hafiza aise
Wed 11 May 2011, 01:21 pm GMT +0200
Zemzem
Kabe'nin gölgesinde ve Hıcr adı verilen yerde uyurken gördüğü bir rüya, onun için bir başlangıçtı. Bir zat kendisine sesleniyor ve:
- Kalk! Tayyibe'yi kaz, diyordu. Hemen sordu:
- Tayyibe de ne?
Sorusuna karşılık, herhangi bir cevap alamamıştı. Ertesi gün yine uzanmıştı ki, aynı şahsın geldiğini gördü. Bu sefer: - Madmime'yı kaz, diyordu.
- Madmüne de ne, diye tekrarladı heyecanla. Ancak, so-
rusu yine cevapsız kalmıştı.
Üçüncü gün yine karşısında bulduğu zat, bu sefer kendisine:
- Zemzem'i kaz, diyordu. Öncekilerde alamadığı cevabı,
en azından üçüncü gün alabilmek için hemen sordu: -Zemzemne?
Bu sefer cevap geliyordu:
- Zemzem, hiç kesilmeyecek ve derinliğine inilmeyecek bir sudur. Onunla hacı kafilelerinin su ihtiyacım giderirsin. O, Kabe' de kurban kanlanmn döküldüğü yer ile diğer atıkların bırakıldığı yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip orayı gagasıyla işaret edecek. Aynı zamanda orada şimdi, bir kannca yuvası da var!
Bütün bunlar onu, derin derin düşünmeye sevketmişti. Zira, Zemzem'in varlığından haberi vardı; çünkü Cürhümlüler, düş
man istilasından kaçarken, ellerindeki bütün kıymetli eşyalan buraya atmış ve üzerini örterek gitmişlerdi. Ancak, onun yerini bilen kimse kalmamış ve bu sebeple de o, sadece aralannda anlatılan bir üstüre olarak kalmıştı. Ancak şimdi, olanca netliğiyle burası tarif ediliyor ve kendisine, hiç kesilmeyecek ve debisine de erişilemeyecek bir suyu çıkarması emrediliyordu.
Bu kadar net bir tarif karşısında tepkisiz kalınamazdı ve Abdulmuttalib de, koordinatları verilen yere geldi. Aynen denildiği gibi alaca bir karga, bir mekana inip kalkıyor ve gagasıyla adeta bu yeri işaret ediyordu. Biraz daha yaklaşınca, karınca yuvasını da görmüştü. Artık, hiç tereddüdü kalmamıştı. Ertesi gün, oğlu Haris'i de yanına alarak buraya geldi ve Zemzem'i kazmaya başladı.
Çok geçmeden, kuyunun ağzını örten büyük ve yuvarlak taş ortaya çıkmıştı. Kuyunun kapağını kaldırdıklannda, anlatılageldiği şekliyle onun, her türlü zinet eşyası ve kıymetli malzemeyle dolu olduğunu gördüler. Abdulmuttalib ve oğlu Haris, bir taraftan bunları teker teker kuyudan çıkarırken, diğer yandan kuyunun altından gelen bir ıslaklık da kendini hissettirmeye başlamıştı. Artık vakit tamamdı ve çok geçmeden Zemzem de ortaya çıkmıştı.
Kimseye nasip olmayan bir lütfa mazhar oluyorlardı. Elbette böyle bir lütuf, onu verene teşekkür etmeyi gerektirirdi ve işin burasında Abdulmuttalib:
- Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye başladı.
Bu heyecan, Kureyşlilerin de dikkatini çekmişti ve çok geçmeden Abdulmuttalib'in etrafında büyük bir halka oluşturuverdiler,
- Bu, atalarımız İsmail'in mirasıdır; bunda bizim de hakkımız var, bunlara, bizi de ortak etmen lazım, diyorlar ve kuyudan çıkan altın ve gümüşleri kendilerine de paylaştırmasını istiyorlardı. Tereddüt göstermeden Abdulmuttalib onlara:
- Hayır! Bunu yapamam. Çünkü bu, sadece bana bahşedilmiş husus! bir durum, diye cevap verdi. Ancak onlar ısrar ediyorve:
- İnsaflı ol! Gerekirse seninle kavga etme pahasına da olsa peşini bırakmayacağız, diye onu tehdit ediyorlardı. Hatta aralanndan Adiyy İbn Nevjel öne çıkmış ve Abdulmuttalib'e:
- Nasılolur! Sen yalnız bir adamsın. Yanında oğlundan başka kimsen de yok. Nasılolur da bize karşı gelir, isteklerimizi yerine getirmezsin, diyor ve isteklerine boyun eğmesi konusunda adeta meydan okuyordu.
Adiyy'in bu sözü, Abdulmuttalib'i derinden etkilemişti.
Güç ve kuvveti sadece arkasındaki kişi sayısıyla değerlendiren bu adama, anladığı dilden bir cevap gerekiyordu. Onun için ellerini açtı ve yüzünü de semaya kaldırarak şunlan söylemeye başladı:
- Yemin ederim ki, şayet Allah, bana on erkek evlat verirse, bunlardan birisini Kaba'nin yanında kurban edeceğim!
Bu, içten gelen bir dua olduğu kadar aynı zamanda Beytullah'ın gölgesinde Allah'a verilmiş bir sözdü.
Ancak, husumet devam ediyordu. İşin burasında Abdulmuttalib'in bir teklifi oldu:
- Aramızda hüküm vermesi için, istediğiniz birisini hakem tayin edelim!
Fena bir teklif değildi. Hem, istedikleri birisini teklif edebileceklerdi. Hiç tereddüt etmeden:
- Sa'doğullannın kahini, dediler. Bu şahıs, Şam eşrafından sözü dinlenir birisiydi. Zaten, Abdulmuttalib için değişen bir şeyolmayacaktı ve:
- Olur, diye başını salladı.
Daha sonra, yakın akrabalannı da yanına alan Abdulmuttalib ve ondan hak talep edenler, her kabileden birer temsil
ciyle birlikte yola koyulup Şam cihetine yöneldiler. Yol uzun ve şartlar çetindi. Ağırlıklı olarak yolda, çöl şartlan hakimdi.
Kaderin tecellisi ya, Hicaz'la Şam arasında bir yere geldiklerinde, Abdulmuttalib ve yanındakilerin suyu bitti. Çöl şartlannda suyun bitmesi, felaketin en büyüğüydü. Dişlerini sıkıp bir müddet daha devam etmeyi denediler, ama çöl bitip tükenme bilmiyordu. Çaresiz, o an için nizalı olsalar da beraber yürüdükleri Mekkelilerden su istediler. Ancak onlann, su vermeye hiç niyetleri yoktu:
- Biz de çöldeyiz ve sizin başınıza geldiği gibi biz de susuz kalmadan korkuyoruz, diyorlardı. Onlardan bir fayda gelmeyeceği anlaşılmıştı. Bu sefer yanındaki akrabalanna döndü ve:
- Siz ne düşünüyorsunuz, diye sordu.
- Biz sana tabiyiz. Sen ne dersen onu yapalım, diyorlardı.
Böyle bir durumda, ya durup ölümü beklemek veya çevreye açılarak su aramak gerekiyordu ve onlar da, ikincisini tercih ettiler. Su bulma adına son bir gayretle yeni bir hareket karan aldılar. Devesinin yanma varan Abdulmuttalib, ayağa kalkan devenin altından, tatlı bir su kaynağının fışkırdığını görünce, Zemzem'in çıktığını gördüğü zamanki gibi bir heyecana kapılmış ve:
- Allahü Ekber! Allahü Ekber, diye tekbir getirmeye başlamıştı. Hemen etrafında bir halka meydana getirdiler. Manzarayı gören herkes, dehşete kapılıyordu. Susuzluğun bu kadar yoğun bir şekilde konuşulduğu ve insanlarla hayvanlann, susuzluktan kınlıp telef olma noktasına geldiği bir yerde, hele böyle kızgın çölün ortasında, aynı zamanda hemen toprağın üstüne kadar çıkan böyle bir suyun varlığı, gerçekten tekbir getirmeyi gerektirecek kadar açık bir inayetti.
Önce, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişleten Abdulmuttalib, hem arkadaşlannın hem de hayvanlannın susuzluğunu giderdi. Ardından da, beraberlerinde gelen ve susuzluk korkusuyla kendilerine su vermeyen Mekkelileri davet etti.
- Gelin de, Allah'ın bize lutfettiği sudan için ve hayvanla-
nnızı da sulayın, diyordu. Herkes, birbirine bakıyordu. Gözlerine inanamıyorlardı. İmkansızdı bu. Ama olmuştu. Önce gelip sudan içtiler kana kana. Ardından da, hayvanlannı getirip onlann ihtiyacını giderdiler. Bu kadar açık lütuf karşısında, biraz da mahcuplardı; kendilerinden su istediği halde vermedikleri Abdulmuttalib, tutmuş elindeki imkanı onlarla paylaşıyordu, Hallerinden, vicdanlannın devreye girdiği anlaşılıyordu. Çok geçmeden Abdulmuttalib'e yönelip şunlan söylemeye başladılar:
- Allah'a yemin olsun ki ey Abdulmuttalib, hüküm bizim aleyhimize neticelendi. ValIahi de, Zemzem konusunda seninle asla husumet yaşamayacak, hak talep etmeyeceğiz. Şüphesiz ki sana Zemzem'i bahşeden de, bu çöl şartlannda şu suyu nasip eden Allah'tır.
Mesele artık tatlıya bağlanmış ve hakerne gitmeye de gerek kalmamıştı. Bir müddet dinlendikten sonra, geri dönüş için yola koyuldular ve katettikleri mesafeleri yeniden yürüyerek tekrar Mekke'ye geldiler.