefeti açığa vurdu. Bunu ancak ALLAH rızası için yaptı. Mâlik´i tenkîd etmek ona çok ağır geldi. Çünkü o, üstadı idi. Ondan dâima üstâd diye bahsederdi. Bu tenkîd ona pahalıya mal oldu. Başına felâketler getirdi. Zîrâ Mâlik Mısır´da müctehîdler arasında birinci mertebeyi işgal ederdi. Mâlikîler, Şafiî aleyhinde harekete geçtiler. Onu ten-kîde, ona hücuma başladılar. Ona ta´n ediyorlardı. Hattâ Mâlikîlerden kalabalık bir grup valiye giderek, Şafiî´yi memleketten çıkarmasını istediler. Fahrürrâzî diyor ki: "Şafiî, Mâlik´e karşı o kitabı yazanca, Mâlik taraftarları hükümdara gittiler, ondan Şafiî´yi memleketten çıkarmasını istediler."
Şafiî yalnız Mâlik´in görüşlerini tenkîd etmedi, ondan önce Irak fu-kahâsmdan Ebû Hanîfe´nin ve onun arkadaşlarının ve diğer Irak fuka-hasının görüşlerini de tenkîd etti, onlara muhalif olduğu yerleri zikretti, onların re´ylerini çürüttü. Evzâî´ye muhâlîf olduğu yerleri zikretti ve onun Sîyer´deki görüşlerini tenkîd etti[21]. Halbuki bunların hepsinin, o zaman fıkıh adamlarından taraftarları vardı, onlara toz kondurmak istemezlerdi. Onları tenkîd etmesiyle Şafiî´ye karşı büyük bir cedel ve münazara yapmağa başladılar. O da onlara aynı mukabelede bulundu. Bu mücadele ve münazaralarında âdâb-ı münazara kaidelerine riâyet ederdi. Görüş sahibine bir kötülüğü dokunmazdı. Yalnız hüccete sarılırdı, delile dayanırdı. O özel bir fıkıh felsefesine sahip bir zattı. Onun hakkında Ah-med b. Hanbel şöyle demiştir:
"Şafiî, dört şeyde feylesoftur: lisânda, insanların ahlâkım bilmede, mânalara vukufta ve fıkıhta." [22]
21- Îctîhad Safhalarının Hayatının Devrelerine Bağlanışı:
Yaptığı mübâhaselerde her zaman hadîs adamları tarafını tutardı, cedel usûlüne vâkıftı. Ehl-i re´y, onunla 184 yılında Bağdad´da ilk karşılaşınca, onun bu kudretine hayran kalmışlardı. Razı bu hususta şöyle diyor: "însanlar Şafiî´nin zamanından Önce iki gruptular: Hadîs sahipleri, re´y sahipleri. Hadîs sahipleri Hz. Peygamber´den rivayet olunan hadîsleri ezbere bilirlerdi; fakat onları incelemekten, münazaradan âcizdiler. Re´ysahiplerinden biri onlara bir sual sorup, onlara müşkîl bir mesele arz edince şaşırıp kalırlar, onların önünde âciz düşerlerdi. Re´y sahipleri ise, nâzâr ve cedel sahibi kimselerdi. Ancak onlar da eser ve sünnet hususunda âcizdiler. Şafiî ise Hz. Peygamber´in sünnetlerini bilir, onların usûlüne vâkıftı. Münazara ve mübâhase âdabını bilir, onlarda da kuvvetli idi. Düzgün sözlü idi. Hüccet ve delil kuvvetiyle karşısındakini ilzam etmesini bilirdi. Resûlullâh´ın hadîslerini korurdu. Ilendisine herhangi bir kimse bir suâl sorsa, bir müşkÜ arzetse onu kandırıcı cevaplarla halleder, karşısındakini sustururdu. Ehl-i re´yin, ehl-i hadîse saldırmasını o durdurmuş
oldu,"
Şafiî, usûlünü vaz´edip kaideler kurmağa başlayınca gördü ki, Hicaz fukahâsından olanlar, bu usûlün dı§ına çıkıyorlar, onlarla mukayyed olmuyorlar, üstadı da bunlardan biridir. Baktı ki, üstadı (Mâlik) bir aslı alıyor, fer´ı bırakıyor, fer´ı alıyor, aslı bırakıyor. Böyle bir ıttıradsızlık var. Onun için Hicaz fukahâsiyle de mücâdeleye, girişti. Bu yüzden bütün hayâtını bu şeriat fıkhının uğrunda savaşarak geçirdi. Hak için, hak yolunda çalıştı. Hattâ bâzı tarihçiler onun bu uğurda can verdiğini söylerler[23]. Gerçekten Şafiî, çağında fıkıhta imam idi. [24]
[14] Bir şahit ve yemînle hükmetme mes´elesi Hanefîler ile Şâfiîler ve Mâlikîler arasında ihtilâf konusu olmuş meşhur bir mes´eledir. Mes´elenin esası şudur: Hanefî-lere göre beyyine davacıya, yemîn de inkâr edene düşer, buna g"8re davacıya yemîn yoktur. Eğer kabule şayan beyyinesi varsa onlarla hükmolunur, beyyine yoksa o zaman dâvâlıya yemîn teklif olunur. Eğer yemîn ederse yemine göre hüküm verilir. Eğer yemîn etmezse o zaman davacının lehine, hüküm verilir. Hiçbir suretle davacıya yemîn teklif olunmaz.
Mâlikî ve Şâfiîler ise diyorlar ki: Davacının yalnız bir şahidi varsa, kendisine bir de yemîn teklif olunur, bu yemîn ikinci şahit yerine geçer. Fakat bu da yalnız mal dâvalarmdadır. Mal dâvalarından başkalarında mevrid-i nassa bakılarak davacıya yemîn tevcih olunmaz. Bu münazara El-ümm´ün yedinci cüz´ünde zikrolunmuştur.
[15] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 23-25.
[16] Hamevî, Mu´cemü´l-Üdebâ
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 25-26.
[18] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 26-27.
[19] Yâkût, Mu´cemü´I-Ü´debâ, c. XVII, s. 304.
imam Şafiî´nin mezarı Mukattam dağının eteğindeki mezarlıktadır. Bugün civan binalarla doludur. Türbe gayet süslüdür, üzerindeki muazzam kubbe Melik Kâmil Eyyûbî tarafından 608/1211´de yapılmıştır. Mezarı, ziyaret mahallidir. Kubbenin üzerinde kuşlara yem koymak için kayık şeklinde bir yemlik vardır. Türbe her zaman ziyarete açıktır. Çbgu kadın olmak üzere pek kalabalık ziyaretçi gelir.
Türbe dilek mahallidir. Koca arayan kızlardan tut da imtihanı kazanmak isteyen Öğrencilere liadar herkes her türlü dileğini bu türbeye yapar. Bu dilekler, dilekçe (arzuhal) şeklinde yazılıp türbenin parmaklıklarından içeri atılır. Hattâ posta İle dilekçe gönderenler de vardır. Posta müvezzü imam Şafiî adresine postalanmış her zarfı getirip buraya atar.
Ne tuhaftır ki, îmam Şafiî, üstadı İmam Mâük´in sarığıyla Endülüs halkının yağmur duası yaptıklarını duyduğu zaman, bu hurafeye hücum etmişti. Sonradan onun mezarı da başka bir hurafeye vesîle yapıldı (Mütercim).
[20] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 27-28.
[21] Merhum Hüseyin Beyin bastığı Şafiî´nin fıkıh mecmuasında bu kitapların hepsi var.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 28-30.
[23] Mu´cemü´I-Udebâ
[24] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 30-31.