ezelinur
Mon 15 March 2010, 01:39 pm GMT +0200
ÂHIRETE İMAN
1. ÂHIRETE İMAN..
1. Kabir Hayatı (Berzah)
2. Kıyametten Sonraki Haller
3. Cennet-Cehennem...
2. KEBÎRE..
1. Günahların Affı
2. Şefaat
3. İMAN MESELESİ.
1. İmanın Mahiyeti
2. İmanın Artması-Eksilmesi
3. İmanda İstisna Meselesi
ÂHIRETE İMAN
1. ÂHIRETE İMAN
1. Kabir Hayatı (Berzah)
“Kâfirler ve âsi olan bazı müminler için kabir azabı haktır”
Burada Özellikle “bazı” kaydının konulması, Allah Taâlâ´nın azab çektirmeyi irâde etmediği bazı (âsi) müminlerin, azab görmeyeceklerini belirtmek içindir.
“Taat ve ibadet sahiplerinin kabirde”Allah Taalâ´nın bildiği ve dilediği şekilde “nimet içinde bulunmaları haktır”
Bu ifade umumî olarak kelâm kitaplarında yer alan, “kabir azabı haktır”, şeklindeki nisbeten kısa olan ifadeden daha doğrudur. Nasların çoğunun cehennem azabı ile ilgili olması, kabirde azab görenlerin ekserisinin kâfirlerle günahkârların teşkil etmesi, “kabirdeki nimetin” bahis konusu edilmeden, sadece azabtan söz edilmesi için daha uygundur, şeklindeki mülâhazalara rağmen, (müellif Ömer Ne-sefi´ye ait) yukardaki ifade daha iyidir.
“Münker ve Nekir´in sual sorması haktır”
Münker ve Nekir, kabre girerek, insana rabbından, dininden ve peygamberinden sorgu ve sual soran iki melektir. Seyyid Ebu Şucâ, “Sabi çocuklar (mezarda) sorguya çekilir”, demiştir. Bazılarına göre peygamberler (a.s.) de onlar gibi hesaba çekilir [1].
“Bütün bunlar sem´i ve nakli delillerle sabitti”
Ayrıca naslarda da ifade edildiği veçhiyle, doğru sözlü (olan Nebi a.s.) tarafından vukua geleceği haber verilen, (hadd-i zatında imkânsız olmadığı için de te´viî edilemeyecek olan) mümkün işlerdir.
Allah Taâlâ: “Onlar sabah akşam cehenneme takdim edilirler. Kıyamet vakti gelip çattığı zaman, ´Firavun´un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun´, denir” (Mu´min, 40/46). “Günahları yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular” (Nuh, 71/25), buyurur.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “İdrardan sakınınız. Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab o yüzdendir”[2]. Peygamber (s.a.), “Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette hak bir söz üzerinde sabit kılar” (İbrahim, 14/27), âyeti kabir azabı konusunda nazil oldu”, buyurmuştur.
Kabire konulan ölüye, “Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?”, diye sorulduğunda, şu cevabı verir: Rabbim Allah, dinim İslâm ve peygamberim Muhammed (a.s)dir.
Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: “Ölü mezara konulunca, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekir denir...” [3].
Yine Peygamber (s.a.) buyurur ki: “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur...” [4].
Kısaca bu manâda ve diğer bir çok kabir halleri konusunda rivayet edilen hadisler tek tek tevatür haddine ulaşmasa da manâ itibariyle mütevatirdir.
Rafizilerden ve Mutezileden bazıları, “Ölü, hayata ve idrâke sahip olmayan bir cansız olduğu için, ona işkence edilmesi imkânsızdır”, diyerek kabir azabını inkâr etmişlerdir.
Cevap: Allah Taâlâ´nın, ölünün bütün parçalarında veya bazılarında işkencenin acısını veya nimetin tadını idrâk edecek ölçüde bir çeşit hayat yaratması mümkündür. Kabirdeki ölünün bu nevi bir hayata kavuşması, ruhunun bedenine iade edilmesini, hareket etmesini ve kıpırdamasını veya çektiği azabın eserinin üzerinde görülmesini gerektirmez. Hatta suya batarak boğulan, hayvanlar tarafından parçalanarak yenilen ve idam sehpasında sallandırılarak havada can veren kimseler de - biz farkına varmasak bile- azab görürler. Allah Taâlâ´nın mülkünde ve melekûtundaki acaip ve hayret verici şeyler üzerinde düşünenler, kudret ve ceberûtunun garip ve akla durgunluk veren yönlerini gözönünde bulunduranlar, bu ve emsali olan şeyleri - imkânsızlığını iddia etme bir yana - yadırgamaz ve uzak bir ihtimal olarak görmezler.
Şu hususa dikkat edilmelidir: Kabir halleri konusu dünya ile âhiret arasında ortalama ve bir geçiş dönemi mahiyetinde olduğu için müellif Ömer Neserî, bu konuyu özellikle dile getirdi. Daha sonra da hasrın mahiyetini, teferruatını ve âhiretle ilgili diğer hususları açıklama işi ile meşgul oldu. Bunların hepsinin delili şudur: Âhiretle ilgili olarak anlatılan konular, âyet ve hadiste anlatılan ve doğru sözlü (Peygamber s.a.) tarafından haber verilen mümkün şeylerdir. (Bunların- hiçbiri hadd-i zatında imkânsız değildir). Onun için de hak ve sabit olur.
Müellif Ömer Nesefî, bunlardan herbirinin mahiyetini açıklamak, tekid etmek ve durumlarına önem vermek için dedi ki;[5]
2. Kıyametten Sonraki Haller
“Ba´s Haktır”
Ba´s, öldükten sonra dirilmek, aslî parçalarını bir araya getirerek ve ruhları da buna iade ederek, Allah Taâlâ´nın ölüleri mezardan çıkarmasıdır.
Ba´sın naklî delili: “Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz” (Mü´minûn, 23/16), “De ki: onu, yani ölü cesetleri, onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir” (Yasin, 36/79). Cesetlerin haşr edileceğini ve diriltileceğim kesinlikle ifade eden bunun gibi daha pekçok nass mevcuttur.
“Yok olan bir şeyin aynen tekrar var edilmesi (ma´dunıun ayniyle iadesi) imkânsızdır”, diyen filozoflar, cisimlerin hasrım inkâr etmişlerdir. Filozofların, ciddi sayılacak bir delilleri bulunmadığı gibi (bu konuda ileri sürdükleri fikirler naslarla sabit olan esas) maksat için de zararlı (olabilecek kuvvette ve inandırıcılıkta değil) dir. Zira bizim maksadımız şudur: Allah Taâlâ (öldükten ve çürüdükten sonra dünyadaki insan bedenine ait) aslî cüzleri bir araya getirir ve ruhu buna iade eder. Buna ister; “yok olanı aynen iade” adı verilsin, isterse verilmesin fark etmez, eşittir. Bunun için, “Yenilen, yiyenin bir parçası olacak şekilde bir insan diğer bir insanı yese, yenilen parçalar ya her iki bedende birlikte haşr ve iade edilir -ki bu imkânsızdır - veya birinde haşr ve iade edilir. Bu takdirde diğeri bütün bölüm ve parçalarıyla iade ve hasredilmiş olmaz”, diyen filozofların görüşleri yukarda söz konusu edilen prensiple itibardan düşer ve geçersiz hale gelir. Bunun sebebi de; “îâde ve haşr olunan şeylerin, ömrün başından sonuna kadar varlığı devam eden aslî cüzlerin (ve genlerin) olmasıdır. Yenilen parçalar, yiyende mevcud olan attıklardır, aslî parçalar değildir.
İtiraz: Bu, (ba´s denilen şey aslında) tenasuha inanmaktır. Zira ikinci beden, ilk beden değildir. Çünkü, hadiste, “Cennetliklerin yüzleri tüysüz ve sakalsızdır, teni tazedir. Cehennemliklerin dişi Uhud dağı kadardır”, buyrulmuştur [6]. “Hiç bir mezhep yoktur ki,tenasüh akidesinin içine ayağını iyice basmış olmasın”, diyenler işte bu noktadan hareket etmişlerdir.
Cevap: Şayet ikinci beden birinci bedene ait aslî parçalardan (ve genlerden) yaratılmış olmasaydı, o zaman tenasüh lazım gelirdi. Şayet anlattığımız manadaki haşre ve ba´se de tenasüh denilecekse; bu, (manâya ve esasa değil) sadece lafza dayanan bir tartışmadan ibaret olur. (Aslî cüzlerden yaratılan) böyle bir bedene ruhun iade edilmesinin imkânsızlığını gösteren herhangi bir delil mevcut değildir. Aksine, ister tenasüh ismi verilsin isterse verilmesin, böyle bir haşrin ve ba´sın hakikatini ispat eden deliller mevcuttur.
“Amellerin Tartılması Haktır”
Çünkü Cenab-ı Hakk:“O gün vezn, yani amellerin tartılması haktır” (A´raf, 7/9), buyurmuştur. “Mizan (amellerin tartılması ve terazi) amellerin miktarının bilinmesini temin eden şeyden ibarettir”. Akıl, bu terazinin ve tartılmanın keyfiyetini (ve mahiyetini) idrâk etme gücüne sahip değildir. (Buradaki terazi sözünü çoğunluk iki kefesi, iki kolu ve bir dili olan terazi şeklinde anlamış, hatta bu şekilde resimler bile yapılmıştır. Fakat aslında bu terazinin şekli ve keyfiyeti meçhuldür. Bugün ses, hareket ve elektrik gibi cisim ve arazları ölçen âletler vardır. Amelleri ölçen terazi de bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en iyi ve en doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü âletidir. Bu âleti tecessüm ettirmeye ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur. (Bu konuda bk. Gazali, İhya, I, 97; Irakî, el-Muğnî, I, 97).
Mutezile, “Ameller arazdır (onun tartılması için iade edilmesi mümkün değildir). îâdesi mümkündür, desek bile tartılması ve ölçülmesi imkânsızdır. Zira ameller Allah Taâlâ tarafından bilinmektedir. Onun için de (miktarı malum olan bir şeyin) tartılması abestir”, diyerek amellerin tartılmasını inkâr etmiş (ve bu konudaki nasları da te´viî etmiş) tir.
Cevap: Hadiste geçtiği gibi, tartılacak olan amel defteridir. Burada anlaşılması müşkil bir şey yoktur, Allah Taâlâ´nın fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu (ve bazı hikmet ve sebepleri bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz şey şudur: Amellerin ölçülmesindeve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımız bazı hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hikmetleri bilemeyişimiz, tartılma işinin abes olmasını gerektirmez.
“Amel defterleri haktır”
Buradaki defter (kitap) sözünden maksat, insanlara ait sevap ve günâhların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Bu defterler müminlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir (îsra, 17/11; Hakka, 89/19, 25; İnşikak, 84/10).
Bu konudaki âyetler: “Kıyamet günü, insana açılmış olarak bulacağı defteri önüne çıkarırız” (îsra, 17/13); “Defteri sağ tarafından verilenler, kolay bir hesaptan geçirileceklerdir” (înşikak, 84/7,8).
Müellif Ömer Nesefi´nin hesap meselesini söz konusu etmemesi ve bu bahiste sükût etmesi amel defterlerini anlatmakla yetindiği içindir. (Zira defter hesab görmek için tutulmaktadır).
(Yapılan işlerin Allah tarafından bilindiğini, bilenen bu amellerin ayrıca kağıtlar üzerine yazılmasının), abes olduğunu ileri süren Mutezile, “Amel defterlerini” de (bu konudaki nasları te´vil ederek) inkâr etmiştir. Mizan ve amellerin tartılması bahsinde Mutezileye verdiğimiz cevap, bu inkâr için de cevaptır.
“Sual haktır”
Zira Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, Allah Taâlâ (kıyamet günü) mümin kuluna yaklaşarak (şefkat) kanatlarını üzerine gerer. Ve onu örter. Sonra buyurur ki:
- Ey kulum (işlediğin) şu, şu günahları biliyor musun?
- Evet ya Rabbî.
Böyle böyle Hakk Taâlâ onun tüm günahlarını bir bir sayar. O kadar ki, kul, ´artık ben mahv ve helak oldum´, kanâatma varır.. Bundan sonra Allah Taâlâ, “Bu günahları dünyada iken örtmüş ve gizli tutmuştum. Bu gün de af ve mağfiret ediyorum”, der. Bunun üzerine, sorgusu yapılan kişiye “sevaplarım ihtiva eden defteri verilir”. Hakk Taâlâ kâfirlere ve münafıklara, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: “Rabların yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkâat! Allah´ın lâ´neti zalimlerin üzerine olsun!” [7].
“Havz haktır”
Zira Allah Taâlâ: “Biz sana kevseri verdik” (Kevser, 108/1), buyurmuştur. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Benim havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha edebiyyen susamaz” [8]. Bu konuda pek çok hadis mevcuttur.
“Sırat haktır”
Sırat, cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler. Cehennemlikler üzerinden geçerken ayakları sürçer (ve cehenneme yuvarlanırlar) [9].
“Böyle bir köprüden geçmek imkânsızdır. Geçmenin mümkün olduğu farz edilse bile; bu, müslümana eziyettir”, diyen Mutezilenin ekseriyeti sıratı inkâr´etmiştir. (Nassda geçen sırat, köprü manâsına değil, yol manâsına gelir).
Cevap: Allah Taâlâ; böyle bir köprüden geçmeyi müslümanlara mümkün kılmaya ve kolaylaştırmaya kadirdir. Hatta bazı müminler bu köprüden yıldırım gibi, bazıları fırtına gibi, diğer bazıları rehvan at üzerine binmiş kişiler gibi, vs. geçerler. Nitekim hadiste bu hususlara temas edilmiştir. [10]
1. ÂHIRETE İMAN..
1. Kabir Hayatı (Berzah)
2. Kıyametten Sonraki Haller
3. Cennet-Cehennem...
2. KEBÎRE..
1. Günahların Affı
2. Şefaat
3. İMAN MESELESİ.
1. İmanın Mahiyeti
2. İmanın Artması-Eksilmesi
3. İmanda İstisna Meselesi
ÂHIRETE İMAN
1. ÂHIRETE İMAN
1. Kabir Hayatı (Berzah)
“Kâfirler ve âsi olan bazı müminler için kabir azabı haktır”
Burada Özellikle “bazı” kaydının konulması, Allah Taâlâ´nın azab çektirmeyi irâde etmediği bazı (âsi) müminlerin, azab görmeyeceklerini belirtmek içindir.
“Taat ve ibadet sahiplerinin kabirde”Allah Taalâ´nın bildiği ve dilediği şekilde “nimet içinde bulunmaları haktır”
Bu ifade umumî olarak kelâm kitaplarında yer alan, “kabir azabı haktır”, şeklindeki nisbeten kısa olan ifadeden daha doğrudur. Nasların çoğunun cehennem azabı ile ilgili olması, kabirde azab görenlerin ekserisinin kâfirlerle günahkârların teşkil etmesi, “kabirdeki nimetin” bahis konusu edilmeden, sadece azabtan söz edilmesi için daha uygundur, şeklindeki mülâhazalara rağmen, (müellif Ömer Ne-sefi´ye ait) yukardaki ifade daha iyidir.
“Münker ve Nekir´in sual sorması haktır”
Münker ve Nekir, kabre girerek, insana rabbından, dininden ve peygamberinden sorgu ve sual soran iki melektir. Seyyid Ebu Şucâ, “Sabi çocuklar (mezarda) sorguya çekilir”, demiştir. Bazılarına göre peygamberler (a.s.) de onlar gibi hesaba çekilir [1].
“Bütün bunlar sem´i ve nakli delillerle sabitti”
Ayrıca naslarda da ifade edildiği veçhiyle, doğru sözlü (olan Nebi a.s.) tarafından vukua geleceği haber verilen, (hadd-i zatında imkânsız olmadığı için de te´viî edilemeyecek olan) mümkün işlerdir.
Allah Taâlâ: “Onlar sabah akşam cehenneme takdim edilirler. Kıyamet vakti gelip çattığı zaman, ´Firavun´un adamlarını azabın en şiddetlisine sokun´, denir” (Mu´min, 40/46). “Günahları yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular” (Nuh, 71/25), buyurur.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “İdrardan sakınınız. Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azab o yüzdendir”[2]. Peygamber (s.a.), “Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette hak bir söz üzerinde sabit kılar” (İbrahim, 14/27), âyeti kabir azabı konusunda nazil oldu”, buyurmuştur.
Kabire konulan ölüye, “Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?”, diye sorulduğunda, şu cevabı verir: Rabbim Allah, dinim İslâm ve peygamberim Muhammed (a.s)dir.
Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: “Ölü mezara konulunca, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekir denir...” [3].
Yine Peygamber (s.a.) buyurur ki: “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur...” [4].
Kısaca bu manâda ve diğer bir çok kabir halleri konusunda rivayet edilen hadisler tek tek tevatür haddine ulaşmasa da manâ itibariyle mütevatirdir.
Rafizilerden ve Mutezileden bazıları, “Ölü, hayata ve idrâke sahip olmayan bir cansız olduğu için, ona işkence edilmesi imkânsızdır”, diyerek kabir azabını inkâr etmişlerdir.
Cevap: Allah Taâlâ´nın, ölünün bütün parçalarında veya bazılarında işkencenin acısını veya nimetin tadını idrâk edecek ölçüde bir çeşit hayat yaratması mümkündür. Kabirdeki ölünün bu nevi bir hayata kavuşması, ruhunun bedenine iade edilmesini, hareket etmesini ve kıpırdamasını veya çektiği azabın eserinin üzerinde görülmesini gerektirmez. Hatta suya batarak boğulan, hayvanlar tarafından parçalanarak yenilen ve idam sehpasında sallandırılarak havada can veren kimseler de - biz farkına varmasak bile- azab görürler. Allah Taâlâ´nın mülkünde ve melekûtundaki acaip ve hayret verici şeyler üzerinde düşünenler, kudret ve ceberûtunun garip ve akla durgunluk veren yönlerini gözönünde bulunduranlar, bu ve emsali olan şeyleri - imkânsızlığını iddia etme bir yana - yadırgamaz ve uzak bir ihtimal olarak görmezler.
Şu hususa dikkat edilmelidir: Kabir halleri konusu dünya ile âhiret arasında ortalama ve bir geçiş dönemi mahiyetinde olduğu için müellif Ömer Neserî, bu konuyu özellikle dile getirdi. Daha sonra da hasrın mahiyetini, teferruatını ve âhiretle ilgili diğer hususları açıklama işi ile meşgul oldu. Bunların hepsinin delili şudur: Âhiretle ilgili olarak anlatılan konular, âyet ve hadiste anlatılan ve doğru sözlü (Peygamber s.a.) tarafından haber verilen mümkün şeylerdir. (Bunların- hiçbiri hadd-i zatında imkânsız değildir). Onun için de hak ve sabit olur.
Müellif Ömer Nesefî, bunlardan herbirinin mahiyetini açıklamak, tekid etmek ve durumlarına önem vermek için dedi ki;[5]
2. Kıyametten Sonraki Haller
“Ba´s Haktır”
Ba´s, öldükten sonra dirilmek, aslî parçalarını bir araya getirerek ve ruhları da buna iade ederek, Allah Taâlâ´nın ölüleri mezardan çıkarmasıdır.
Ba´sın naklî delili: “Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz” (Mü´minûn, 23/16), “De ki: onu, yani ölü cesetleri, onları ilk defa (ve yoktan) yaratan diriltecektir” (Yasin, 36/79). Cesetlerin haşr edileceğini ve diriltileceğim kesinlikle ifade eden bunun gibi daha pekçok nass mevcuttur.
“Yok olan bir şeyin aynen tekrar var edilmesi (ma´dunıun ayniyle iadesi) imkânsızdır”, diyen filozoflar, cisimlerin hasrım inkâr etmişlerdir. Filozofların, ciddi sayılacak bir delilleri bulunmadığı gibi (bu konuda ileri sürdükleri fikirler naslarla sabit olan esas) maksat için de zararlı (olabilecek kuvvette ve inandırıcılıkta değil) dir. Zira bizim maksadımız şudur: Allah Taâlâ (öldükten ve çürüdükten sonra dünyadaki insan bedenine ait) aslî cüzleri bir araya getirir ve ruhu buna iade eder. Buna ister; “yok olanı aynen iade” adı verilsin, isterse verilmesin fark etmez, eşittir. Bunun için, “Yenilen, yiyenin bir parçası olacak şekilde bir insan diğer bir insanı yese, yenilen parçalar ya her iki bedende birlikte haşr ve iade edilir -ki bu imkânsızdır - veya birinde haşr ve iade edilir. Bu takdirde diğeri bütün bölüm ve parçalarıyla iade ve hasredilmiş olmaz”, diyen filozofların görüşleri yukarda söz konusu edilen prensiple itibardan düşer ve geçersiz hale gelir. Bunun sebebi de; “îâde ve haşr olunan şeylerin, ömrün başından sonuna kadar varlığı devam eden aslî cüzlerin (ve genlerin) olmasıdır. Yenilen parçalar, yiyende mevcud olan attıklardır, aslî parçalar değildir.
İtiraz: Bu, (ba´s denilen şey aslında) tenasuha inanmaktır. Zira ikinci beden, ilk beden değildir. Çünkü, hadiste, “Cennetliklerin yüzleri tüysüz ve sakalsızdır, teni tazedir. Cehennemliklerin dişi Uhud dağı kadardır”, buyrulmuştur [6]. “Hiç bir mezhep yoktur ki,tenasüh akidesinin içine ayağını iyice basmış olmasın”, diyenler işte bu noktadan hareket etmişlerdir.
Cevap: Şayet ikinci beden birinci bedene ait aslî parçalardan (ve genlerden) yaratılmış olmasaydı, o zaman tenasüh lazım gelirdi. Şayet anlattığımız manadaki haşre ve ba´se de tenasüh denilecekse; bu, (manâya ve esasa değil) sadece lafza dayanan bir tartışmadan ibaret olur. (Aslî cüzlerden yaratılan) böyle bir bedene ruhun iade edilmesinin imkânsızlığını gösteren herhangi bir delil mevcut değildir. Aksine, ister tenasüh ismi verilsin isterse verilmesin, böyle bir haşrin ve ba´sın hakikatini ispat eden deliller mevcuttur.
“Amellerin Tartılması Haktır”
Çünkü Cenab-ı Hakk:“O gün vezn, yani amellerin tartılması haktır” (A´raf, 7/9), buyurmuştur. “Mizan (amellerin tartılması ve terazi) amellerin miktarının bilinmesini temin eden şeyden ibarettir”. Akıl, bu terazinin ve tartılmanın keyfiyetini (ve mahiyetini) idrâk etme gücüne sahip değildir. (Buradaki terazi sözünü çoğunluk iki kefesi, iki kolu ve bir dili olan terazi şeklinde anlamış, hatta bu şekilde resimler bile yapılmıştır. Fakat aslında bu terazinin şekli ve keyfiyeti meçhuldür. Bugün ses, hareket ve elektrik gibi cisim ve arazları ölçen âletler vardır. Amelleri ölçen terazi de bizce biçimi bilinmeyen, fakat insanların işledikleri fiilleri en iyi ve en doğru biçimde tartmaya yarayan bir ölçü âletidir. Bu âleti tecessüm ettirmeye ve tasvir etmeye ihtiyaç yoktur. (Bu konuda bk. Gazali, İhya, I, 97; Irakî, el-Muğnî, I, 97).
Mutezile, “Ameller arazdır (onun tartılması için iade edilmesi mümkün değildir). îâdesi mümkündür, desek bile tartılması ve ölçülmesi imkânsızdır. Zira ameller Allah Taâlâ tarafından bilinmektedir. Onun için de (miktarı malum olan bir şeyin) tartılması abestir”, diyerek amellerin tartılmasını inkâr etmiş (ve bu konudaki nasları da te´viî etmiş) tir.
Cevap: Hadiste geçtiği gibi, tartılacak olan amel defteridir. Burada anlaşılması müşkil bir şey yoktur, Allah Taâlâ´nın fiillerinin bir takım maksatlarla muallel olduğunu (ve bazı hikmet ve sebepleri bulunduğunu) kabul etmemiz halinde, diyeceğimiz şey şudur: Amellerin ölçülmesindeve tartılmasında mahiyetini kavrayamadığımız bazı hikmetlerin bulunması mümkün ve muhtemeldir. Bu nevi hikmetleri bilemeyişimiz, tartılma işinin abes olmasını gerektirmez.
“Amel defterleri haktır”
Buradaki defter (kitap) sözünden maksat, insanlara ait sevap ve günâhların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Bu defterler müminlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir (îsra, 17/11; Hakka, 89/19, 25; İnşikak, 84/10).
Bu konudaki âyetler: “Kıyamet günü, insana açılmış olarak bulacağı defteri önüne çıkarırız” (îsra, 17/13); “Defteri sağ tarafından verilenler, kolay bir hesaptan geçirileceklerdir” (înşikak, 84/7,8).
Müellif Ömer Nesefi´nin hesap meselesini söz konusu etmemesi ve bu bahiste sükût etmesi amel defterlerini anlatmakla yetindiği içindir. (Zira defter hesab görmek için tutulmaktadır).
(Yapılan işlerin Allah tarafından bilindiğini, bilenen bu amellerin ayrıca kağıtlar üzerine yazılmasının), abes olduğunu ileri süren Mutezile, “Amel defterlerini” de (bu konudaki nasları te´vil ederek) inkâr etmiştir. Mizan ve amellerin tartılması bahsinde Mutezileye verdiğimiz cevap, bu inkâr için de cevaptır.
“Sual haktır”
Zira Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki, Allah Taâlâ (kıyamet günü) mümin kuluna yaklaşarak (şefkat) kanatlarını üzerine gerer. Ve onu örter. Sonra buyurur ki:
- Ey kulum (işlediğin) şu, şu günahları biliyor musun?
- Evet ya Rabbî.
Böyle böyle Hakk Taâlâ onun tüm günahlarını bir bir sayar. O kadar ki, kul, ´artık ben mahv ve helak oldum´, kanâatma varır.. Bundan sonra Allah Taâlâ, “Bu günahları dünyada iken örtmüş ve gizli tutmuştum. Bu gün de af ve mağfiret ediyorum”, der. Bunun üzerine, sorgusu yapılan kişiye “sevaplarım ihtiva eden defteri verilir”. Hakk Taâlâ kâfirlere ve münafıklara, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: “Rabların yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkâat! Allah´ın lâ´neti zalimlerin üzerine olsun!” [7].
“Havz haktır”
Zira Allah Taâlâ: “Biz sana kevseri verdik” (Kevser, 108/1), buyurmuştur. Peygamber (a.s.) de şöyle buyurmuştur: “Benim havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha edebiyyen susamaz” [8]. Bu konuda pek çok hadis mevcuttur.
“Sırat haktır”
Sırat, cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler. Cehennemlikler üzerinden geçerken ayakları sürçer (ve cehenneme yuvarlanırlar) [9].
“Böyle bir köprüden geçmek imkânsızdır. Geçmenin mümkün olduğu farz edilse bile; bu, müslümana eziyettir”, diyen Mutezilenin ekseriyeti sıratı inkâr´etmiştir. (Nassda geçen sırat, köprü manâsına değil, yol manâsına gelir).
Cevap: Allah Taâlâ; böyle bir köprüden geçmeyi müslümanlara mümkün kılmaya ve kolaylaştırmaya kadirdir. Hatta bazı müminler bu köprüden yıldırım gibi, bazıları fırtına gibi, diğer bazıları rehvan at üzerine binmiş kişiler gibi, vs. geçerler. Nitekim hadiste bu hususlara temas edilmiştir. [10]