- Zikir- Fütüvvet- Melamet

Adsense kodları


Zikir- Fütüvvet- Melamet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 13 January 2010, 11:10 am GMT +0200
ZİKİR-FÜTÜVVET-MELAMET

Peygamberimiz Rabbınız) katında en temizi, derecenizi en çok yükselteni, altın ve gümüş, infak etmekten ve düşmanla boğaz boğaza, mücadele ederek sizin düşmanı, düşmanın sizi öldürmesinden (şehid veya gazi olmaktan) daha faziletli olanı nedir, size haber vereyim mi?» Ashab, evet, bu ne imiş, haber ver ya Resûlüllah, dediler. Resûlüllah (s.a.): «Allah Taâlâ´yı zikretmektir», buyurdu (98).
Resûlüllah (s.a.), «Allah... Allah... diyen biri bulundukça kıyamet kopmaz», buyurmuştur (99).
Resûlüllah (s.a.), «Yeryüzünde Allah Allah... denildikçe kıyamet kopmayacaktır» (Dünya zikir sayesinde ayakta durmaktadır), buyurmuştur .
Üstad Kuşeyrî der ki: Zikir Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´ya giden yolda (riayeti lüzumlu) kuvvetli bir esastır, hatta bu yolda temel şart zikirdir. Devamlı zikir müstesna, başka bir şekilde hiç bir kimse Allah´a ulaşamaz.
Zikir iki nevidir: Dilin zikri, kalbin zikri. Kalbin
» Zikir bahsini krş: ihya, I, 301.

96. Mevlânâ der ki:

Men bende şudem bende şudem, bende şudem
Men bende be-haclet ser-efkende şudem
Her bende şeved şâd ki âzâd şeved
Men şâd ez-ânem ki Tura bende şudem

«Ben kul oldum, kul oldum, kul! Kulluk vazifemi hakkıyle ifa edemediğim için mahcubiyetimden başımı önüme eğdim. Bir köle âzâd edilince sevinir. Ben ise sana kul oldum diye seviniyorum ya Rab...»

Zikir: Anmak, hatırlamak, gaflet ve unutma halinde olmamak; Zikrullah: Allah´ın zikredilmesi; Zâkir: Zikir yapan kul; Mezkûr: Zikredilen, Allah. Zikir, dilin zikri, kalbin zikri, ruhun zikri, ve sırrın zikri gibi nevilere ayrılır. (Namaz da dahil her nevi ibadet Allah´ı hatırlattığı için bir çeşit zikirdir. Medh u sena ve dua-niyaz zikri diye iki çeşit zikir vardır.

98. İbn Mâce, Edeb, 53; Tirmizî, Daavat, 6; Malik, Muvatta, Kur´an, 24; İbn HanT>el, I, 190.
99. Müslim, İman, 66.
100. Müslim, İman, 66.

Kişinin sürekli zikir halinde bulunması veliliğe tayin edildiğini gösterir). Zikirden mahrum bırakılan kimse (velilikten) azledilir».

Nakledilir ki, Şiblî sülûkünün başlangıcında iken yanına bir kucak çubuk alır ve yola giderdi. Kalbine gaflet girdiği zaman (Allah´ı hatırlamak için) kırılana kadar kendisini bu çubukla döverdi. Nice kereler akşam olmadan bir kucak çubuk tüketirdi. Onun için ellerini ve ayaklarını duvara çarpardı, (Müritliğin başlangıcında çetin riyazetler yapılır).

Derler ki: Allah´ı kalp ile zikretmek müritlerin kılıcıdır. (Sey-fu´l-müridin) onlar, düşmanlarına karşı bu kılıç ile savaşırlar, kendilerine gelen âfet ve musibetleri bununla defederler. Bela ve musibet yaklaştığı zaman, kul kalbi ile Allah Taâlâ´ya sığınırsa hoşlanmadığı her şeyi derhâl kendinden savmış olur, kendisine yönelen âfet yolunu değiştirir.

Vâsıti´ye: Zikir nedir? diye sorulmuş. O da şöyle demişti: «Allah´ı şiddetle sevmek ve korkusunun galibiyeti altında bulunmak şartıyla gaflet meydanından müşahede (ve murakabe) fezasına çıkmaktır». (Derin gafletten devamlı huzur ve müşahede haline geçmektir).

Zunnûn Mısrî diyor ki: «Hakiki manasıyla Allah Taâlâ´yı zikreden bir zâkir O´nun zikri yanında her şeyi unutur, Allah Taâlâ onu her şeyden muhafaza eder, (istiğrak halinde bulunan kul fena halinde ilâhî himayeye girer) kul için Allah her şeye bedel olur».

Ebu Osman´a şöyle bir soru soruldu: Biz Allah Taâlâ´yı zikrediyor, fakat bunun zevkini ve halavetini kalbimizde bulamıyoruz. Ebu Osman bu soruya, «Organlarınızdan her bir organı kendisine taat zineti ile süslediği için Allah Taâlâ´ya hamd ve şükrediniz», (şükrettiğiniz zaman sizi zikrin daha yüksek derecelerine yükseltir. Zira şükrederseniz nimet ziyadeleşir), diye cevap vermişti.

Resûlüllah (s.a.) dan rivayet edilen meşhur bir hadiste, «Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman orada yeyiniz, içiniz, yayılınız, istifade ediniz», buyurmuştur. Cennet bahçeleri nedir? sorusuna, «Zikir meclisleridir demiştir.
AllahTaâlâ kuluna, kulun kendisine verdiği mevki kadar mevki verir». (Allah´ın kul nezdindeki mevkii ne ise kulun Allah katındaki mevkii ve değeri de odur. Beni zikrediniz ki, sizi zikredeyim) (102).

Şibli diyor ki: «Allah Taâlâ: ´Ben beni zikredenin velisi, dostu ve sohbet arkadaşıyım´ (103), demiyor mu? Hakk Sübhanehu ve Taâlâ ile sohbet arkadaşı olmaktan ne istifade ettiniz?» (Zikirden çok zikrin neticesine ve fuyuzâtına bakınız).

Şiblî meclisde şu şiiri okumuştu: «Seni zikrettim. Fakat bir an bile unuttuğum için değil, zikrin en kolay ve en aşağı derecesi dil ile olan zikirdir. Vecid (ve kâmil bir şevk) yok diye aşkın tesiriyle öle-yazacağım. (Aşkın beni mahvedecek, vecd hâli gelince de) kalbimdeki aşk ve hayret o dereceye ulaşıyor ki, sekte-i kalpten gideyaza-cağım (vecd hâlinden vücûd hâline intikal edip ) vecd ile senin huzurunda bulunduğumu görünce seni her yerde (var olarak isim ve sıfatlarının tecellilerini) müşahede ettim. Vücûd mutlaka) konuşmadan (kalp dili ile )hitap ettim. (Âyet, hadis ve akıl ile varlığı) malum olanı mükâşefe ve mülâhaza ettim, fakat gözle değil (kalp gözü ile)».

Zikrin özelliklerinden biri belli bir vaktinin olmayışıdır. Bütün vakitlerde kul zikretmekle memurdur. Ya farz veya nafile olarak zikrin yapılmadığı bir zaman yoktur. Namaz bütün ibadetlerin en şereflisi iken bazı vakitlerde kılınması caiz değildir. Halbuki kalp ile zikre her halükârda devam edilir. Allah Taâlâ: «Onlar ki ayakta iken, otururken ve yatarken Allah´ı zikrederler». (Âlu İmran, 3/191) buyurmuştur.

İmam Ebu Bekir b. Furek (r.a.) in âyette geçen «kıyâmen» zikrin hakkını ifâ ederek «kuûden», zikir davasından ve iddiasından vazgeçerek demektir, dediğini duymuştum.

101. Tirmizî, Daavat, 82; ibn Hanbel, III, 150.
102. Aynı kaynaklar, aynı yerler.
103. Aclûnî, I, 211.

Hak Sübhanehu ve Taâlâ´nın vasfı olan bir şey insanlara mahsus olan bir şeyden daha mükemmeldir», demiş, üstad Ebu Ali (r.a.) bu sözü beğenmişti.

Kettânî diyor ki: «Allah kendisini zikretmemi üzerime farz kıl-masaydı ululuğuna hürmetimden onu zikretmezdim (kendimi buna ehil görmezdim). Benim gibisi mi onu zikredecek? (Lâyıkı ile) zikredemediği için kabul edilmiş yüz tevbe ile ağzını yıkamamış birisi onu nasıl zikreder?»

Üstad Ebu Ali (r.a.) nın sûfilerden birine ait şu şiiri okuduğunu işitmiştim: «Ne zaman Seni zikretmek istersem, kalbim, sırrım ve ruhum Seni zikretmekten´beni menetmek ister. Sanki Senin tarafından gönderilen bir rakip, bir muhafız bana şöyle sesleniyor: Sakın! Aman zikretmekten sakın, sonra kendine yazık edersin» (çünkü sen O´nun adını anmaya ve ağzına almaya lâyık değilsin!)

Zikrin özelliklerinden biri de zikre zikirle mukabele edilmiş olmasıdır. Allah Taâlâ: «Beni zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim» buyurmuştur» (Bakara, 2/152). Hadiste şöyle buyrulmuştur: Cebrail (a.s.) Resûlüllah (s.a.) e geldi ve şöyle dedi: «Allah Taâlâ buyuruyor ki: Hiç bir ümmete vermediğimi senin ümmetine ihsan eyledim». Resûlüllah: «Bu nedir, ya Cebrail?», diye sordu. Cebrail, «Allah Taâlâ´nın: ´Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim´ buyurmuş olmasıdır. Allah diğer ümmetlerden hiç birine bu şekilde hitap etmemiştir»´, diye cevap verdi.

Can alan melek (can vermek üzere olan) zikreden kula: Ne emredersiniz? (ruhunuzu alayım mı almayayım mı?) der denilmiştir.

Kitaplardan birisinde kaydedilmiştir ki: Musa (a.s.), «Ya Rab! Meskenin neresidir?», dedi. Allah Taâlâ Hz. Musa´ya, «Mümin kulumun kalbi», diye vahyetti. Bunun mânası Allah´ın zikrinin meskeni kalptir, demektir. Çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ her nevi sükûn ve hululden münezzehtir. Sükûnden maksat Allah´ın zikrinin kalpte sükûn ve husulünden ibarettir.

Nuri diyor ki: Zunnûn´a zikrin ne olduğunu sorduğumda: «Zâkirin zikirden kaybolmasıdır» (Zikreden zikir esnasında kendini o derece kaybedecek ki zikir yaptığını bilemiyecek) dedi ve şu şiiri okudu
sen benden gaflet ediyorsun, seni kendime davet ediyorum, sen başkasına gidiyorsun, sana gelen belâları başından savıyorum, sen ise hata ve günahta ısrar ediyorsun. Ey Âdemoğlu yarın huzuruma geldiğinde bana ne diyeceksin!?»

Ebu Süleyman Darânî, «Cennette bir ova var, kul Allah´ı zikre başladı mı melekler bu sahaya ağaç dikmeye başlarlar. Bazan meleklerden biri ağaç dikme işine ara verir. Neden duruyorsun? diye sorulunca, namına ağaç diktiğim şahıs zikre ara verdi, (fütur getirdi) de ondan, diye cevap verirler», demiştir.

Hasan Basrî şöyle der: «Halaveti (ve manevi zevki) üç şeyde arayınız: Namazda, zikirde, Kur´an okumada. Eğer buralarda halaveti bulursanız ne â´lâ, bulamazsanız biliniz ki (zevkle amel etme) kapısı (kalbin kasveti sebebi ile) kapalıdır».

Hâmid Esved diyor ki: «İbrahim Havvas ile bir seferde idim. Yılanı bol olan bir yere geldik. ibriğini koydu ve oturdu. Ben de yanına oturdum. Gece soğuk çıkıp hava soğuyunca yılanlar meydana çıktı. Ya şeyh, ya pir, diye bağırdım. Bana: Allah´ı zikret, dedi. Allah´ı zikrettim, yılanlar dönüp gitti. Sonra yine ortaya çıktılar. Ben yine: Ya pir, diye bağırdım. Havvas yine önce söylediği gibi söyledi. Bu hâl sabaha kadar bu şekilde devam etti. Sabah olunca Havvas kalktı, yürüdü, ben de peşinden yürüdüm. Büyük bir yılanın şeyhin yattığı yaygı üzerinde büklüm büklüm bir şekilde durduğunu gördüm. Şeyh´e: Bu yılan bu vaziyette senin yanında bulunurken ne hissettin? dedim. Hiç bir şey, çoktan beri bu gece gibi hoş bir gece geçirmedim, dedi». (Allah´a tevekkül eden zâkire hiç bir şey zarar vermez).

Ebu Osman, «Gafletin (ve zikirden uzak kalmanın) sıkıntısını çekmiyen, zikirdeki ünsün tadını bulamaz», demiştir.
Seriyyu´s-Sakatî diyor ki: «Allah Taâlâ tarafından indirilen kitaplardan birinde: Kulumun üzerinde galip olan hâl zikrim oldu mu, o Bana âşık olur, Ben de ona, diye yazılmıştır».

Allah Teâlâ Davud (a.s.) a şöyle vahyetti: «(Kullarım) benim (ihsan ve fazlım) ile ferahlansınlar, sevinsinler, zikrimi nimet bilsinler».

Sevrî der ki: «Her şeyin bir cezası vardır, Allah´ı tanıyan arifi billah olur.
İncil´de: «Gadaplandığm zaman beni zikret ki, gazablandığımda seni hatırlayayım, sana yaptığım yardıma razı ol, şüphe etme ki, sana yaptığım yardım senin kendine yaptığın yardımdan hayırlıdır»,
diye yazılmıştır.

Rahibin birine soruldu: Oruç musun? Şöyle dedi: Onun zikri ile orucum, ondan başkasını zikrettim mi iftar etmiş, orucumu bozmuş olurum (fikrî, teemmüli oruç).

Derler ki: Zikir kalbe iyice yerleşirse tıpkı şeytana yaklaşan insanın çarpılması gibi, o kalbe yaklaşan şeytan çarpılır, saraya yakalanır. Bunu gören öbür şeytanlar toplanırlar: Bu şeytana ne oldu? derler ve: Ona insan dokundu, cevabını alırlar.

Sehl Tusteri, «Rab Taâlâ´yı unutmaktan (ve O´nu zikretmemekten) daha büyük bir günah bilmiyorum», demiştir.

Denilmiştir ki: Gizli zikri (zikr-i hafi) melek alıp Allah´a götürmez. Çünkü o buna vâkıf olmaz. Bu kul ile Ulu ve Yüce Allah arasında bir sırdır.

Sûfîlerden biri anlatıyor: Sazlıkta tek başına Allah´ı zikreden bir zâkirden bahsedilmişti. Bu zatın ziyaretine gittim. Adamı oturur vaziyette buldum. Birden büyük bir yırtıcı (arslan) adama şiddetli bir darbe indirdi ve ondan bir parça et kopardı. Bu durum karşısında o da ben de bayılakalmıştık, kendimize gelince adama: Bu ne hâl böyle? diye sordum. Dedi ki: Allah şu vahşi hayvanı başıma muhafız olarak koymuştur. Zikrimde fütur, ibadetimde gevşeklik gördü mü, müşahede ettiğin gibi beni ısırır (ve ikaz eder).

Cerîri anlatıyor: «Arkadaşlarımız arasında çokça Allah, Allah... diyen bir şahıs vardı. Bir gün (zikrederken) başına bir odun düştü, kafası yarıldı, kan akmaya başladı. Akan kanların yer üzerinde Allah, Allah... kelimelerini yazdığı görüldü». (Daimi ve samimi zikir kişinin etine, kanına ve kemiğine nüfuz ve tesir eder).

Fütüvvet

Yüce Allah: «Şüphesiz ki onlar Rablarına iman eden yiğit kimselerdir (fitye, fetâ) biz de onların hidayetlerini artırmışızdır». (Kehf, 18/13) buyurmuştur (104).

104. Fetâ (Çokluk hali, fitye, fityân): Yiğit, mert, delikanlı, genç, babayiğit.

Bir kul din kardeşinin ihtiyaçlarını görmeye ve ona yardım etmeye devam ettikçe Allah Taâlâ o kuluna yardım eder de eder» buyurmuştur (105).

Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Bir kul din kardeşinin ihtiyaçlarını görmek için ona yardım ettiği müddetçe, Allah Taâlâ da daimi surette ona yardım eder» (106).

Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işitmiştim: «Bu ahlâkî vasıf (fütüvvet) kâmil mânasıyle Resûlüllah (s.a.) dan başkasında tecelli etmemiştir. Kıyamet günü bütün insanların nefsim, nefsim... Ben, ben... diyecekleri bir zamanda O (s.a.) ümmetim, ümmetim... diyecektir» (107).

Cüneyd diyor ki: «Fütüvvet Şam´dadır, lisan Irak´tadır. (Fütüvvet en güzel şekilde Irak´ta anlatılmıştır). Sıdk ve doğruluk Horasan´dadır» .

Fudayl b. İyaz «Fütüvvet dostların kusurlarını hoş görmektir»,
demiştir.

Ebu Bekir Verrak, «Fetâ, hasmı bulunmıyan kimsedir», der. (Yâni fütüvvet ehli o kadar kâmil bir ahlâka sahiptir ki, kimse ona hasım ve düşman olmaz).

Muhammed b. Ali Tirmizi, «Fütüvvet, Rabbın için (Onun rızâsını kazanmak gayesi ile) nefsine hasım ve düşman olmandır» diyor.

Derler ki: Fetâ hiç bir kimseye hasım ve düşman olmayan kimsedir.
bahâdır, dilâver, babacan, kahraman, cesur, yürekli, cömert mânalarına gelir. Bu tarz harekete fütüvvet, bu harekete mensup olanlara ehl-i fütüvvet denir.

Fütüvvet tasavvufi muhit içinde 3/IX. asırda doğmuş olan bir cereyandır. Bu cereyana bir İslâm şövalyeliği nazarıyla bakanlar olmuştur. Gerçekten de fütüvvetin seyfî ve askerî kolu yiğitliği ve cesareti esas aldığından bir nevi şövalyeliktir denilebilir, fakat fütüvvet cesaret, yiğitlik ve mertlikten ibaret değildir. Diğergamhk, cömertlik ve şefkat de fütüvvetin esasını teşkil eder. Bu bakımdan fütüvvete bir İslâm hümanizmi nazarı ile bakılabilir.
Fütüvvet: Başkasını nefsine tercih etmek (Altürizm), kâmil mânada mürüvvet sahibi olmak, demektir. Fütüvvet sofranda yemek yiyen velî ile kâfir arasında fark görmemektir. Yani din, ırk, dil ve inanç farkı gözetmemektir.

105. Buharî, Rikâk, 7; Müslim, Birr, 15.
106. Müslim, îman, 82.
107. Buharî, Tevhid, 63; Müslim, İman, 82.
yiğitlik gösterdikleri için Ashab-ı kehfe fitye adını almışlardır, denilmiştir) .

Şöyle de denilmiştir: Fetâ, putu kıran kimsedir. Allah Taâlâ: «Adı İbrahim olan bir fetânm onlara nasihat ettiğini işittik», «O putları paramparça etmişti». (Enbiya, 58/60) buyurmuştur.

Bir kimsenin nefsi onun putudur. Hakiki fetâ (yiğit ve kahraman) nefsinin hevâ ve hevesine muhalefet eden kimsedir.

Haris Muhasibi, «Fütüvvet, insaf etmek, fakat insaf beklememektir», demiştir. (Vazifeyi yapman, fakat hakkını istememendir). Amr b. Osman Mekkî, «Fütüvvet güzel ahlâktır», der. Cüneyd´e fütüvvetin ne olduğu sorulmuş, o da, «Fütüvvet fakirden nefret etmemek, zengine yaranmaya çalışmamaktır», diye cevap vermiştir. (Fakir ile zengini bir tutmak fütüvvettir).

Nasrabâzî der ki: «Mürüvvet fütüvvetin bir şubesidir. Fütüvvet ise dünya ve âhiretten yüz çevirmektir ve bunlara karşı ilgisiz (ve çekingen) davranmaktır». (Ameli sırf Allah için işlemek müessir ve sânî´de fâni olunduğu için eseri görmemektir).

Muhammed b. Ali Tirmizi, «Fütüvvet, evinde devamlı ikâmet eden biri ile iğreti oturan birini müsavi görmektir», der. (Yani evinde kısa süre misafir olan biri ile uzun müddet misafir olan diğer biri arasında fark görmemen; aylarca, hatta yıllarca evinde misafir olan birine evine yeni gelen bir misafir gibi davranmandır).
Ahmed b. Hanbel´in oğlu Abdullah, «Babam, fütüvvet nedir? sorusuna: Korktuğun şey (Cehennem) için arzu ettiğin şeyi (hevâ ve hevesi) terketmektir, diye cevap verdi», diyor.

Sûfîlerden birine fütüvvet nedir? diye soruldu. O da:´ Kulun, sofrasında yemek yiyen velî ile kâfir arasında fark görmemesidir, diye cevap verdi. (İhsan Rabbının rızâsında öyle fâni olmalıdır ki, sofrasında bulunan »sadık ile zındık arasında mevcut olan farkı görmemelidir) .

Ulemâdan birinin şunu anlattığını işitmiştim:Mecusinin biri İbrahim Halil (a.s.) e misafir olmak istediğini bildirdi. İbrahim (a.s.), «Müslüman olman şartı ile kabul», dedi. Bunun üzerine Mecusî oradan ayrıldı ve yoluna devam etti. Bu hadise üzerine İbrahim (a.s.) e şöyle bir vahiy geldi: «Ey İbrahim! Kâfir olmasına rağmen biz bu zındıka elli sene var ki rızık veriyoruz, dinini değiştirmesini talep etmiyoruz. sen ona bir yemek yedirmeyi çok mu gördün? Bunun üzerine Hz. İbrahim arkasından koşup o mecusiye yetişti ve Allahtan gelen vahyi bildirerek misafiri olmasını rica etti. Bunun üzerine geri dönen Mecusî müslüman oldu (ve ne hoş bir Rab, düşmanı için dostunu azarlıyor, dedi).

Cüneyd, «Fütüvvet, halka eziyet etmekten sakınmak ve elde olanı onlar için harcamaktır», (el-Cûd bi´l-mevcûd) der.

Sehl b. Abdullah, «Fütüvvet sünnete tâbi olmaktır», diyor.
Fütüvvet, icra ettiğin, fakat nefsine bir pay çıkarmadığın bir fazilettir, denilmiştir. (Fütüvvet, ortaya koyduğun bir fazilettir, fakat bu fazilet benden değildir, Rabbımın tevfiki ve ihsanı iledir, diye inanmak şarttır).

Fütüvvet, dilenci sana doğru yöneldiği zaman kaçmamandır, denilmiştir. Fütüvvet, ihtiyaçlarını arz için sana gelenlerden saklanmamandır, denilmiştir.

Fütüvvet, biriktirmemek ve özür dilememektir, denilmiştir. (Biriktirilene güvenmemek, elde mevcut olduğu halde istek sahiplerine mazeret beyan etmemektir).
Fütüvvet, nimeti açıklamak, fakat mihneti gizli tutmaktır, denilmiştir (Nimeti izhar şükür, mihneti gizli tutmak sabır ve tahammül sayılır).

Fütüvvet, sofrana on kişi davet ettiğin zaman, dokuz veya on bir kişinin gelmesi halinde bozulmamandır, denilmiştir.

Fütüvvet, fark görmemek, (terk-i temyiz) tir, denilmiştir. (İyilik ederken dost-düşman, ehil-ehil olmayan arasında fark gözetmemektir).

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin şunu anlattığını duymuştum: «Bir gün Ahmed b. Hadraveyh karısı Ümmü Ali´ye dedi ki: Bir ziyafet vermek istiyorum. Bu ziyafete Ayyâr ve Şâtır´ı davet edeceğim. Ayyâr ve Şatır o beldede bulunan fütüvvet ehlinin reisi idi. Karısı: Sen doğru dürüst fütüvvet ehline ziyafet verecek durumda değilsin, (reislerine nasıl vereceksin?) dedi. Ahmed: Bu işi behemehal yapmalıyun, dedi. Karısı: Eğer mutlaka bu işi yapman icabediyorsa koyunlarını, sığırlarını ve eşeklerini boğazla, o kadar çok et yığ ki, komşu, evlere gönderdiğin etler (ihtiyaçları kalmadığı için) evine geri gelsin, (yiyen olur mu olmaz mı demeden çok sayıda hayvan kes) dedi. Ahmed: Koyun ve sığır kesmenin mânasını anlıyorum, fakat eşek kesmekten maksadın nedir? Bunu anlayamadım, dedi.

Karısı etin çok olması için dedi. Ahmet ziyafetteki yiyeceklerin helal olması için araştırma yapmıştı ancak bilemiyorum, yeneceklerin helal olması için elimden geldiği Kadar çalıştım, ancak patlıcan hakkında araştırma yapamadım, dedi. Sabah olunca patlıcan satan adama gidildi: Patlıcanı nasıl aldın? diye soruldu. Adam: Param yoktu, gittim falan yerden patlıcan çaldım ve sattım, dedi. Yenen patlıcanı helal kılsın diye satıcı, tarla sahibinin yanına götürüldü, durum anlatıldı. Tarla sahibi: Tarlamdan alınan bin adet patlıcanı helal kılmamı mı istiyorsunuz? Bırakın onu, ben patlıcanın bittiği tarlayı da, tarlayı sürdüğüm bir çift öküzü de, sabanı ve eşeği de bu zata bağışladım, ümit ederim ki bu sayede bu nevi hareketlerden vazgeçer, dedi. (Fütüvvette kemâl budur).
Naklederler ki: Adamın biri bir kadınla evlenmişti. Cinsi temastan önce kadının rahminde cedrâ (ur, kabarcık) denilen bir hastalık zuhur etti. Adam önce gözüm ağrıyor, dedi. Sonra gözlerim âmâ oldu, dedi. Gelin geldi, adam gerdeğe girdi, yirmi sene süren bu evlilikten sonra kadın vefat etti. O zaman erkek gözlerini açtı. Adama bu durumun sebebi sorulunca-, âmâ olmuş değildim, fakat kadın mahzun olmasın diye âmâ göründüm, diye cevap verdi. Bunun üzerine adama: Fetâları geçtin, baş fetâ oldun, denildi. (Adamlık, insanlık, mürüvvet, mahlukâta şefkat bu ölçüde olmalıdır).

Zunnûn Mısri diyor ki: «Zerafet ve fütüvvetin ne olduğunu öğrenmek isteyenler Bağdat´ta su satan sakilere baksınlar, demiş. Bunun ne demek olduğunu soranlara meseleyi şöyle izah etmişti: Zındık olmakla itham edilerek Bağdat´a Halifenin yanına gönderildiğim zaman başında ince ve zarif su testileri bulunan bir sâkî görmüştüm. Bu Sultanın sakisi midir? diye sordum. Hayır! Bu halk sâkîsidir, dediler. Bunun üzerine testiyi aldım, suyunu içtim, yanımda bulunan adama: Buna bir dinar ver, dedim. Fakat sâkî parayı almadı ve: Sen esir, (tutuklu) sin senden ücret almak fütüvvete sığmaz, dedi».

Dosttan kâr etmek fütüvvete sığmaz, denilmiştir. Bu sözü dostlarımızdan biri (r.a.) söylemiştir.
Ahmed b. Sehl adında tüccar bir fetâ vardı, kendisinden beyaz bir kumaş satın almıştım. Fakat benden sadece sermaye olan ücreti almıştı. Kâr almayacak mısın? dedim. Bana şu cevabı verdi: Kumaşın maliyeti olan parayı senden aldım, böylece seni mihnet altında bırakmadım.

Bir mecliste fütüvvet ehli zatlar vardı, yenilip içildikten sonra sıra el yıKamaya gelince, elinde birr idrik bulunan genç bir kız içeri girdi. Nişaburlu, elini yıkamaktan kaçındı ve: Erkeklerin ellerine kadınların su dökmeleri fütüvvete sığmaz, dedi. Orada bulunan fetâlardan biri dedi ki: Ben senelerden beri bu eve gelir giderim de, elimize su döken kadın mıdır, erkek midir bilmem. (Kadına su döktürmemek fütüvvettir, fakat ele su dökenin kim olduğunu bilemiyecek derecede fuzuli bakışlardan sakınmak daha mükemmel bir fütüvvettir).

Mansur Mağribî´nin şöyle dediğini işitmiştim: «Birisi Nişaburlu Ayyâr Nuh´u imtihan etmeye teşebbüs etti. Oğlan kıyafetine soktuğu bir cariyeyi erkek diye, Nuh´a sattı. Pazarlıkta satılanın gulam (erkek köle) olduğu da şart koşuldu. Cariyenin yüzü parlaktı. Nuh gulâmdır, diye bunu satın aldı, köle aylarca yanında kaldı. Cariyeye Nuh senin kadın olduğunu bilebildi mi? diye sorulunca: Hayır! O bana el bile sürmedi, benim oğlan olduğumu zan etmekte idi, diye cevap verdi». (Fetâ, nefsini şehvete ve dünyevi arzulara meyletmekten menedebilen kişidir).
Naklederler ki: Şuttar (şatır, ayyâr, fetâ) dan birine kendisine hizmet eden bir gulâmı (köle) sultana teslim etmesi teklif edildi. Fetâ (çok güzel hizmet eden gulâmı vermekten imtina etti ve) teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine kendisine bin kırbaç vuruldu, fakat o kölesini yine de vermedi. O gece tesadüfen fetâ ihtilâm oldu. Hava çok soğuktu, sabah olunca gitti, soğuk su ile gusletti, kendisine, canını tehlikeye attın, denilince şöyle dedi: Bir mahluk için bin kırbaç yeme hususunda sabrederken, Hakk rızâsı için soğuk havada soğuk su ile guslün sıkıntısına sabretmemek hususunda Allah Ta-âlâ´dan haya ettim. (Bu fetânın önce kölesi için dayak yemesi, sonra soğuk havada soğuk su ile Hakk rızâsı için gusletmesi ve kendini tehlikeye atması fütüvvettir).
Hikâye ederler ki; Fütüvvet ehlinden bir cemaat, fütüvvet ehlinden olduğunu iddia eden birini ziyaret etmişti. Adam kölesine: Sofrayı hazırla, diye emir verdi, fakat sofra hazırlanmadı. Adam ikinci ve üçüncü kere aynı emri tekrarladı. Misafirler birbirine bakıştı.

Sonra hizmetçi gulam sofrayı geciktirmesini anlatmak için dedi ki: Sofranın üzerinde bir karınca vardı. Üzerinde karınca bulunan bir sofrayı fütüvvet ehline takdim edebe yakışmaz. Karıncayı sofradan atmak ise fütüvvete sığmaz. Onun için karınca kendiliğinden sofradan ininceye kadar bekledim. Fütüvvet ehli olan misafirler dediler ki: Ey gulâm, edep ve fütüvvet konusunda çok ince düşünüyorsun, fütüvvet ehline senin gibi kimseler hizmet edebilir! (Hizmet edenle hizmet edilen arasındaki münasebet, sevenle sevilen arasındaki münasebet gibi idi. Hizmet edenler, hizmet ettikleri şahısların ahlâkını aynen iktibas ederlerdi).

Derler ki: Hacılardan birisi, Medine´de uyumuş, uyanınca para kesesinin çalındığını vehmetmişti. Keseyi aramaya başlayan adam bu esnada Cafer Sâdık´a rastlamış, yakasına yapışarak: Kesemi sen çaldın, demişti. Cafer Sâdık: «Kesede ne vardı?» diye sormuş. Bin dinar vardı, cevabını alınca adamı almış evine götürmüş, eline bin dinar saymıştı. Parayı alan adam evine dönmüş, içeri girmiş, çaldırdığını sandığı para kesesinin evinde olduğunu görünce doğru Cafer Sâdık´a gitmiş, özür dilemiş, paraları iade etmek istemiş, fakat Cafer paraları kabul etmekten kaçınmış ve: «Elimden çıkan bir şeyi bir daha geri almam», demişti. (Fütüvvet ve mürüvvet, insanlık ve adamlık budur). Bu durum karşısında adam: Bu zat kimdir? diye sormuş, kendisine: Bu zat Cafer Sâdık´tır, denilmişti.

Hikâye ederler ki: Şakik Belhi, Cafer b. Muhammed (Sâdık) e fütüvvetin ne olduğunu sormuş, o da: «Bu konuda senin fikrin nedir?» demiş. Şakîk de ona şu cevabı vermişti: «Verilirse şükrederiz, verilmezse sabrederiz, bize göre fütüvvet budur». Bunun üzerine Cafer, Medine´deki köpeklerimiz de böyle yapıyorlar, demişti. Şakik sormuş: «Peki ey Peygamberin kızının torunu, size göre fütüvvet nedir?» Cafer şöyle demiş: «Verilirse başkasını kendimize tercih ederiz (isâr, Allah bize verirse, biz de başkasına veririz); verilmezse şükrederiz». (Bunun üzerine Şakîk, «Allah peygamber göndereceği kabileyi gayet iyi biliyor», demişti).

Cerîri anlatıyor: «Bir gece bizi Şeyh Ebu´l-Abbas b. Mesrûk evine davet etmişti. Yolda bir dostumuza rastladık, Şeyhin ziyafetine gidiyoruz, sen de bizimle gel, dedik. Davet edilmedim ki... dedi. Resû-lüllah (s.a.) Hz. Aişe için izin aldığı gibi, biz de senin için izin alırız, dedik. Arkadaşımızı aldık. Şeyhin kapısına varınca arkadaşımızdan bahsettik Ev sahibi çok sevindi. Ellerini yer üzerine (yer üzerinde serili olan hasıra) koydu. Adam alındı ve ayağı şeyhin yanağı üzerine bastırıldı. Yüzü tahriş edilmeyecek bir şekilde şeyh yanağını yeryüzünde sürüye sürüye adamı oturacağı yere kadar götürdü». (Davetsiz gelen bir misafire bu kadar çok sevinmek ve ona bu ölçüde ilgi göstermek fütüvvetin icabıdır. Bir cemaat dostluktan bahsediyormuş. Orada bulunan bir zat: içinizde izin almadan gönül hoşluğu ile dostunun cebine elini sokarak oradan dilediği kadar para alabilecek biri var mıdır? diye sordu. Cemaat, hayır, diye cevap verdi. Adam: öyleyse uhuvvetiniz ve fütüvvetiniz kemâle ulaşmamıştır, dedi).
Dostların ayıplarını, bilhassa düşmanın şamata yapmasına vesile olacak kusurlarını gizli tutmanın fütüvvetin gereği olduğunu bilmek icabeder.

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Nasrabâzî´ye: Ali Kavvâl (ilâhici) gece içiyor, gündüz senin meclisine geliyor, diye sık sık şikâyette bulunulurdu. Nasrabâzî ise bu zat hakkında söylenen şeyleri dinlemezdi. Bir gün Ali´nin kötü hallerini anlatanlardan bir kişi ile yolda giderken tesadüfen Ali´yi bir kenara atılmış, üzerinde sarhoşluk alâmetleri zuhur etmiş, ağzı yıkanılacak bir vaziyette buldu, Nasrabâzî´nin yanında bulunan kişi içinden: Bu adamı şeyhe ne kadar anlattık, fakat dinlemedi, işte Ali şu anda tam bizim kendisine tasvir ettiğimiz vaziyette karşımızda durmaktadır, dedi. Nasrabâzî, Ali´ye baktı (ve keşke bu haline vâkıf olmasaydım, bu vaziyet gizli kalsaydı, diye düşündü, hoşnutsuz oldu. Sonra Ali´yi kınayan kişiye: Bunu sırtına al ve evine kadar götür, dedi. Adam şeyhin kendisine verdiği emre itaat etmekten başka çıkar yol bulamadı. (Bu hareketiyle şeyh müridine şunu anlatmak istemişti: Ali´nin kötü halini benden gizlemen, bu hali bana açmandan daha iyi olurdu. Halini bana açtın, bari Ali´yi evine götür de başkaları bu hale muttali olmasın. Böylece sen de cezanı çekmiş ol. Bir daha başkasını çekiştirme. Başkasının kötü haline vâkıf olmaktan kaçınmak, vâkıf olunca üzülmek fütüvvettir).

Murtaiş diyor ki: «Bir cemaat içinde Ebu Hafs ile bir hasta ziyaretine gitmiştik, Ebu Hafs hastaya: Sıhhata kavuşmak ister misin? diye sordu. Hasta: Evet! diye cevap verdi. Ebu Hafs yanındaki cemaata bu adam için dua etmelerini söylei ve duaları makbul oldu.

İmam Kuşeyri bu eserinde bağımsız olarak melameti likten bahsetmemiştir Fakat Risâle´de Melâmetîliğin esasları geniş şekilde diğer konuların içinde anlatılmıştır, özellikle «Mücâhede, Nefse muhalefet ve Tevazu» bahislerinde bu husus açıkça kendini gösterir. Melâmetle fütüvvet arasında çok sıkı bir münasebet olduğu için, Hucvirî´nin Keşfu´l-mahcûb´-unda yer alan «Melâmet» bölümünü aynen buraya almayı uygun bulduk.

Melâmet

Tasavvuf yolunun önde gelenlerinden bir kısmı melâmet yolunu tutmuşlardır. Mahabbetin hâlis olmasında melâmetin büyük bir tesiri ve tam bir meşrebi mevcuttur (108). Hak ehli olan bir zümre, bilhassa bu ümmetin uluları —Allah sayılarını daha da çoğaltsın — özellikle halkın levmine (melâmetine ve kınamasına- maruz kalmış-
108. Melâmet ve levm, kınamak, kötülemek, yermek ve zemmetmek mânasına gelir. Melâmet yolunu tutana; melâmet ehli, melâmi veya melâmetî denilir. Daima nefislerini kınadıkları için ve her zaman halk tarafından yerildiklerinden dolayı bu yolu tutanlara melâmet ehli adı verilmiştir. III/IX. asırda Irak mistiklerine sûfî, Nişabur ve Horasan mistiklerine ise melâmetî deniliyordu. Sûfüerle melâmetîler arasında bazı görüş ve davranış farkları vardı. Melâmetîler daha ziyade zühd, amel ve tatbikat üzerinde dururlardı. Sûfîler ayrıca nazarî konulara da önem verirlerdi. Sûfîler fena, sekr ve vecd gibi şeylerden bahseder, bir dava ve iddianın ifadesi olan Ene´l-Hakk gibi sözler söylerlerdi. Melâmetîler, dava ve iddiacılıktan şiddetle sakınırlar. Onların hiç bir iddiaları yoktur. Zaten nefislerinin iyi ve güzel bir tarafı bulunabileceği inancında da değillerdi. Onlar, iyi ve güzel olan her şeyin Allah´tan kötü ve çirkin olan her şeyin nefisten geldiğine (Bk. Nisa, 4/79) inandıklarından, Hakk´a ait olan şeyin kendilerine aidiyetini iddia etmekten uzak kalırlar. Sûfîler, tarikat âdâb ve erkânına fazlaca riayet ettikleri halde melâmetîler bu gibi şeylere önem vermezler. Sûfîler semâ ederler, melâmetîler etmezler. Sûfîler hırka giydikleri halde melâmetîlerin özel bir kıyafetleri yoktur. Aslında melâmet tenkide açık olmak, yapılan tenkitleri, müsamaha ve hatta memnuniyetle karşılamak, tenkitlere değer ve önem vererek ortaya çıkan gerçeklere göre kendine çeki düzen vermektir.

Ulu ve Yüce Allah, müminlerin sıfatından bahsederken, «Onlar, kınayanların kınamalarından korkmazlar. Bu, Allah´ın bir lutfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, her şeyi kuşatandır, bilicidir» (Maide, 5/54), buyurmuştur.
Şanı yüce olan âlemin ilahının sünneti ve âdeti şu esas üzerinde cereyan, etmektedir: Kendisinden bahseden ve kendisi ile bir alâka kuran herkesi, bütün dünya halkına levmettirir. Fakat kınanan kimselerin kalbini bu gibi levmlerle meşgul olmaktan muhafaza eder. Bu Hakk´ın bir gayreti ve kıskanmasıdır. O bu gayretle dostlarını başkalarını mülahaza etmekten korur. Ta ki, güzellikleri herhangi bir göz tarafından farkedilmesin, diye. Allah, onları, kendi kendilerini görmekten himaye eder, ta ki kendi güzelliklerini görüp kendilerini beğenmesinler, netice itibariyle kibirlenme ve kendini beğenme (ucb) âfetine düşmesinler, diye.

İşte onun için Hakk, haklarında ileri geri laf etsinler ve kınasınlar, diye halkı onlara musallat kıldı. Allah, halka nefs-i levvâme (kınayan nefs) verdi. Ta ki (iyi-kötü) onlar ne yaparsa yapsınlar halk kendilerini kınasın. Eğer kötülük yaparlarsa, kötülük yaptılar, diye, eğer iyilik yaparlarsa eksik ve kusurlu yaptılar diye (levm eden nefs) onları yani melâmetîleri kınar. Aziz ve Celil olan Allah´a giden yolda bu husus çok kuvvetli bir esastır. Zira bu yolda, insanın kendini beğenmişlik haline düşmesinden daha çetin bir perde, bir engel ve bir âfet yoktur (109).
Ucb denilen kendini beğenme hâlinin aslı ve menşei iki şeydir: Biri halk nezdinde itibar ve makam sahibi olmak, onlar tarafından methedilmeyi arzulamaktır. Şöyle ki, bir kimsenin hal ve hareketleri halkın hoşuna gider. O kimse, halkın hoşuna giden tavırlara sahibim diye kendi kendini metheder, kendini buna layık ve ehil görür.

109. Sa´dî der ki:

Günahkâr-i endişe-nâk ez Huda Besi bihter ez âbid-i hod-numâ
(Allah´tan korkan günahkâr, kendini gösteren ve beğenen âbidden çok daha iyidir).
— hoş bile olsa— halk ondan razı olmaz. Zira halk, Hakk dostlarının hal ve hareketlerini hakikat gözüyle göremezler. Melâmet ehli, mücâhedeleri ne kadar çok olursa olsun, bunu kendi kuvvet ve kudretlerinin neticesi olarak görmezler. (Hakk´a ait olarak görürler). Onun için de kendilerini beğenme hâline düşmez, böylece de ucb hâlinden korunmuş olurlar. Şu halde Hakk´ın kendisinden razı olduğu kimseden halk razı olmaz, Allah´ın beğendiğini insanlar beğenmezler. Kendini beğenen ve nefsine değer veren bir şahsı Allah beğenmez, ona değer de vermez. İşte Şeytanın misâli: İblis´i halk beğenmişti, fakat melekler onun tavrından hoşlanmamışlardı. Bizzat İblis de kendini beğenmişti. Ama Hakk tarafından beğenilmeyince, halkın onu beğenmesi başına lanet yağdırmıştı.
Melekler Âdem (a.s.)i de beğenmemişler ve: «Ya Rab, yer yüzünde fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?» (Bakara, 2/30), demişlerdi. Bizzat Hz. Âdem de kendini beğenmemiş ve: «Rab-bım, kendime zulmettim» (A´raf, 7/23), demişti. Lâkin Hz. Âdem Allah´ın takdirini ve rızâsını kazandığı için hakkında, «Unuttu ve biz onu azimli bulmadık» (Taha, 20/115), Yani Âdem, unuttuğu için günah işledi, yoksa onun bu işte kasdı yoktu, buyrulmuştu. Görülüyor ki, halkın (yani meleklerin ve İblis´in) Âdem´i beğenmemeleri, bizzat Hz. Âdem´in kendini beğenmemiş olması, hakkında rahmet vesilesi oldu. Bu hadise vesilesiyle Allah bütün mahlûkâtına şunu öğretmiş ve anlatmıştır: Bizim nezdimizde makbul olan, halk nezdinde (merdûd ve) metruktür, halkın makbulü olan da bizim nezdimizde mehcûr ve metruktür. (Halk nezdinde zındık olan Hakk nezdinde sıddik olabilir. Halkın menfuru ve merdûdu olan, Hakk´ın makbulü ve mahbubu olabilir). Bu durumun kaçınılmaz bir neticesi şudur: Halkın kınaması, Hakk dostlarının gıdası olmuştur. Zira melâmet Hakk dostlarının meşrebidir. Melâmette kabul (ve makbul olma) alâmetleri mevcuttur. Çünkü melâmette kurb. yani Allah´a yakınlık alâmeti vardır. Başkaları halk nezdinde makbul olmaktan ne kadar hoşlanırlarsa, melâmetiler de bilakis halkın merdudu olmaktan o kadar sevinirler.

Melamet üç şekilde gerçekleştirilebilir: istikamet, kast, terk.
İstikâmet üzre olma mânasındaki melâmet şöyle olur: Bir kimse ameli iyi bir şekilde ifa eder, dini hükümlere riayetkar olur, muamelelerinde dürüstlükten ayrılmaz. Fakat böyle olduğu için halk onu kınar, Halkın onun hakkındaki tutumu budur ama, o bunlardan hiçbirine aldırmaz, yoluna devam eder.

Kasd şeklindeki melâmet şöyle olur: Bir kimse halk arasında büyük bir makam ve itibar kazanmış olur. Halk arasında parmakla gösterilen bir şahsiyet haline gelir. Bu durumda kalbi makama ve itibara meyleder, tabiatı halk ile alâka kurmaya heves eder. Fakat o kalbini halkın itibar etmesi arzusundan tahliye ederek Hakk ile meşgul olur. Bunun için melâmet yoluna girmeye kendini zorlar, şeriatce zararlı ve sakıncalı bulunmayan bazı davranışlara teşebbüs etmek suretiyle halkın kendisinden nefret etmelerine sebep olan işleri yapacak kadar işleri ileri götürür. Halka karşı takındığı tavır bu olur. Bu suretle artık halk onunla ilgilenmez hale gelir.

Terk suretiyle melâmet şöyle olur: Küfür ve dalâlet, şeriatı terk etmeyi ve ona uymayı söyleyecek kadar tabii bir şekilde bir şahsı hakimiyeti altına alır. Ve bu şahıs yaptığı şeyin melâmet olduğunu söyler. Melâmette onun tuttuğu yol bu olur (Yani şer´i hükümleri terk eder ama bunun melâmet olduğunu söyler, dinî hükümlere uymamak için melâmeti yol ve vasıta olarak kullanır).

İstikâmet üzere olmak için melâmet yolunu tutan, münafıklığı (ve iki yüzlülüğü) kendinden uzaklaştıran ve riyadan sakınan şahıslar, halkın kınamalarından korkmazlar, her hal ve şart içinde hak bildirdikleri yolda yürürler, halkın kendilerine vereceği isim (sıfat, unvan ve lakab) ne olursa olsun onlar için müsavidir.

Şöyle bir menkıbeye rastlamıştım: Şeyh Ebu Tâhir Haremi, bir gün eşeğe binmişti. Merkebin yuları müritlerinden birinin elinde idi. Böylece pazarda yürürken adamın biri: «Bu şeyh zındıktır», diye bağırdı. Bu sözü işiten mürit, şeyhin dervişi olmanın gayreti ve şevki ile «şeyh zındıktır» diye bağıran adamı taşlamaya teşebbüs etti. Derken bütün pazar halkı, ne oluyor, diye paniğe kapıldı. Bunu gören şeyh müridinin kulağına eğilerek dedi ki: Eğer sesini keser ve sual edersen sana açıklayayım bak şu mektuplara der ve mektupların hepsini müridinin önüne serer. Görülür ki her şahıs bana bir mektup gönderir ve bunlardan her biri bana bir unvan ve lakabla hitap eder. Mektup yazanlardan biri bana şeyh ve imam lakabını, diğer dâhi şeyh unvanını, öbürü zâhid şeyh payesini, başka biri Haremeynin şeyhi ismini ve buna benzer unvanlar vermiştir. Dikkat et, bütün bunlar unvanlardır, isimler değildir. Ben, bütün bunlardan hiç biri değilim. Mektup yazanlardan her biri kendi inancına göre bir söz söylemiş bana bir lakab vermiştir. Eğer o biçare de kendi inancına göre_ konuşmuş ve bana bir lakab takmışsa, bunda kavga çıkarmayı gerektirecek ne var?

Melâmette kasd yolunu tutan, makam ve mevkii terk esasına riayet eden, halkla meşgul olmaktan kendisini uzak bulunduran ve böyle bir melâmet anlayışına sahip olan, Emiru´l-müminin Halife Hz. Osman (r.a.) gibi olur. Rivayet ederler ki, Hz. Osman halife bulunduğu sıralarda bir gün hurma bahçesinden dönerken sırtına odun yüklenmişti. Halbuki o zaman dörtyüz köleye sahip bulunuyordu. Ey müminlerin Emiri bu ne hal böyle?, denilince, dedi ki: «Kendimi denemek istiyorum! Gerçi benim bu işi görecek hizmetçilerim vardır. Ama istiyorum ki nefsimi tecrübe edeyim, böylece halk nezdindeki itibarım ve mevkiim, nefsimin herhangi (iyi) bir işi yapmasına engel olmasın».

Bu menkıbe Melâmetîliğin (eskiden beri) mevcut olduğunu açıkça gösterir. Bu mânaya gelmek üzere Ebu Hanife (r.a.) ye ait bir menkıbe de mevcuttur. O menkıbe bu kitapta ilerde yeri gelince görülecektir (110).
110. Hucvirî, îmam-ı Azam´dan bahsederken onun melâmetî-meşreb olduğunu şöyle anlatır: Devrin halifesi Cafer Mansur, Kadulkudat olmasını teklif ettiği zaman, Ebu Hanife gösterilen itibarı ve teveccühü kendisinden şöyle uzaklaştırmıştı:

«Ya emîre´l-müminîn, ben Arap olmayan bir kişiyim, Arapların mevâlisindenim, Arapların ileri gelenleri benim vereceğim hükme razı olmazlar. Halife: Bu işin neseple alâkası yoktur. Bu vazife için ilim gerekir, zamanımızdaki ulemanın önde geleni sensin, demişti.

İmam-ı Azam: Ben bu işe lâyık değilim demiş ve meseleyi şöyle izah etmişti: «Ben bu işe lâyık değilim» demem şu iki ihtimalin dışına çıkmaz: Eğer bu sözü doğru ve samimi olarak söylüyorsam, bu işe lâyık olmadığımı bizzat kendim ifade etmiş oluyorum. Yok eğer bu sözümde yalancı isem yalancı birinin böyle bir göreve atanması doğru olmaz.

Bir gün Bayezidi Bestami çarşıya gelince heybesinden ekmek çıkardı ve yemeye başladı, O gün Ramazan idi. Bunu gören halk onu yalnız başına terkederek derhal kendisinden uzaklaştılar, dönüp işlerine gittiler. Bunu gören Bayezid, sohbetinde bulunan müridine dedi ki: «Görüyor musunuz, şer´î bir meseleyi terkedince, halk beni nasıl tamamen reddetti ve terk edip gitti» (Seferde orucun tutulmaması bile melâmete ve halkın gözünden düşmeye kâfi gelmektedir).

Ben ki, Ali b. Osman Cüllabi´yün, —Allah beni başarılı kılsın — derim ki: Zamanımızda melâmet ve kınanmak için, yadırganan bir işi yapmak ve âdete muhalif olan bir şeyle ortaya çıkmak lazım gelmektedir. Şimdilerde, levm edilmek ve kınanmak isteyen bir kişiye «iki rekât namazı uzun olarak kıl veya dinî vazifelerini kâmil ve tam olarak yerine getir» de, göreceksin, hemen herkes ona müraî ve yalancı ismini verecektir.
Melâmette terk yolunu tutan, bunun için şeriata muhalefet ediyor gibi görünür.

İsem, o zaman da yalan söyleyen birinin müslümanların kadısı ve hakimi olması uygun değildir. Zaten siz de size başvuran bir yalancıyı fetva konusunda nâib tayin etmeyi, müslümanların mal ve namusları ile ilgili davaları ona havale etmeyi caiz görmezsiniz. Allah´ın halifesi olarafc bunu caiz görmen nasıl mümkün olur? Ebu Hanife böyle dedi ve yakasını kurtardı.

Ebu Hanife, Kadılkudat olan Şüreyk ile olan münasebetlerini de kesmiş, bir daha onunla konuşmamıştı. Bu menkıbe, iki bakımdan İmam-ı Azam´ın kâmil bir hâle sahip olduğunun işaretidir: Birincisi îmam-ı Azam firâset sahibi idi, İkincisi Ebu Hanife selâmet, sıhhatli bir melâmet, halkı kendinden uzaklaştırmak ve halk nazarında itibar sahibi olmaya aldanmamak yolunu tutmuştu.

Bu hikâye melâmetin sıhhati için kuvvetli bir delildir. Zira îmam-ı Azam ve onun benzeri büyük âlimler birer çaresini bularak kendilerini halktan uzaklaştırmışlardı. Halbuki bugünün âlimlerinden hiçbiri böyle hareket etmesini bilmiyorlar, bu nevi davranışları inkâr ediyorlar. Sebep de, hevâ ve heveslerine iyice meyletmiş olmaları, hak yoldan kaçmaları devlet adamlarının ikamet ettikleri yerleri kendileri için kıble haline getirmiş olmaları, zâlimlerin saray ve köşklerini kendi mamur evleri vaziyetine sokmuş olmaları, zâlim ve cebbar devlet adamlarının onların altına serdikleri minderleri «Kabı kavseynna (Allah´a çok yakın olma) makamına denk tutmalarıdır. Onlar, bu nevi davranışlara uymayan herşeyi1 red ve inkar ediyorlar.

Halbuki bu davranış sultanın ve halkın kulu olmaktır. Çünkü bir kimse önce halkın makbul ve muteber saydığı bir zat olacak ki, ondan sonra halkın kendisini reddetmesinin bir mânası olsun, ortaya koyacağı bir davranış şekli sebebiyle halkın onu red ve levm etmeleri bahiskonusu edilsin. Halkın kabulüne maz-har olmamış birinin, reddedilmiş duruma düşmek için kendini zorlaması bir bahaneden başka bir şey değildir.

Bir kere bâtıl yolda olan bu nevi bir sahtekâr (muddei) ile karşılaşmıştım. Kendisinden bâtıl bir muamele ve iş zuhur etmiş, buna mazeret olarak ta Melâmetîliği göstermişti. Orada bulunan bir zat kendisine: Bu hiç önemli bir şey değildir (Melâmette bunun en küçük bir değeri yoktur) dedi. Bunun üzerine müddei, derinden bir âh! çekti. Muddeiye derhal şunu söyledim: «Be herif, şayet sen melâmet yolunun sâliki isen ve bunda da samimi isen, şu zatın davranışını red ve tenkit etmesi, mezhebini ve meşrebini te´kit etmekten başka bir şey ifade etmez. O, tuttuğun yolda sana muvafakat ettiğine göre bu husumet ve gadab neye? (Sen kınanmak istiyorsan, kızdığın kişi seni kınadı, neye öfkeleniyorsun?) Senin bu halin melâmetten çok davaya (ve sahtekârlığa) yakındır. Halkı (Hakk´a) davet eden herkesin, halkı bir işe davet ederken, bu iş hususunda Hakk´tan bir delile dayanmaları gerekir. Bu delil ise sünnete riayet etmek ve onu muhafaza etmektir. Görüyorum ki, sen halkı (Hakk´a) davet ettiğin halde farzları dahi açıkça terkediyorsun, hiç şüphe yok ki, bu iş İslâm dairesinin dışına çıkmaktır» 110a. Burada anlatılan melâmet VıXı asrın yarısına kadar mevcut olan melâmet anlayışıdır. Mevlevlyye, Kübreviyye, Câmiyye ve Bayramiyye gibi birçok büyük tarikatın kaynağı olan melâmet 400/1010 tarihinden evvel bozulmaya başlamış daha sonraki asırlarda bu bozulma nisbeti gittikçe artmıştır.

Câmî Nefahâtü´l-üns´te diyor ki: «Günümüzde melâmetî olduklarını iddia ettikleri, halde melâmet ehlinden olmayan bir taife vardır. Bunlar ihlas iddiasında bulunur, fisk ve fücur işlemekte çok aşırı gider, sonra da: Bundan maksadımız halkın bizi kınamasını temin etmek, onların gözünden düşmek ve itibarsız hale gelmektir. Allah´ın insanların ibadetine ihtiyacı yoktur, insanların işlediği günahtan Hakk zarar görmez. Günah, halkı incitmekten, taat ise onlara iyilik etmekten ibarettir, derler».

«Melamet selameti terketmektir» Bir kimse kendi selâmetini terkederse, her taraftan gelen belâ ve musibetler onu kuşatır. Celâli ve azameti temaşa iyi bir hatimeye sahip olma ümidi ile her nevi rahatından ve alışkanlıklarından uzaklaşır. Netice itibariyle halkın kendisini reddetmeleri suretiyle halktan ümidini keser. Tabiatında mevcut olan halka ülfet ve ünsiyet etme arzusunu içinden söküp atar. Çünkü bir kimse ne kadar çok halktan inkıta halinde bulunursa, o kadar fazla Hakk ile ittisal vaziyetinde olur. Bütün dünya halkının teveccüh ettiği şeyden —ki bu selâmettir— melâmet ehli yüz çevirir. Böylece melâmet ehlilin himmetleri( dert, düşünce ve arzuları) halkın himmetlerine muhalif olur, halkın himmetleri de onların himmetlerine zıt hale gelir. Bu suretle Melâmetîler, vâsıfları itibariyle vicdanî (veya vihdâni, yani tek) olurlar.

Nitekim Ahmed b. Fâtik, rivayet eder: Hüseyn b. Mansur, sûfi kimdir, sorusuna şu cevabı vermişti: «Sufi zatı vicdani (vihdânî, yani tek) olan kişidir».

Melâmetten sorulduğu zaman, Ebu Hamdun´un şöyle dediği rivayet olunur: «Melâmetin yolu çetindir, bu yol halka kapalıdır. Fakat yine de bu konuda azıcık bir şey söyleyeyim: Melâmet, Mürcie kadar Allah´tan ümitli, Mutezile kadar da endişeli olmaktadır». Bu manânın altında bir remz vardır.

Bil ki, insan tabiatı halk nezdinde ve insanlar katında ne kadar kabul görürse, Allah Taâlâ´nın huzurundan o kadar fazla uzaklaşmış olur. İnsan, kendisinden: «O iyi bir adamdır», diye bahseden ve kendisini öğen şahsa gönlünü´ verir, ruhunu feda eder, böylece Allah Taâlâ´dan uzaklaşmış olur. Endişeli kişi tehlikeli yerlerden uzak kalmak için devamlı surette çaba sarfeder. Bu çaba esnasında, talipler için iki tehlike kendini gösterir: Biri halk hicabı ve korkusu, diğeri Hakkı unutmak ve halka yönelmek.

Kalenderilik

Nafile ibadetlerin fazla olmasına önem vermeyen, farzlarla iktifa eden, kalbin huzur ve zevkinden başka bir şeye önem vermeyen, gelenek ve göreneklere aykırı davranmayı, halkın kınamasına, değer vermesine aldırış etmemeyi kendilerine şiar haline getiren kimselere «Kalender» denilir. Kalenderler, melâmet ehlinin değişik bir tipidir.. Kalenderlik adı altında zındıklık yapan kimselerin sayısı az değildir. Câmî, «Zamanımızda Kalenderlik adını alan zümreler İslâm ve şeriatla İlgisi bulunmayan künyelerdir» der.

Surette halka hasım olma haline son vermek, şeriatça ne kebîre ne de sağire (büyük ve küçük günah) sayılmayan amellerle kalbini necata erdirmek için çalışmak, böylece halk tarafından reddedilmiş duruma düşmek, bütün bunların sonucu olarak muamele ve fiilleri hususundaki korkusu Kaderiye (ve Mutezile) korkusu gibi olmak, kınayanların muamelesi konusundaki ümidi Mürcienin ümidi gibi olmaktır.

(İslâm mezhepleri içinde amellerle ilgili olarak en çok korkan Mutezile´dir. Onlara göre büyük günah işlemek insanı İslâm´dan çıkarır ama kâfir yapmaz. İşlenen ameller konusunda en çok af ümid eden Mürciedir. Melâmetî, işlediği ameller konusunda Mutezile mezhebi mensupları kadar Allah´tan korkarken, kendisini levm ve tenkit edenlerin ilahi affa mazhar olacakları hususunda Mürcie mezhebi mensupları kadar ümitli olur. Ne dünyada ne de âhirette hiç bir kimseden davacı olmaz).

Hakiki mahabbet konusunda melâmetten daha hoş bir şey yoktur. Zira sevgilinin kınamasının, sevgilinin kalbi üzerinde bir eseri yoktur. Dost, dostunun mahallesinden ve köyünden başka bir yere uğramaz. Ağyar ve yabancı olanların, sevgilinin gönlünde hatırı sayılır bir ehemmiyeti yoktur (sadece dost dostunu levm eder). Çünkü melâmet âşıkların bahçesi, sevenlerin gezinti yeri, özlem içinde olanların istirahat mahalli ve müritlerin neşesidir. Melâmetiler, ins ve cin içinde kalbin selâmeti için bedenin melâmetini tercih etmiş olan yegâne taifedir. Mukarrebler, karûbîlerve ruhanîler de dahil olmak üzere, mahluklar içinde hiçbir fert bu dereceye sahip değildir. Önceki ümmetler içindeki zâhidler, âbidler, ve halkın ileri gelenleri içinde de bu rütbeye sahip olmak mümkün olmamıştır. Bu rütbe, sadece kalben înkita yolunu tutan bu ümmetin bu taifesine hastır.

Bana göre (melâmet değil de) melâmet talep etmek riyanın ta kendisidir. Riya da münafıklıktan başka bir şey değildir. Çünkü mürâi halkın kabul ettiği yolu tutar. Melâmeti, kendini zorlayarak halk tarafından reddedilen yolu tutar. Her iki taife de, halkta kala-kalmışlardır (Hakk´a vâsıl olamamışlardır). Halktan uzaklaşmak için onların bir çıkış kapıları yoktur. Netice itibariyle iki taifenin biri sohbetinde bulunmuştum. Sohbetimizi ilerletip biraz samimî olunca kendisine dedim ki: «Dostum, bu karışık hareketlerinizden maksadınız nedir?», «halkın benden uzak kalmasını sağlamak», diye cevap verdi. Dedim ki, «Halk dediğin şu insanların sayısı pek çoktur. Ömrünü, zamanı ve mekânı halkı kendinden uzaklaştırmak için müsait bulamazsın. O halde sen kendini onlardan uzaklaştır ki, bu meşguliyetlerden (ve karmakarışık işlerden) kurtulabilesin. Halkla meşgul olan fakat halkın kendileriyle meşgul olduğunu sanan bir zümre mevcuttur. Seni gören biri yok, bu muhakkak. Şu halde sen de kendini görme! Halindeki âfet senin gözündedir. Sonra senin başkalarıyle işin ne? Perhize devam etmekle şifa bulacak biri gıda peşinde koşarsa, o insan sayılmaz!»
Bir zümre daha vardır ki, halkın kendilerini hor ve hakir görme yolu ile nefislerini edeplendirmek için nefis riyazeti maksadiyle melâmet denemeleri yaparlar. Böylece nefislerinden intikam alırlar. Çünkü bu zümrenin geçirdikleri en hoş zaman, nefislerini belâ ve zillet içinde buldukları vakittir.

Rivayet olunur ki, İbrahim b. Edhem (r.a.) Efendimize: «Nefsinin muradına nail olduğunu hiç gördün mü?», diye sorulunca, şu cevabı vermişti: «Evet bunu iki defa gördüm. Bir kere bir gemiye binmiştim. Oradakilerden hiç biri beni tanımıyordu. Üzerimde eski bir elbise vardı. Saçlarım da uzamıştı. Gemideki ahalinin benimle alay etmeye ve dalga geçmeye müsait bir halde idim. Gemide yolcuların yanında maskaralık yapan biri vardı. Bu kişi her zaman bana gelir, saçlarımı çeker, sakalımı yolar ve dalga geçmek için beni hafife alırdı. İşte o an nefsimi muradına nail olmuş bir halde bulur, nefsimin zillet içinde olmasına sevinirdim. Nihayet günün birinde maskaralık yapan kişi kalkıp üzerime bevl edince sevincim son haddine ulaşmış oldu! Başka bir seferinde, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında bir kasabaya varmıştım. Kışın soğuğu iliklerime kadar işlemişti. Üzerimdeki abâ ıslanmıştı. Mescide vardım fakat içeri girmeme müsade edilmedi. İkinci, üçüncü., mescide vardım, yine aynı durumla karşılaştım. Nihayet aciz kaldım soğuk vücuduma iyice tesir etmişti. Gittim bir hamamın külhanına girdim. Abamı ateşin karşısında kurutmak istedim oradan da koğuldum hayli sıkıntılı olan bir vakıa ile karşılaşmıştım. O zaman gitmiş, bu vakıa hail olununcaya kadar Bayezid Bistami´nin türbesinde mücavir olarak ikamet etmiştim. Bu sefer de yine oraya gitmeye karar verdim. Bu türbede mücavir olarak üç ay kaldım. Her gün üç defa guslediyor, otuz kere de abdest alıyordum. Bu vakıanın açılacağını ümit ediyordum. Lakin vakıa katiyen çözülmüyordu. Kalktım Horasan´a gittim. Bir gece Kümiş vilayetinde bir kasabaya ulaştım. İçinde mutasavvıflardan bir topluluğun bulunduğu bir hangaha gittim. (Tasavvufta) riayet edilen ananeler uyarınca yamalı ve sert bir abâ giymiştim. Yanımda, rusûm ehlinin âletlerinden olan bir asâ ile su tulumundan başka bir şey yoktu. Bu cemaatın gözünde pek ziyade hor ve hakir görülmüştüm. İçlerinden hiç biri beni tanımamıştı. Herbiri diğerine, benim kendilerinden olmadığımı söylemeğe başlamışlardı. Bunu söylerken bir gerçeği dile getirmiş oluyorlardı. Zira ben onlardan değildim. Fakat bu geceyi burada geçirmekten başka çarem yoktu.

O gece beni bir dama oturtturdular. Kendileri daha yüksek bir dama çıkıp orada oturdular. Beni kuru toprağa oturtturmuşlar, önüme de bayatlamış bir ekmek parçası koymuşlardı Yedikleri böreklerin kokusu bana kadar ulaşıyordu. Oturdukları yüksek damdan benimle alay etmeye de başlamışlardı. Yemek yeme işi bitince kavun yemeye başladılar. Alay etmek maksadıyla kabuklarını başıma atıyorlardı. Beni hafife almalarına gönül hoşluğu ile katlanıyor ve: «Ya İlahî, bunlar senin dostlarının ve sûfilerin elbisesini giymemiş olsalardı, onların bu muamelelerine tahammül etmezdim», diyordum. Bana yaptıkları hakaretler arttıkça, içimdeki neşe ve sevinç de fazlalaşıyordu. Nihayet bu sıkıntıya tahammül etmek suretiyle vakıam (manevi müşkilim ve derdim) halloluverdi. O zaman, şeyhlerin (r.a.), cahil kişilerin aralarına girmeleri için neden onlara göz yumduklarını ve sıkıntılarına katlandıklarını derhal idrak ettim.

(Sadece kılık ve kıyafet bakımından mutasavvıf olan bir zümrenin arasında kalmak bu kadar faydalı olursa, hakikî sûfiler arasında kalmanın ne kadar büyük faydalar temin edeceğini tasavvur etmek güç değildir).