- Yusuf (a.s)´ın Zühdü

Adsense kodları


Yusuf (a.s)´ın Zühdü

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 30 December 2009, 05:15 pm GMT +0200
Yusuf (As)´ın Zühdü İle İlgili Haberler

417. Hasan diyor ki: "Resulullah (sav): ´Allah, Yusuf a rahmet etsin. Eğer ´Rabbinin yanında beni an (hatırla)´ sözünü sarfetmemiş olsaydı, hapiste o kadar müddet kalmazdı3 demiştir." Sonra, Hasan ağlayarak: "Başımıza bir iş geldiği vakit insanlara koşuyo­ruz" demiştir.

418. Hasan diyor ki: "Resulullah (as): ´Allah Yusufa rahmet etsin, eğer uzun hapis müddetinden sonra, bana elçi gelseydi, der­hal ona rağbet ederdim´ demiştir."[43]

419. Hasan diyor ki: "Yusuf, kuyuya atıldığı vakit onyedi ya­şındaydı. Kölelik, hapis, meliklik müddeti seksen senedir. Sonra (Allah) işlerini yoluna koydu da elli sene daha yaşadı."

420. Yezid b. Meysere diyor ki: "Yahya b. Zekeriyâ´nın (as) yi­yeceği, çekirge ve ağaçların özü idi. Kendi kendine: ´Senden daha çok nimete sahip olan var mı? Ey Yahya! Yiyeceğin çekirge ve ağaç özü´ derdi."

421. Ömer b. Ubeyd, Vehb b. Münebbih´in şöyle dediğine şahit olduğunu söylüyor: "Aziz ve Celil olan Allah, gök kapılarını Hazkü´e açtı da, o da Arş´a baktı —veya buna benzer birşey söyle­di— sonra: ´Seni tenzih ederim, ne kadar azametlisin, ya Rabbü´ dedi. Allah Teâlâ: ´Gökler ve yer Beni taşımaya takat getiremedi. Beni kuşatamadı. Beni, vera sahibi mülayim mü´minin kalbi ku­şattı´ buyurdu."

422. Enes (ra) şöyle demiştir: "Allah Teâla Yusuf a (as) vahye-derek: ´Seni kardeşlerin öldürmeye azmettikleri vakit ölümden kim kurtardı?´ diye sormuş, o da: ´Sen, ya Rabbü´ demiştir. ´Peki, seni, kuyuya attıkları vakit oradan kim kurtardı?´ diye sormuş, yine: ´Sen, ya Rabbü´ demiştir. Peki, ´Sana ne oldu bir âdemoğlunu ha­tırladın da Beni unuttun?´deyince; ´Bu ağzımdan kaçırdığım bir sözdü´ demiştir. Allah Teâlâ da: İzzetime yemin olsun ki seni ha­piste bırakacağım' demiştir."

423. Vehb b. Münebbih şunu rivayet etmiştir: Hazkîl, Buh-tü´n- Nasr´ın, Danyal ile birlikte, Beytü´l-Makdis´te esir aldığı kim­selerden birisiydi. Hazkîl, Fırat kıyısında uyurken, kendisine bir meleğin geldiğini, uykulu vaziyette iken, kafasını (kendisini) alıp götürüp Beytü´l-Makdis´in hizânesine koyduğunu iddia etmiştir. ´Sonra başımı göğe kaldırdım, bir de baktım ki, Arş´m önünden gök açılmış, Arş ve çevresindekiler ortaya çıkıvermiş. Bu aralıktan on­lara baktım. Arş´a baktım ki o, yer ve göklere gölge yapmaktadır. Gökler ve yere baktığımda ise onları Arşın ortasına asılı bir vazi­yette gördüm. Arş´ı taşıyanlar ise dört melektir. Her bir meleğin de dört tane cephesi vardır: insan, kaplan, aslan ve öküz yüzü. Bu va­ziyetleri beni şaşırtınca ayaklarına baktım ki, onlar yerin içerisin­de etrafında pınarlar dolaşan birşey üzerindeler. Yine Arşın önün­de duran bir melek gördüm ki kül rengi gibi rengi var. Birden Cebrail´i gördüm, onun hemen altından mahlûkâtm en büyüğünü gördüm, o arada Mikâil´i gördüm ki, o gök meleklerinin halifesidir. Birden, Allah´ın mahlûkâtı yarattığı andan kıyamete kadar arşı tavaf edecek olan melekleri gördüm. Ki: ´Kuddûs, Rabbimiz Al­lah´ın azameti yer ve gökleri doldurmuştur´ diyorlar. Birden onla­rın alt tarafında birtakım melekler, her bir meleğin altı tane kanadi vardı.Kanatlarından ikisi yüzünü nurdan örtüyor, ikisiyle cese­dini kapatıyor, ikisi ile de uçuyorlardı. Aniden, mukarreb melekle­rini gördüm, onların altında da birtakım melekler gördüm ki, bir kısmı secdede, bir kısmı da kıyamda duruyordu. Allah´ın mahlukâtı yarattığından beri böylelerdi. Kıyamete kadar da öylece kalacaklardı. Onların altında da bazı melekler gördüm, Sûr´a üfle-yinceye kadar secdede kalacaklar, başlarını kaldırdılar. Arş´ı görür görmez: ´Seni tenzih ederiz, biz Seni hakkıyle taktir edemeyiz´ di­yorlardı. Sonra Arş´ı gördüm, bu aralıktan sarkıyordu. Büyüklüğü de o kadardı. Sonra beni yerle gök arasına götürdü, ikisinin arası doluydu. Bilâhare Arş, Rahmet kapısından içeri girdi, büyüklüğü o kadardı, arkasından beni mescide aldı. Daha sonra Arş, Sahra´nm üzerine geldi, hacmi de o kadardı ki: ´Ey Ademoğlu!´ dedi, birden baygın yere düştüm. Bir ses işittim ki, daha Önce benzeri bir sesi asla işitmemiştim. Bu sesi tasavvur etmek istedim, baktım; topla­nıp bir araya gelmiş, hep bir ağızdan bağırıp, tekrarlanan bir ordu­nun sesi gibi veya ondan daha da azametli bir sesdi.´ Hazkîl diyor ki: ´Baygın yere düşünce: ´Onu kaldırın çünkü o, zayıf yaratılmış, güçsüz bir varlıktır* dendi. Sonra da: ´Kalk kavmine git, sen bir or­dunun habercisi misâli benim habercimsin, davet ettiklerinden kim sana icabet eder ve hidâyetine uyarsa, sana da onun mükâfaatmın bir misli vardır. Kimi de davet etmeyi ihmal edersen ve o da dalâlet üzere ölürse, onların günahlarından hiçbir şey ha­fifletilmemek üzere sana da günahlarının bir misli vardır´ dedi. Sonra da Arş ile yükselip gitti. Sonra taşınıp, tekrar Fırat kenarı­na bırakıldım. Ben, Fırat kıyısında uyurken bir melek geldi ve ba­şımı (beni) alıp Beytü´l Makdis´in kenarına koydu. Kendimi ayak­larımı aşmayan bir su havuzunda buldum. Oradan cennete var­dım. Nehirlerinin kenarlarında ağaçlarını gördüm. Bir ağaç gör­düm ki, ne yaprakları dökülüyor ve ne de meyvaları tükeniyor. Baktım ki orada toptan meyvalar var. ´Oradakilerin elbiseleri ne­lerdir?´ diye sordum. Ceviz kabuğu gibi elbiselerdi. Sahibi hangi renk isterse o renkte açılıverirler. ´Eşleri nelerdir?´ dedim. Bana gösterildiler. Yüzlerinin güzelliğini birşeye teşbih etmeye çalıştım. Baktım ki, güneşle ay bir araya getirilirse yine de onlardan birinin yüaü daha parlak olur. Etlerine baktım kemiklerini kavratmıyordu. Kemiği de özlerini örtmüyordu. Eşi kendisiyle yatıp kalktığı halde o yine de bakire kalıyordu. ´Ben buna şaştım´ dedi. Hazkîl di­yor ki: "Bana: ´Sen buna teaccüp mü ediyorsun?* dediler. Ben de: ´Neden şaşmıyayım ki? Bu gördüğüm meyvelerden yiyen bir kimse ebedîleşiyor, bu eşlerle evlenen kimsede hüzün ve keder kalmıyor´ dedim. Sonra beni bulunduğum yere geri koydular."

Hazkîl diyor ki: "Ben Fırat kıyısında uyurken, bana bir melek geldi ve beni yeryüzünün bir yerine koydu. Orada harp vardı. Bak­tım ki onbin tane ölü var. Kuşlar ve yırtıcı hayvanlar etlerini deş­miş, kemiklerini ayırmış. Sonra bana bir topluluk, onlardan ölen kimselerin benden kurtulmuş olduğunu, kudretimin onlara yetiş­meyeceğini iddia ediyorlardı. ´Çağır onları, bakayım´ dedi. Ben de çağırdım. Baktım ki her kemik koptuğu yere gidiyordu. Öyle ki in­san kemiklerin ayrıldığı yerleri tanıması kadar mükemmel surette arkadaşını tanıyamaz. Nihayet birbirlerine kaynaştılar. Sonra üzerlerinde etler oluştu. Sonra damarlar, daha sonra da derileri oluştu. Ben ise bunlara bakıyordum. Sonra bana: ´Onların ruhları­nı da çağır* dedi." Hazkîl diyor ki: "Ben de çağırdım. Baktım ki her ruh ayrıldığı cesede koşuyor, oturdukları vakit, bana: ´Sor bakalım ne olmuş onlara?´dedi. Onlar da: ´Bizler ölüp te, hayattan ayrıldığı­mız vakit Mikâil denen bir melekle karşılaştık. Bize: ´Getirin baka­lım şu amellerinizi, alın karşılığını´ dedi. ´Bizim size, sizden önce­kilere ve sizden sonra gelecek olanlara uyguladığımız sünnetimiz işte böyledir.´ dedi. Amellerimize baktı, bizim putlara taptığımızı gördü. Cesetlerimize kurtları musallat etti, ruhlarımız da acı çek­meye başladı. Ruhlarımıza gam musallat etti. Bu sefer de cesetle­rimiz acı çekmeye başladı. Bu şekilde azap çekip duruyorduk´ dedi­ler. Sonra beni melek daha önce bulunduğum yere götürüp bırak­tı."´

424. İbn Ebû Ebzâ diyor ki: "Allah´ın Peygamberi Dâvûd (as): ´Eyyûb insanların en sabırlısı, onların en mülayimi ve öfkesini en fazla yeneniydi´ demiştir."

425. Aynı rivayet.

426. Saîd b. Abdulaziz diyor ki; "Dâvûd (as): 'Ya Rabbi! Yeryü­zünde Senin için nasıl nasihatla hareket ederim?´ dedi. O da: ´Beni çok anarsın. Beyaz, siyah Beni seveni seversin, nefsin için nasıl hüküm veriyorsan, insanlar için de öyle hükmedersin ve yabancı­nın yatağından içtinab edersin (Yani zinaya ya ki aşmazsın)´ bu­yurdu."

427. Habib şöyle diyor: "Bir adanı Allah´ın Peygamberi Ya´kûb´a (as) uğramış, (bakmış ki) Ya´kûb´un (as) kaşları gözleri­nin üzerine sarkmış bir vaziyettedir. Bir bez parçası ile onları kal­dırmış ve ´Ey Allah´ın Peygamberi! Ne bu gördüğüm halin?´ diye sormuş, O da: ´Zamanın uzunluğu ve hüznün çokluğundan dır´ de­miş. Bunun üzerine Allah Teâlâ vahyederek: ´Şikayet mi ediyor­sun, ey Ya´kûb?´ demiş, Ya´kûb da: *Ya Rabbi! Kusur ettim, bağış­la´ demiştir."

428. Hasan diyor ki: "Yakûb (as), Yusufa (as) seksen sene ağ­ladı, o vakit o yeryüzündekilerin Allaha en kerim olanıydı."

429. Hasan diyor ki: "Rü´yâ ile te´vîl arasında seksen sene var­dı."

430. Vehb b. Münebbih´ten şu rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ, Mûsâ´yâ bir nur vermişti. Hârûn da ona: ´Ey kardeşim, onu bana verir misin?´ dedi. O da ona verdi. Hârûn da onu iki oğluna verdi. Beytul-Makdis´te peygamberlerin ve onlardan sonra da meliklerin ta´zim ettikleri bir kap vardı. İki çocuk bu kaptan şarap koyarlar­ken, gökten bir ateş indi ve ikisini birden kapıp, göğe yükseldi. Hârûn korkuya kapıldı ve yüzünü göğe çevirdi dua ve yakarışlarla yardım isteyerek ayağa kalktı. Allah Teâlâ, Harun´a vahyederek: İşte taatımda bulunanların ehlinden isyan edenlere ben böyle ya­parım. Ya masiyetimde olanların ehlinden olup ta isyan edenlere ne yaparım? buyurdu."

431. Velîd b. Amr diyor ki: "İşittiğime göre Tevrat´ta ´Âdemoğlu ellerini oynat, sana bir rızık kapısı açayım, emrettiğim hususlarda bana itaat et, senin iyiliğine olanı ben biliyorum´ şek­linde yazılıymış."

432. Mekke´ye geldiği zaman Hasan şöyle söyledi: "Allah Teâlâ diyor ki ´Ademoğlu, seni ben yarattım; Benden başkasına kulluk ediyorsun, Bana dua ediyor ve Benden kaçıyorsun. Beni anıyor ve beni unutuyorsun. İşte bu yeryüzündeki en büyük zulümdür.´ Daha sonra Hasan, ´Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür´[44] âyetini oku­du.

433. Vehb b. Münebbih´ten şu rivayet edilmiştir: "Ben Tevrat´ta peş peşe dört satır buldum. Birisi şudur: ´Kim Allah´ın kitabını okur da, O´nun kendisini bağışlamayacağını zannederse o, Allah´ın âyetleri ile eğlenenlerdendir. Kim başına gelen musibet­lerden dert yanarsa o, Allah´tan deri yanmış demektir. Üçüncüsü, kim başkasının elinde kilerden dolayı hüzünlenirse, Rabbinin hük­müne kızmış demektir. Dördüncüsü de, kim zenginliğinden dolayı birisine eğitirse, dininin üçte ikisi gitmiştir. "

434. Abdurrahman b. Mehdî diyor ki: "Muhammed b. Nadr el-Hârisfnin şöyle dediğine şahit oldum: ´Rabî b. Haysem, ´Önce fakîh ol, ondan sonra insanlardan i´tizâl et' demiştir."

435. Muhammed b. Nadr el-Hârisî diyor ki: "Azız ve Celîl olan Allah, Mûsâ b. İmrân´a vahyetti ve ´Uyanık ol ve kendin için dost­lar edin. Seni benim rızama sevketmeyen her dost gerçekte senin düşmanındır. Kalbine kasvet verir. Mükafata erişmek ve daha faz­lasını elde etmek için zikredenlerden ol´ dedi."

436. Abdullah b. Mübarek, Vâsıfta Muhammed b. Nadr el-Hârîsi´ye, seferde oruca devam ettiğinden bahsetmiş. O da, "Bu (ibâdetle) koşup icabet etmektedir" cevabım vermiştir.

437. Ebû Zeyd diyor ki: "Muhammed b. Nadr kırk gün benim yanımda gizlendi. Ne gece ve ne de gündüz onu uyurken görme­dim."

438. Muhammed b. Münkedir diyor ki: "Annemin bacağını ovarak geceledim. Ömer de namaz kılarak geceledi, onunkine kar­şılık, kendi geceleyişim beni o kadar sevindirmez."

439. Muhammed b. Nadr el-Harisî diyor ki: "Bazı kitaplarda okudum (şöyle yazıyordu): ´Âdemoğlu, eğer senin hakkında benim bildiğimi insanlar bilseydi, seni fırlatıp atarlardı. Fakat bana şirk koşmadığın müddetçe Ben seni bağışlayacağım.´"

440. Hanzale´nin amcasıoğlu şöyle rivayet etmiştir: "Azız ve Celîl olan Allah, Musa´ya vahyederek ´Kavmin mescidlerini süslü­yor, (ama) kalplerini harap ediyor. Kesileceği güne hazırlanan do­muz gibi besleniyorsunuz. Ben onlara ve akibetlerine baktım. Artık onlara icabette bulunmayacağım, istediklerini onlara vermeyece­ğim´demiştir."

441. İmâm Mâlik,[45] Ebû Husayn´ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: "Bir ümmetin ameli kötüleştiği vakit mescidlerini süsler­ler"

442. Hasan diyor ki: "Mûsâ (as), insanlarla ihtilât etmek iste­di. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona vahyederek, ´Arkadaşlık etmek istediğin kimseye bak, insanlar onunla ülfet ediyorsa, sen de onun­la arkadaş ol´ dedi."

443. Ebû´l-Celed diyor ki: "Azız ve Celîl olan Allah, Musa´ya vahyetti ve ´Ey Mûsâ! Bana dua ettiğin vakit, dilini kalbine tâbi kıt, beni zikrederken huşu´ içerisinde ve mutmain bir vaziyette ol. Huzurumdan kalktığın zaman hakir ve zelil bir şekilde kalk ve nefsini zemmet. Çünkü o zemmedilmeye en lâyık olandır. Bana ya­karışta bulunduğun vakit titreyen bir kalp ve doğru bir dil ile ya­kar´ dedi."

444. Ebû İmrân el-Cevnî şöyle diyor: "Mûsâ (as) kavmine vâzu nasihatta bulunmuş; içlerinden bir adam gömleğini parçalamış. Bunun üzerine Musa´ya, ´Gömleğin sahibine söyle de, onu parçala­masın, esas kalbini bana açsın´ denilmiştir."

445. İbn Abbâs (ra)´dan şu rivayet edilmiştir: "Mûsâ (as) dedi ki: ´Ey Rabbim! Kullarından hangisini daha çok seversin?´ Rabbi: ´Beni en çok zikredeni´ dedi. Mûsâ: ´Rabbim! Hangi kulun en zen­gindir?´ dedi. Rabbi: ´Verdiğime razı olan´ dedi. Mûsâ: ´Hangi ku­lun en iyi hükmedendir?´ dedi Rabbi: İnsanlara hükmettiği gibi, kendi nefsine de hükmedendir´ dedi."

446. Mücâhid diyor ki: "Kabe´yi yetmiş tane peygamber hac-cetmiştir. Bunlar içerisinde Mûsâ b.İmrân da vardır. Üzerinde pa­muktan mamul iki tane abası vardı. O telbiye getirir, dağlar da ona karşılık verirlerdi."

447. Ebû´s-Sıddîk en-Nâcî´den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Süleyman b. Dâvûd (as), insanlarla beraber istiskâ (yağmur duasına)´ya çıkmış giderken, sırtüstü uzanmış, ayaklarını da havaya dikmiş, şöyle diyen bir karıncaya rastgelmişler: ´Ey Allahım! Ben senin mahlûkâtmdan birisiyim. Biz senin rızkından müstağni ola­mayız. Ya bize yağmur verirsin yahut bizi helak edersin.´ Bunun üzerine Süleyman (as), insanlara, ´Dönün, başka birisinin duası se­bebiyle yağmura kavuşacaksınız´ demiştir."

448. Abdullah (b. Mes´ûd)´dan şu rivayet edilmiştir: "(Bir gün ) arkadaşları onu bekleşiyorlarmış. (Yanlarına) çıkıp gelince, ona ´Ey Emîr! Seni geri bırakan nedir?´ diye sormuşlar. O da: ´Size anlatacağım; sizden evvelkiler içerisinde bir kardeşiniz olan Mûsâ (as): ´Ey Rabbim! En çok sevdiğin kulunu bana söyler misin? Ki, Sen onu sevdiğin için ben de onu seveyim´ deyince, Allah Teâlâ: ´Dünyanın bir tarafından veya en ücra köşesindeki bir kula bir musibet gelir veya ona bir diken batar da, dünyanın bir başka ta­rafındaki veya öbür ucundaki, onu tanımayan bir diğer kul, olan­ları duyar ve âdeta o musibet kendi başına gelmiş veya o diken kendine batmış gibi acı hissederse, öbür insana sırf Benim için sevgi beslerse, işte o bana en sevimli olan kulumdur´ demiş. Mûsâ (as), Tâ Rabbi! Mahlûkâtı var ettin; bir kısmını ateşe sokup, onla­ra azap ediyorsun?´ dedi. Allah Azze ve Celle ona vahyederek, ´Hepsi benim yarattıklarımdır´ dedi. Sonra da ona: ´Bir tarlayı ek´ dedi; o da sürüp, ekti. ´Sula´ dedi. Suladı. Sonra ´Onu koruyup kolla, gözet´ dedi: O da gözetti. Allah bunlardan ne dilediyse onu yaptı; sonra biçip, kaldırdı. Allah Teâlâ ona: ´Ekinini ne yaptın, ey Mûsâ?´ dedi. O da: ´İşimi bitirip, onu kaldırdım´ cevabını verdi. Al­lah: ´Ondan geride bir şey bıraktın mı?´ dedi. Mûsâ: İşe yarama­yanlarını veya ihtiyacım olmayacakları geride bıraktım´ dedi. Al­lah: ´İşte Ey Mûsâ! Aynı şekilde, ben de işe yaramayacak olanlara azap ederim´ dedi."

449. Vehb diyor ki: "İşittiğime göre, Allahm peygamberi Mûsâ (as), dua ve niyaz eden bir adama rastlamış ve Ya Rabbi! Ona merhamet et´ demiş. Bunun üzerine Allah ona vahyederek: ´Be­nim, üzerinde olan hakkımı gözetmedikçe, bütün takati tükeninceye kadar da dua etse, ona icabet etmem´ buyurmuş."

450. Saîd b. Hilâl diyor ki: "Ashabı, Dâvûd (as)´u ziyaret edi­yorlar ve onu hasta zannediyorlardı, oysa onun Allah Azze ve Celle´den ayrı olmaktan başka bir şeyi yoktu."

451. Kays b. Abbâd diyor ki: "Dâvûd (as), şöyle diyerek dua ederdi: Tâ Rabbi! Seni zikrettiğim zaman bana yardımcı olacak, unuttuğum zaman bana hatırlatacak bir arkadaş istiyorum. Yâ Rabbi! Zikrettiğim vakit bana yardımcı olmayan, unuttuğum vakit Seni bana hatırlatmayan bir arkadaştan sana sığınıyorum. Yâ Rabbi! Seni zikreden bir toplulukla karşılaştığım vakit, eğer onları geçip gitmek istersem, geçip giden ayağımı kır ki, oturup orada on­larla Seni zikredeyim.´"

452. Ebû Saîd el-Müeddib, ismini unuttuğum bir zâttan şunu rivayet ediyor: "Peygamber Dâvûd (as) şöyle derdi: 'Yâ Rabbi! Beni konfor içerisinde, fitneye düşmüş bir vaziyette kılma ki, geçimimi küçük görüp nimetine nankörlük etmeyeyim."´

453. Ebû Yezîd diyor ki: "Allahın Peygamberi Dâvûd (as) na­mazı uzatır, sonra rükû´ eder, sonra başını kaldırır, arkasından da şöyle derdi: ´Ey Göklerin mimarı! Başımı sana kaldırdım. Ey semâda oturan![46] Kullar rabblerine bakışıyor.´"

454. Fudâle, Hasan´m şöyle dediğini işittim diyor: "Peygamber Dâvûd (as): 'Yâ Rabbi! Ne beni inleten bir hastalık ver, ne de ken­dimi unutturan bir sıhhat isterim. Fakat bu ikisinin arasında bir şey isterim´ derdi."

455. Mübarek b. Fudâle, Hasan´nın şöyle dediğini işittim diyor: "Eyyûb (as) başına her bir musibet gelip çattığında: ´Ey Allahım! Sen aldın, sen verdin, beni sağ bıraktığın müddetçe, yaptığın imti­hanın güzelliğinden dolayı sana hamd ederim´ derdi."